‘Ev işlerinde yardım eder. Sen de rahat edersin. Zaten resmi nikah sende.’ O zaman gelmişti aklına ‘Madem çok istiyorsun, tek şartım var. Kızı üniversiteye göndereceksin.’ Sessizliğinle yola getirdin.
“Kızın gözleri belleğinden silinmişti. Bir bakışı kalmıştı geriye. Onu bir kez daha görse tanımazdı. O an çoktan geçip gitmiş; geçmişin derinliklerinde puslanmaktayken; bugün neden anımsıyordu?”
Postallar düşüyor aklıma, kara postallar, derisi çatlamış, çatlakların arasında kurumuş çamur ve pislikler. Bembeyaz halılara basıyorlar, halıda kocaman ayaklarının izleri...
Yokuşu yarıladığında iş görüşmesinde giyilmemesi gereken ne varsa üstüne geçirdiğini fark etti. İş görüşmelerinde kabul edilebilirliğini azaltacak kıyafetleri tercih etmesinin nedeni vardı elbet...
Hastanelerin bekleyiş sürgünleri kadınlar en çok. Hayatın gizli hemşireleri ve gerektiğinde açık bekçileri. Erkeklerin korkma haklarını en açık savundukları yer, korkmayı bir tek orada kabul ediyorlar
Yarın onlar da dönecekti. Evde kimse olmayacaktı. Falımdaki boş mezarı göreceklerdi ve onlar da değiştirilecekti. Bence birini öldüren herkes, bir başkasıyla değiştirilir.
Bordo cüppesiyle ağır akıllı duran nikâh memuru, bizi dünya evine sokmaya sabırsızlanıyordu. Nişanlım ağır ağır kayıp, masanın altına gizlenmek üzereydi. O iri yarı adam ufalıp, küçücük kaldı...
Küçük bir kız çocuğunun öyküsü bu. Yasemin Yazıcı’nın kaleminden hayatın acımasızlığı ile çok erken tanışan bir çocuğun öyküsü…
Şehri binlerce gözde terk ettim. Büyük kemerin altından geçerken hepiniz ordaydınız. Kapılar ardımdan kapandığında hayatın tek bir andan ibaret olmadığını anlamıştım.
Yataktan kalkar kalmaz banyoya gitti. Çişini temiz kaba yaparken gülümsüyordu. Bir gün önce eczaneden aldığı testi paketinden çıkarttı... Ya sonra? Sonrası herkes için farklı...
Bir kadın kir izlerini üstünde taşımaktan kirleniyorsa, yaşadığı şeyin ne olduğunun önemi yoktu. Yüzündeki iz, kolundaki geçmeyen yaralar, uykusuz gözlerinin dipler, konuşuyordu onun yerine...
Bu dünyadan bir Rukiye gelip geçmiştir. Ölüm hep ona selam vermiştir. Ama artık tanışma vaktidir. Yıl 2016, Anadolu’nun köylerinden biri. Bir Havva torunu daha doğup, yitmiştir burada.
Onu son gördüğümüzde bir kâğıdın üstüne ev çiziyordu. O evin önünden sahile uzanan kısacık bir yol. Denizin üstünde bir kayık... Kayığın gölgesi dağınkine karışmış...
Şimdi benim kızım kapalı bir odada adamın tekiyle uzun süre yalnız kalsa huylanırım, aynı adamla aynı odada bulunmak istemese orayı yıkarım, açıklamasını yapmaya mecalim yetmedi.
“Annem kitap okumazdı. İşi, gücü temizlik. Bizi, iki kızını sevmeye vakti yoktu. Ev, onun komuta alanıydı. Her yana serdiği dantel örtüler milim yerinden oynayacak diye ödümüz kopardı.”
‘Artık bir işim var. Fal bakacağım. İyi de nasıl? Bakıp ne yazacağım? Felsefe okumuş insanız bunu mu yapamayacağız… Off… İş mi ulan bu?’
Aylardır dokuz numaranın yolcularından biriydi kendi de. Ustaca kesilmiş bakımlı saçları, düzgün kıyafetleri, yüz ifadeleriyle diğer sekiz otobüsü bekleyenlerden hemen ayrışırdı bu otobüsün yolcuları.
Dibe vurmak güzeldir değil mi? Çakılırsın yere sonra yavaş yavaş çıkarsın yukarı doğru. Yani eğer bir tanrı varsa böyle olmalıydı.
Derin bir iç çekip gözlerini kızının ayak parmaklarından lime lime edilmiş kendi el bileklerine çevirdi. Sol el bileği daha az acı veriyor ama sağ el bileğine oranla daha çirkin görünüyordu.
‘Ne olduysa, o sıra olmuş. Atmış kalemi elinden. Tutmuş mektubu, Bir iyice buruşturmuş. Sımsıkı kapalı avucunun içinden, İncecik çığlıklara benzer, Birtakım sesler yükseliyormuş.’
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN






















