GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kırda bir pazar
Küçük bir kız çocuğunun öyküsü bu. Yasemin Yazıcı’nın kaleminden hayatın acımasızlığı ile çok erken tanışan bir çocuğun öyküsü…

Şeftali ağaçlarının pembe çiçekleriyle erik ağaçlarının beyaz çiçekleri uçuşarak savruldu; ardından birbirine karışıp usulca döküldüler taze çimenlerin üstüne. Pembe, bulaşıkları sabunluyordu. Camdan dışarı baktı. Baharın taze renkleri kalbine bir dirim bıraktı. Pencereyi açtı. Çiçek, yeni çimen, kekik... Ve adını bilmediği tüm bahar kokularının karışımını derin derin soluklandı. Elindeki köpüklerden balonlar yapıp dışarı üfledi. Şişkin, kristal renkli baloncuklar uçuşurken geri dönüp neşeyle gülümsedi. Annesini izleyen Berfin’in yüzüne de içli bir gülümseme yayıldı. Pembe bulaşık sonrasında, ellerini duruladı. Mutfaktaki tahta sedirde oturan sarı saçlı, yeşil gözlü Berfin’in yanına geldi. Bir öpücük kondurdu yanağına. Küçük kız sevinçli bir kahkaha attı. Bilmeyene tuhaf gelen sesler çıkarıyordu gülerken. Berfin sağır ve dilsiz doğmuştu. Annesi dışında hiç arkadaşı da yoktu. Pembe, her anne gibi canının bir parçası sayardı kızını. Genç yaşındaki tüm şanssızlıkları onunla avuturdu. Her şeye karşı gelebilirdi onun için.
Berfin altı yaşında. Okul’u ve arkadaşları televizyondan tanıyor.
Mutfak tezgâhında derisi yüzülmüş kocaman dana başının, ağzı bir yana alnı bir yana ikiye bölünmüştü. Soyulurken zedelenmiş gözleri, sanki korkudan donmuş; derme çatma bir kulübede yaşanan bu ıssızlıkta, canlanmayı bekliyormuş gibi bakıyordu. Pembe yemeğe lezzet kattığı, kendilerine güç verdiği için kutsal bir törenle pişirirdi bu dana kafalarını. Şahin zaman zaman bir dana kafası getirirdi. Biraz da paraları olurdu o günlerde... Pazara çıkar, yüreklerini sevindirecek kadar alışveriş yapar, sonrasında hayatları düzelmişçesine dönerlerdi kulübelerine.
Şahin işsizdi. Gelgeç çalışmalardan alıp getirdiği yiyeceklerle hiç olmazsa aç kalmadan yaşayabilirlerdi ; bazen de hiçbir şey olmazdı evde. Pembe bir avuç un katar suya, çorba yapardı. Berfin de yakınmazdı. Belki hoşlanmazdı. Ama söyleyemezdi ne olsa konuşamazdı. Annesiyle arasında yalnızca kendilerinin anladığı bir işaret dili kurulmuştu. Bebeklikten çocukluğa geçerken, kendilerinden başka kimsenin anlamadığı bir dilsiz alfabesi keşfetmişler; aralarındaki sessizliği böylece anlama dönüştürmüşlerdi.
Berfin duymadığı için her şeye dokunur, titreşimleriyle duyumsardı hayatın nesnelerini. Sevgi ve korkunun duyumları, onun parmak uçlarından kalbine dolarken, gözlerinde kalan sessiz görüntüler sesleniverirdi böylece. Hayat usulca anlamlanırdı, günden güne hızla serpilen çocukluğunda. Hızla sevdiği elbiseler küçülür, ayaklarına tam gelen ayakkabıları vurmaya başlardı çabucak. Oysa tüm bunlara sahip olmak öyle zordu ki! Annesinin günlerce hüzünlü bakışlarla, dudak kenarlarını kemirmesini görürdü, küçülen her giysisinde. Bir kaygı dolardı bakışlarına, ta ki yenisi bulunup buluşturulana dek.
Tuhaf bir hayattı onlarınki.
Dile getiremese de, bu garipliği hissederdi Berfin. Bu anlatımsızlık usul usul ruhuna işlerken, annesiyle mobilyası çizik dolu televizyonun, titrek görüntülü filmlerine baka baka uyur kalırdı; küçük bir çocuk yorgunluğunda. Düşlerinden çoğunlukla, ter içinde uyanırdı. En çok sessizlikte yürüyen kendi hayalini görünce, hemen uyanmak isterdi. Bağırır. Sesi çıkmazdı. Ağlamaya başlardı. Annesi koşar; öper yanağından; terli yüzünü okşardı. Korkunun izlerini silmek istercesine. Sonra, gün boyu dudaklarında o inceden gülümseme yeniden oyunlara dalardı bahçede... Şahin’i beklerdi yolun kıyısına dek inip. Tek tük geçen arabalara bakardı. Bazen çocuklar olurdu arabaların içinde. Onları görünce yine o tuhaf huzursuzluğu duyardı. Kısa bir an sürerdi bu çocuklarla bakışmaları. Yine de canı sıkılır gibi olurdu Berfin’in nedense. Çocuklar el sallardı kimileyin, gözlerinden hızla geçip giderdi görüntüleri... Berfin uzun süre bakakalırdı arabadan arta kalan boşluğa. Bu hiç bilmediği hayatların bıraktığı imlerden bir üzünç, biraz da merak duyardı. Sonra televizyonda izlediği dizilerin görüntüleriyle birleştirir, kendine ait bir hikâyeye dönüşürdü düşleri.
Yol kıyısındaki çimenlere oturup çok aralıklı geçen arabaları beklerken, topraktan eline vuran o uzak sarsıntıları az öncesinden duyardı; ardından hızla bir araba geçerdi... Baharla çoğalan arabalar kışa doğru seyrekleşirdi. Hatta bazen günlerce hiç görünmezlerdi. Büsbütün ıssızlık olurdu orman kenarı.
Bu ıssızlıklarda annesi daha fazla sokulurdu Berfin’e. İşaretleşerek konuşup, oynarlardı birlikte. Şahin sık sık kente giderdi; uzaklara. Uzaklarda para arardı; muştularla geri dönmek için.
Dönerdi. Yüzünde mahcup kederli bir gülümseme. Anne-kız hemen anlardı; hiç para bulamadığını. Üçü de ses etmeden televizyonun parazitli görüntülerine bakar, konuşmazlardı. Bu dilsizlikten ürperirdi Berfin. Onların bir daha hiç konuşmayacaklarını, kendisi gibi dilsiz olacakları sanısına kapılırdı. Küçük kalbinde kocaman bir ürküntü çarpardı. Korkardı. Onların suskunluğundan sonra gelen ölümsü ıssızlığı duyumsar... Bu ıssızlıkta kimsenin bilmediği bir yerde kaybolmaktan kaçmak isterdi. Berfin dilsizliğinin bir tek annesiyle çözüldüğünü bilirdi.
Ya üçü birden susarsa kim anlayabilirdi ki onları?
Böyle zamanlarda kendince sesler çıkarır. Şahin’in sıkıntısı büyütürdü bu hırçın ses titreşimleri. Kabaca çekiştirirdi Berfin’i. İtekler. Berfin susmazdı; vücudundaki titreşimler, onların titreşimleriyle birleşirken içindeki korkuyu bastırmaya çalışırdı. Şahin’in sabrı tükenir, sinirleri gerilir, öfkesinin içinde kaybolup... Vurmaya başladığında üzerine kapanan annesinin sıcak ve güvenli karanlığına sığınırdı. Ardından tüm karşılıklı seslerin hızlı yüksek titreşimleri azalır, biter; birlikte ağlarlardı usulca... Şahin hemencecik pişman olur, birbirine sarılıp öylece yeniden bakarlardı televizyonun görüntülerine. Sobanın duvarlarda oynaşan alev gölgelerini izlerken, yavaşça dalıp giderdi uykusuna.
Kuzinenin üzerinde kaynamakta olan dana başı, kocaman iki tencereye ancak sığışmış, kokusu mutfağı sarmış, buharı camları buğulamıştı. İnce parmaklarıyla buhar katını silip, sedirin yanındaki camdan dışarı baktı Berfin. Baharın yeni sürgün dalları, ağaçları aydınlık bir yeşile bürümüş, yerde renk renk kır çiçekleri çimenlerin arasından ince boyunlarını uzatmışlardı. Üzerinde uçuşan kelebeklerle, gezinen böceklerle yeniden yaşamaya başlamışlardı. Annesi dışarıda odun kesiyordu. Baltayı her vuruşunda parçalanan odunlardan küçük paçalar fırlıyordu yere. Annesinin yüzü örtülüydü, el örgüsü bir hırka vardı üzerinde ve baltanın inip kalkmasıyla eğilip dikilen annesinin görüntüsüne yabancılaştı birden. Başka biri gibi geldi ona. Korktu biraz. Sonra, yüzünü çevirdi annesi. Camdan el salladı Berfin. Annesi gülümsedi sadece. İşine çevirdi başını. Annesine kır çiçekleri toplamak istedi canı. Kalktı oturduğu sedirden.
O sıra tencerelerden taşan suyun kabaran köpükleri, sobanın kızmış saç kaplamasında cızırdamaya başlamıştı. Berfin tam çıkarken gördü. Kapağı açtı. Annesi öğretmişti. Taşması azaldı kaynayan suyun. Dananın gözleri hala canlı gibi bakıyordu tencereden. Suyla kımıldayan baş, hareket ediyor gibi sarsılıyordu kaynarken. “Hiç ölmeyecek mi bu dana?” diye düşündü, geri dönüp tam dışarı çıkacakken, annesi kucağında odunlarla içeri giriyordu ki çarpışacak gibi oldular. Berfin taze odun kokunu bir an solukladı, koşarak dışarı çıktı.
Güneşin ılık sıcaklığı vurdu sırtına. Kır çiçeklerinin yoğunlaştığı yere doğru seğirtti. Renk renk çiçekleri toplamaya başladı. Dananın ölmeyen gözlerini unutuverdi. Hafiften esen rüzgârla uzun otların dalgalanışını seyretti. Otların arasından nemli toprağın yumuşaklığına basarak aşağıya doğru koşar adım yürüdü. Durdu. Ayaklarının altında titreşimleşen toprağı duyumsadı. Bir araba geliyordu.
Bugün Pazar. Kır gezintisine çıkan arabalar gelmeye başladılar demek ki!
Elindeki çiçekleri sallayarak yola doğru inmeye başladı. O sıra mavi bir arabanın burnu ve gövdesi göründü yukarıdan. Geçip gitmedi. Araba yavaşladı. Berfin usulca bir ağacın arkasına çekildi. Araba durdu. Berfin yakınındaki çalıların ardına gizlendi. İki adam vardı. Biri arabanın içinde bekliyordu. Sigara yakmıştı. Öteki yukarı doğru tırmanıyordu. Berfin çok şaşırmıştı. Önceden hiç olmayan bir durumdu.
İyilik ya da kötülük müydü gördükleri...
Ne yapacağını bilmeden ağacın gölgesine sinmiş, öylece bekledi bir süre. Birden annesine haber vermesi gerektiğini düşündü. Adamın izleyerek ardı sıra gizlice tırmandı yeniden. Geriye baktı. Aşağıdaki adamın sigarasının dumanı havada incecik yollar çizip kayboluyordu. Berfin soluk soluğa kalmıştı. Cılız, çocuk bedenini ter basmıştı. Yanakları kıpkırmızı olmuştu. Gözleri yaşarıyordu nedense. Küçük kulübelerini görünce heyecanlandı.
Kapı aralıktı.
İçeri girdi. Gördükleriyle duraksadı. Annesi tıpkı dana başı gibi gözleri açık, yerde yatıyordu. Adam elinde kocaman silah öfkeyle bakıyordu. Yüzünün rengi kara kızıl kesilmişti. Gözleri köz gibi parlıyordu. Kızı görünce konuşmaya başladı. Berfin anlamadı, duymuyordu ki söylediklerini. İçinden tutulmuştu. Öylece yeşil gözlerini yuvarlayarak bakıyordu bir annesine bir yabancı adama. Korku ve acıyla. Annesinin üstüne kapandı hızla. Önce eski bir ıssızlık hissetti, sarstı usulca annesini, sıcak ince bedenini yokladı yeniden canlandırmak istercesine. Gözyaşları hızla akıyordu yüzünden. Kendi sesinin titreşimleriyle doldu kalbi. Titreşimler güçlendi. Çığlık oldu. O anda birdenbire düştü başı. Sarı saçları annesinin göğsüne döküldü. Ellerinde son bir seğirme oldu. Yaşam durdu. Usulca soğumaya yüz tuttu bedenleri; kanları karışarak akıyordu birbirine.
Kapı açıktı. Adamlar gitmişti. Dışarıdaki bahar esintisi kapıyı usulca çarptırıyordu duvara. Kuzine ateşinin son közünde, dananın başı hala kaynıyordu. Camlarda buğular örtülüp açılıyordu... Küçük kızın elinden düşen kır çiçekleri eşikte dağılmıştı gelişi güzel.
Günlerden pazardı. Ama pazar bunu bilmiyordu.

***

Ersen, jandarma cipine bindi. Dalgındı bakışları. Genç komutan içindeki hüznü bir türlü adlandıramıyordu. İlk gittiği olay yeri değildi. Tıpkı orman yakınındaki gölde boğulan çocukları, gençleri aradıkları zamanlardaki gibi... ölümü kanıksayamıyordu hala. İçine üzünçlü bir ürperme doluyordu cesetlerin suda şişmiş yüzlerine baktıkça. Bu kezse, tadını yeni duyumsadığı başka bir üzünç sarmıştı benliğini. Ruhu bir ağa yakalanmışça çırpınıyordu bedeninde. Geriye doğru yaslandı.
Cip ormanın içine doğru ilerliyor, birbirinden uzak çiftlik evlerinin önünden geçiyorlardı. Soluğu kesilir gibi oldu. Camı indirdi. Bahar çiçeklerini yüklenmiş hava yüzünü sertçe okşadı. Avlularda gezinen kümes hayvanlarının, birbiriyle oynaşan köpeklerin seslerini duyuyordu; az ötede taze çimenlerin üzerine dağılmış, başlarını hiç kaldırmadan otlayan inek sürüleri görünüyordu. Beyaz bulutlu bir hava gölgeliyordu, kırsalın dingin yaşamını. Başka zaman olsa, bu çiçek kokulu hava, bu çayır görüntüleri mutlu ederdi Ersen’i. Ne de olsa, kırlık bir yerde büyümüş bir çocuktu bir zamanlar. Bu yollardan her geçişinde, duyduğu kokular, camdaki görüntüler onu çocukluğunun tasasız günlerine götürürdü.
Bu göl kenarındaki kasabaya atandığında, hem de ilk kez komutan olarak ne denli sevinç duymuştu kalbinde.
Ersen camı örttü. Cipin içine kurulmuş taşınabilir bir bürosu vardı. Koltuklar çıkarılmış, bir masa eklenip, bilgisayar verilmişti genç komutana. Böylece olay yerine gidip, hemen kolayca tutanakları hazırlayabiliyordu. En çok ailesi şaşırmıştı Ersen’i böyle gördüklerinde. Kocaman bir cip. Önde iki er, biri şoför öteki yardımcısı. Ablası gururla gözlerinin içine bakmış “Ersen’cim, tıpkı yabancı filmlerdeki polislere benzemişsin” demişti. O anda ailesinin gözlerinde, onlara ne kadar umut verdiğini görmüştü. Babası ilkokul öğretmeniydi. İnsancıl ve yurtseverdi. Hep kısıtlı parasına karşın, saygın bir öğretmendi babası. Öğrencileri babasına duydukları minnetti anlata anlata bitiremezlerdi. Ve, Ersen, bundan gurur duyardı, ablasıyla birlikte.
Bilgisayarını açtı. Dosyaları taradı. Aradığı dosyayı buldu. Tıkladı. Açıldı. Tutanakları okudu. Şimdi, Pembe ve kızı Berfin gözlerinin önündeydi.
Uzunca boylu, ince yüzlü, kumral saçlı genç kadının ürküntü dolu yeşil gözleri nereye bakacağını bilemiyor, sık sık kendi ayaklarına, eteklerine, masanın üstüne çevriliyordu bakışları. Kadının güzelliğinde insanı üzen bir bakımsızlık, yorgunluk vardı. Ersen’in yüzüne bakamıyordu türlü. Küçük kız, annesinin yanına sokulmuş, genç jandarma subayını tepeden tırnağa inceliyordu iri yeşil gözleriyle.
—Kız senin mi?
—Evet.
—Okula gitmiyor mu?
—Sağır, dilsizdir o.
—Neden burada kalıyorsunuz?
—Şahin, benim beyim. Ötedeki çiftlikte kesimde çalışıyor bazen. Bizim darda olduğumuzu söyleyince adam burayı açtı bize.

***

Ersen anımsıyor. O kulübe benzeri evi gezerken, duyumsadıklarını anımsıyor. Evin içindeki yoksulluğun küçük sevinç ve umutlarla aydınlatılmış ışığını görünce, algıladığı o tuhaf iç kamaşmasını duyumsuyor yeniden. Paslı teneke kutulardaki yabani sarmaşıklarını, duvarlara asılmış elişi resimlerini, kavanozlara yerleştirilmiş taze bahçe çiçeklerini... Eski koltuğa serilmiş kilimin sıcak renklerini, küçük işli yastıkları... Çerçevelere tutturulmuş dantel perdeleri... Eve sinmiş o yeşil sabun kokusunu anımsıyor. İçeri girdiğinde birden hiç beklemediği, kanını ısıtan bir huzur duygusuyla karşılaşmış, çok şaşırmıştı gördüklerine.
Genç kadının onca yoksulluğa karşın, inatçı bir umutla tertiplediği yuvasında, kendisinin ertelenmiş ev özlemini, geçmişte kalan bir kadın sıcaklığını duymuştu. Bu duygularından sıkıntıyla yere indirmişti bakışlarını. Pembe, bacaklarına sarılmış Berfin’in ince telli, sarı saçlarını okşuyordu; kısa ürküntülerle seğiriyordu gözleri...
Genç jandarma da onu şaşırtmıştı; iyi ütülenmiş, keskin çizgili pantolonu, parlak tozsuz rugan ayakkabıları, hafifçe yana yatırdığı şapkası, geldiği köydeki kaba jandarmalara hiç benzemiyordu. Bir filmin içinden gelen oyuncu gibiydi Ersen. Tıraşlı yüzünü aydınlatan beyaz dişleri, kırmızı yanakları üstünde parlak siyah gözleriyle öyle farklıydı ki... Pembe sessiz bir çekimle hem ürkerek hem de hayranlık duyarak odanın kenarında kızına dayanıyor, utancından bakışlarını kaçırıyordu durmaksızın.
Göz göze gelmeksizin bir an öylece durmuşlardı karşılıklı. Ersen, ne yapması gerektiğini bilmiyordu sanki. Kapıdan çıktı. Kararsızca duraksadı; aniden geri döndü. Arkasından baka kalmış genç kadının gözleriyle karşılaştı. Hızla birbirlerinden bakışlarını çektiler o sıra. Ersen’in bilinci karıştı.
Başka bir kır kasabasında kalan başka bir genç kadını anımsatıyordu Pembe’nin varlığı. Unutmak isteği hayatının bir parçası geri gelmişti. Bu hayalin peşinde sürüklenen düşlerin eski duyguları yenileniyordu kalbinde. Geçmişin baskısından kurtulmak isterken şapkasını düzeltti sertçe. Başını dışarı çevirerek konuştu kesinkes vurgularla.
—Söyle de, beyin gelince beni bir arasın. Böyle kadın başına yalnız bırakmasın seni buralarda.
Pembe gülümsemişti; bu esirgenme duygusundan hoşnut olmuştu.
—Başın sıkışınca ara beni. Ersen komutan dersin jandarmadan hemen bulurlar.
Pembe yutkunmuş “sağ ol “ demişti çekingen bir sesle.
Ersen, anımsadıklarından kederlenmişti. Başka bir kasabada gömülü hayallerinden korkmuştu en çok. Geriye attığı o aşk suçluluğu yeniden ruhuna yerleşmişti. Sigara içmezdi. Bazen canı istiyordu nedense. Ön camı çaldı. Erlerden istedi. Usul usul tüttürmeye başladı. İçindeki üzüntü tütünün acı tadına karıştı. Bir kadersizlik duyumsadı; bir yanlışlık duygusu bastırdı kalbine. Az ötede tepeler göründü. Taze yeşil yapraklarla bezeli ağaçlar kımıldamaksızın duruyor, batan güneşin kızıllığı vuruyordu üstlerine.
Şimdiden ağaçların altında gizli kulübeyi görmüş gibi hissetti Ersen. Ürperdi tepeden tırnağa. İzmariti fırlatıp attı camdan dışarı.
Cip yoldan ayrılıp mavi arabanın park ettiği boşluğa girdi. Durur durmaz koşarak inen çelimsiz er, kapıyı açtı; Ersen dışarı çıktı. Yerde duran taze araba izlerine baktı. Telaşla” İzlere basmayın sakın.”diye uyardı erleri. Özenle geri çekildiler. Yerdeki ayak izlerine basmamaya çaba göstererek çıktılar yukarı.
Kapı açıktı. Ersen yaklaştı. Duraksadı. Kimse yok mu? diye ünledi birkaç kez. İçerinden pişmiş bir et kokusu geliyordu. Bir an umutlandı Ersen. Belki aldıkları ihbar yalandı. Yemek kokusu, yaşayan bir evin kokusunu çağrıştırıyordu. İlerledi. Belki kız ve annesi çevrede geziniyordu. Belki kadının kocası dönmüştü. Belki... İçinde kabaran umutlu duygularla kapıdan girdi; dondu kaldı yerinde. Başını öte yana çeviremiyordu bile içindeki donukluktan.
Birbirlerinin üstüne düşmüş bedenlerin kanları pıhtılaşmış, küçük kızıl göletlere dönüşmüştü. Üzerlerinde doluşan sinekler konup havalanıyor ardından kuzinenin üstündeki tencerelere üşüşüyorlardı.
Ersen içinden yükselen kusma isteğini bastırmaya çabalayarak yanı başında duran erin sesiyle kendine kendine geldi.
—Komutanım bahçede bir adam var.
Er, heyecanla arka tarafı işaret ediyordu.
Ersen elini silahına attı; dışarı çıktı. Bahçeye serili çamaşırların gölgesinde zayıf, ince yapılı genç bir adam, yerde odun kırılan geniş taşın üstüne oturmuş, dudaklarını kımıldatarak anlaşılmaz bir şeyler konuşuyordu. Bakışları asılı çamaşır gölgelerine çakılı, durmadan konuşuyordu.
Ersen ve erler bir süre sessizce izlediler Şahin’i.
Elini silahından çekti. Yaklaştı. Omzundan tuttu Şahin’in. Boş gözlerle bakıyordu genç adam. Yüzünde erken yorgunluk çizgileri, gözlerinde kapkara bir umarsızlık.
—Sen kocası mısın?
Şahin kısa bir bakış sonrasında başını salladı. Ağlıyordu şimdi.
—Sen mi yaptın? dedi Ersen.
Şahin sustu. Baktı”.Ben mi?”diye yineledi güçsüzce.”Bilmem “ dedi. Sustu yeniden. Sonra dalgın bakışlarla usulca başladı konuşmaya.”İki yıl oldu kaçırdım onları.” Bir düşte gibiydi konuşurken.Ersen adamın taşın üstünde iki büklüm çömelerek, küçülmüş varlığına bakarken hala sesler işitiyor; tuhaf bir ruhsal ikilem içinde bocalayarak dinliyordu .Sözcükler söyleniyor mu yoksa kendi düşünde mi uyduruyordu? O sıra, Şahin ellerini başının iki yanına almış, taşın üstünde tünemiş, ağzını göğsüne gömmüştü.
Konuşan o muydu gerçekten?
“Önce ben sevmiştim Pembe’yi. Olmadı. Bizim oraları bilir misin? Herkes birbirinin kaderini çizer. Çizilene karşı geldik. Onları kaçırdım. İki yıldır kaçaktık zaten.”
Kuşkuyla genç adamın dertop gölgesine baktı. O mu söylüyordu tüm bunları... Belki de kendi sesli düşünceleriydi içinden geçen.
Duraksadı bir an.
Dinlerken gözlerinde canlandı sözlerin imgeleri: Pembe ve küçük kızı Berfin. Gecenin bir yarısı usulca kaçıyorlardı köyden. Köyün alacaca karanlığından gitgide uzaklaşan adımlarını işitiyordu. Koşuyorlardı... Koşuyorlardı. Gün doğuşunun ilk alacası belirmişti gökyüzünde. Kuşlar uçuşuyordu sarımtırak mavimsi ışıklarda... Üç gölge ufka doğru koşuyordu.
Arkalarından bakıyordu Ersen... Gün ağardıkça açıldı gölgeler... Pembe, Berfin ve Adam arkasını dönüp geriye baktılar. Üzerinde jandarma giysisi vardı adamın. Kendini görmüştü Ersen... Sonra küçük kızın yüzü değişti başka bir kız oldu, genç kadın da eski kasabadaki genç kadına dönüştü.
Soluğu kesilir gibi oldu. Kendini hem korkak hem katil duyumsadı. Alnında terler boncuklandı. Birbirine karışan hikâye sayfalarına dönüştü hissettikleri. Ersen sevdiğini kaçırmamış, kendi kaçmıştı bir zamanlar.
Eskiden.
O sıra, erin sesi duyuldu yeniden.
—Komutanım karakola haber verdim. Cesetleri almaya gelecekler!
Ersen silkindi düşüncelerinden. Şahin’in gözlerindeki acı ve korkuyu kendi gözlerinde duydu. Elini omzuna attı. Şahin ayrımsamadı bile.Ruhu tutulmuştu.
—Vuranları tanıyorsun demek... dedi. Öylesine görevli sözler etmek için. Belki.
Şahin hala asılı çamaşır gölgelerine bakıyordu. Sırıkların arasına gerilmiş ipte usulca sallanan çoktan eprimiş giysiler... canlı kalan yalnızca onlardı sanki. Gerisi korku düşleri. Uyanınca geçip gidecek...O sırada bir akşam esintisi çıktı. Yeşil çimenlerin üzerinde usulca dalgalandı, gün batımının kızıllıklarına karışan çamaşır gölgeleri. Ve, pişmiş dana kokusu... Her yanı sarmıştı. Ve, sineklerin sinir bozan vızıltıları kulaklarını tırmalıyordu.
Şahin konuşmuyordu. Dudakları kımıldıyor, içinden anlatıyordu. Tümceler sessizlik kesilmişti. Söz yenik düşmüştü hayata.
Ersen yakınındaki ere seslendi. “İki sigara atsana...” dedi. Birini Şahine uzattı. Ötekini kendi dudaklarına. Ölümün kıyısında ortak bir keder dumanlandı.
Törenin karanlığında, öldürücüler çoktan kendi kaçaklıklarına gizlenmişti. Herkes ölüm ölüme geçen zamanın nöbetçileriydi; bir namlunun uçunda bekleşen.
Düşlerde hep bir kurşun sesi. pat! pat!

Ocak - 2006 - Moda

Öykü Yasemin Yazıcı'nın Tırtıl Yağmuru kitabından alınmıştır.

YASEMİN YAZICI KİMDİR?
İlk yazıları 1978 yılında Demokrat İzmir gazetesinde yayımlandı. Daha sonra, Cumhuriyet, Yazko-Somut, Sanat Olayı gibi gazete ve dergilerde çalıştı. Sinemada yönetmen yardımcısı, prodüktör, senarist ve TV filmi yönetmeni olarak görev aldı. İlk romanı Kaybolan Kasaba 1990 yılında yayımlandıktan bu yana deneme, roman ve öykü türünde yazmayı sürdürüyor.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kendine ait bir oda ve daha başka şe...

Mutfak masasında yazı yazan, başka gezegenden gelen birine bir gazete sayfasından dünyayı anlatan ka...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Ostrovski

Şehri binlerce gözde terk ettim. Büyük kemerin altından geçerken hepiniz ordaydınız. Kapılar ardımda...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Melodram

“Erkek milleti ulaştığı kadını terk eder demiş Zeliha. Çok saçmaymış Zeliha’nın sözleri. Madem bunun...