‘Çocukluğumuz şiddetle geçti, işçiliğimiz böyle gitmesin’
Üç metal işçisi kadının hikayesini ortaklaştıran şey, çocukluktan yetişkinliğe maruz kaldıkları şiddet. 'Böyle gitmez' direncini onlara veren ise kurdukları dayanışma, birbirlerine uzattıkları el...

Karşımda en büyüğü 25 yaşında, üç genç kadın. Üçü de metal işçisi. Gençlik enerjileri, heyecanları yüzlerine, mimiklerine, hal ve hareketlerine yansımış. Konuşurken oturdukları sandalye dar geliyor. Yer yer güçlü kahkahalar atıyorlar, yer yer ses tonları yükseliyor. Dışardan bakan için ne kadar da hayat dolular. Şenay, Banu ve Gül*, üçü de aynı fabrikada çalışıyor. Birbirine yakın tarihlerde işbaşı yapmışlar. Öncesinde birbirlerini tanımayan, farklı bölümlerde çalıştıkları için belki de ilişkileri bir merhabadan öteye gitmeyecek olan bu kadınları, birbirine yakınlaştıran benzer yaşanmışlıkları. Üç genç kadının da ‘hayatımızın tam ortasında’ diye tarif ettikleri şiddet, evde, işte, sokakta kısacası hayatın her alanında yaşadıkları şiddetle baş etme yöntemleri, birbirlerini sağaltma çabaları yollarını kesiştirmiş. Şiddetin her türü ile mücadelenin panzehrini “bir araya gelmek, daha çok konuşmak, daha çok direnmek” diye tarif eden kadın işçilerle 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü’nü konuşuyoruz.

ŞENAY’IN HİKAYESİ: ‘BENİM HAYATIMDA DAYAK, EKMEK VE SU GİBİYDİ’

Şenay ekibin en genci, henüz 23’ünde. Daha kırkı çıkmadan annesini kaybetmiş. Küçücük bir bebekle tek başına kalan baba, aile büyükleri ve yakınlarının “Erkek başına bu bebeğe nasıl bakacaksın, kız çocuğunu nasıl büyüteceksin…” yönlü baskı ve telkinlerine dayanamayarak apar topar evlenmiş. O evlilik Şenay’ın hâlâ sesi titreyerek anlattığı travmalarının da başlangıcı olmuş. Şenay 10 yıl boyunca üvey annesinin yer yer işkenceye varan şiddetine maruz kalmış.

Şenay “Biliyor musunuz benim hayatımda dayak, ekmek ve su gibiydi. İlkokula başlayana kadar bunun anormal bir durum olduğunu anlayamadım. Yersin, içersin, dayak yersin. Hayatımın ilk 10 yılının özetiydi bu. Babam bu yaşadıklarımı bilmiyordu. Bazen gözüm mor olurdu, ‘Nasıl oldu’ derdi babam, ‘Kapıya çarptım’ ya da ‘Düştüm’ derdim. Söylersem daha kötüsüyle karşılarım diye hep susardım. Ben sustukça şiddetin dozu da artardı. Bir keresinde hastanelik olduğumda doktor babama ‘Bunun düşmeyle ilgilisi yok, bu çocuk şiddet görmüş’ deyince gerçek açığa çıktı ve babam o kadından ayrıldı. Ama o 10 yıl bende çok büyük yaralar açtı” diye anlatıyor.

Bir süre sonra babası ikinci kez evlenmiş, bu kez evlendiği kadın annesinin en yakın arkadaşıymış. Bu karar Şenay’la konuşulmamış, hiç görüşü alınmamış ve bir süre anneanne ve dede ile yaşamış Şenay. Bu evlilik de sona erince Şenay ile babası birlikte yaşamaya başlamışlar. Babasından hiçbir zaman fiziksel şiddet görmediğini söyleyen Şenay, psikolojik şiddetinse hiç eksik olmadığını ifade ediyor. Şenay “Onun için yaptığım her şey yanlış ya da eksikti. Ondan hep destek bekledim, hep onaylanmayı bekledim, hep takdir edilmeyi bekledim. Onun beni sahiplenmesi için yaptığım her işte hep en iyisi olmaya çalıştım. Sanırım hala da bunu yapmaya çalışıyorum” diyor.

BANU’NUN HİKAYESİ: ÖFKENİN YÖNELDİĞİ ÇOCUKLARIN ÇARESİZLİĞİ

Banu, dört çocuklu, Karadenizli bir ailenin en büyük çocuğu. En büyük dediysek daha 24’ünde. Anne birer yıl arayla dünyaya getirmiş çocuklarını. Ev işi, dört küçük çocuğun bakımı, fındık tarlasında öğütülen bir beden… Baba da çalışmak için yurt dışına gidince bunca yükün altından tek başına kalkmaya çalışan ve kalkamayan anne hırçınlaşmış. Öfkesini çocuklardan çıkardığı zamanlar çok olmuş. Banu “Annemin öfkesine, hiddetine en çok ben ve benim küçüğüm tanık olduk. Çok döverdi bizi. Sobanın demir çubuğu ile vurduğu da oldu, bizi banyoya kilitlediği de. Dört duvar arasında, dört küçük çocuk. Küçükken anlamıyorsun tabi ama büyüyünce onun yaşadığı çaresizliği kavrama şansın oluyor. Liseye geldiğimde çok ısrar ettim ona ‘Çık şu dört duvar arasından’ dedim, çalışması için teşvik ettim onu. Annem çalışmaya başladı. Biz de kardeşlerimizle ilgilendik. Kendi ayakları üzerinde durdu, hırçınlığı, öfkesi her gün biraz daha azaldı. Şimdi konuştuğumuzda, o günleri hatırladığında çok ağlar annem. Bizden af diler, özür diler” diyor.

GÜL’ÜN HİKAYESİ: PORTMANTODA ASILI KALAN ÇOCUKLUK

Ekibin yaşça en büyüğü olan Gül, Doğu Anadolulu bir ailenin dört çocuğundan üçüncüsü. İşçi bir baba, çalışmayan bir anne, çokça yaşanan geçim zorluğu… “Bir spor ayakkabı ile bütün bir yılı geçirdiğimiz zamanlar çok oldu, çünkü bot alacak paramız yoktu” diyen Gül de babasından şiddet görmüş. Bir keresinde babasının onu portmantoya astığını söyleyen Gül “Portmanto görmeye dayanamıyorum. Nasıl yaparsın ya küçücük çocuğum ben, ne yapmış olabilirim ki! Çocuksan, hele de kız çocuğuysan sana söyleneni yapmak zorundasın, itaat etmek zorundasın. İtiraz etme şansın yok. İtiraz edersen sonuçlarına da katlanırsın” diyerek yaşadığı şiddeti anlatıyor.


ORTAK HİKAYELERİ KESİŞTİREN DİRENÇ

Aynı fabrikada çalışan Şenay, Banu ve Gül’ün buluşmasını sağlayan ortak bir arkadaşlarına yaptıkları ev ziyareti. Birbirlerini hiç tanımayan beş kadının buluştuğu o evde sohbet sohbeti açmış, benzeşen hayatlar, yaşadıkları şiddet ve ayrımcılığa duydukları öfke, ettikleri itirazlar bu üç kadını birbirine yakınlaştırmış.

Çalışıyor olmalarının kendilerini güçlendirdiğini söyleyen Şenay “kendi paramı kendim kazanıyorum. Kimseye minnet etmiyorum. İşyerinde de bir kadın olarak ayakta durmaya, tutunmaya, önüme çıkarılan engelleri aşmaya çalışıyorum. Kendimi yalnız hissettiğim zamanlar çok oldu. Çocukken gördüğüm şiddet beni çok içe kapanık bir insana dönüştürmüştü. Kolay kolay arkadaşlık kuramıyordum, kolay kolay kimseye güvenemiyordum. Nasıl oldu bilmiyorum, Gül ve Banu ile konuşunca gördüm ki aslında hepimizin yaşadıkları benzer. Onlarla konuşmak bana çok iyi geldi. Konuşmak, paylaşmak, dayanışmak çok güzel. Sanırım bu biz kadınlara özgü, kadın olmak hayata bir sıfır geriden başlamak gibi. Her yerde her zaman direnmek zorundasın, mücadele etmek zorundasın. O yüzden birbirimizi çok iyi anlıyoruz” diye konuştu.

İŞYERİNDE DEVAM EDEN ŞİDDET, AYRIMCILIK

Çalıştıkları fabrikada kadınların yaptığı işin erkek işçiler tarafından küçümsendiğini aktaran Gül “evet erkeklerin yaptığı kimi işler çok zor, bizim beden gücümüzün üzerinde. Ama bizim yaptığımız işte kolay değil. Kimse bize oturduğumuz yerden para vermiyor. Hepimiz saniyelerle yarışıyoruz, hepimiz işi yetiştiremezsek aynı baskıyla karşılaşıyoruz. Yönetim erkek işçiyle, kadın işçiyi hatta kadın işçiyle kadın işçiyi karşı karşıya getirmeyi iyi biliyor. Hep bir rekabet ortamı yaratıyor ve bu maalesef işe yarıyor. Çoğu zaman kadın işçiler karşı karşıya getirilebiliyor” diyor.

“Bizi birbirimize düşüren çok şey buluyorlar” diyen Banu sözlerini şöyle sürdürüyor: “Mesela bir kadın arkadaşımız hasta olmuş, revire gitmek için ustadan izin istiyor. Usta diyor ki ‘Sen de hep hasta oluyorsun, bak Banu öyle mi?’, ‘Sen işi yetiştiremiyorsun, bak Gül öyle mi?’ Bu sözler hiç eksik olmuyor ve bir rekabet ortamı yaratılıyor. Sadece kadın işçiler arasında değil erkek işçilerle kadın işçiler arasında da…”

“Kartı bastıktan sonra insanlığımızı dışarda bırakıp içeri giriyoruz” diyen Şenay fabrikadaki üretim sisteminin özünü “varsa yoksa üretim” şeklinde özetliyor. Şenay “Arkadaşınla konuşamıyorsun, arkadaşına maaşını sorman yasak. Senden bütün hislerini, duygularını dışarda bırakmanı istiyorlar. Adeta gazla çalışıyoruz. Bu kadın bu işi yapamaz diyorlar, sen onu yapabilmek için insan üstü bir çaba gösteriyorsun. Yaptığında da ‘Aferin sana bu işi becerdin’ diyorlar, halbuki ben o işi yapmak istemiyorum ki çünkü o iş benim beden gücümün üzerinde. Bedenimi de ruhumu da öğütüyor bu sistem” sözleriyle anlatıyor posalarını çıkaran çalışma düzenini.


‘NEDEN FABRİKADA TACİZ ÖNLEME BİRİMİ OLMASIN Kİ?’

Fabrikada kadın işçilerin ustaların tacizi ve mobbingine maruz kaldığını aktaran Banu “Bu o kadar sık yaşanıyor ki artık biz bile alışıyoruz. Bir kadın arkadaşımız usta bana mesaj attı deyince ‘ooo sana sadece mesaj atmış, başkalarına neler neler yaptı’ diyoruz. Halbuki bu nasıl normal hale getirilir değil mi? Ama her yerde olduğu gibi fabrikada da yapanın yanına kar kalmasından korkuyoruz. Birine anlatsak adımızı çıkarırlar diyoruz. Susuyoruz, susmak zorunda kalıyoruz. Aslında fabrikada kadınları tacize, istismara, mobbinge karşı koruyacak mekanizmalar olmalı. Neden fabrikada taciz önleme birimi olmasın ki” sözleriyle anlatıyor sorunun çözümüne ilişkin fikirlerini.

İşçilerin sendika üyesi olduğunu kaydeden Gül “Toplu sözleşmede kadınları gözeten tek bir madde yok. Kadın-erkek eşitlik birimi, şiddet, önleme birimi olmalı. Kadın-erkek işçilere toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimleri verilmeli. Kadınları güçlendirecek adımlar atılmalı. Bunların olabilmesi için de biz kadın işçiler daha çok bir araya gelmeli, daha çok birbirimizle konuşmalı, daha çok paylaşmalıyız. Sorunlarımızın aynı olduğunu görmeye ihtiyacımız var. Sorunlarımızın aynı olduğunu gördükçe de birlikte direnecek, birlikte mücadele edecek gücü de bulacağız diye düşünüyorum” diyor.

* Kadınların isimleri güvenlikleri için değiştirilmiştir.

Fotoğraflar: Canva


İlgili haberler
GÜNÜN BELLEĞİ: Türk, Rum, Ermeni, Yahudi ipek işçi...

Bursa’yı bir işçi kenti yapan koza ve kozadan ipek çıkarma işlemini yürüten işletme ve fabrikalarda...

İş yaşamında şiddet ve tacize karşı ILO 190 imzala...

ILO 190 kadın işçilere ne sağlıyor, işveren ve hükümetlere nasıl sorumluluklar yüklüyor? Sözleşmenin...

Şiddetsiz bir hayat işyerinde ve her yerde birleşm...

Belediyelerde çalışan kadınlar işyerlerinde maruz kaldığı şiddetin farkında mı, neler yaşıyor, yaşad...

Metal işçisi bir kadın işyerinde tacizi anlatıyor:...

Fabrikada aynı vardiyada çalıştığı bir erkek işçinin tacizine, eski eşinin de şiddetine uğrayan kadı...

Kocaeli'de kahvaltı: Ne yapacağız sorusunun cevabı...

Kocaeli’de Ekmek ve Gül çağrısıyla kahvaltıda buluşan kadınların gündeminde şiddete karşı göstermeli...