GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Rukiye
Bu dünyadan bir Rukiye gelip geçmiştir. Ölüm hep ona selam vermiştir. Ama artık tanışma vaktidir. Yıl 2016, Anadolu’nun köylerinden biri. Bir Havva torunu daha doğup, yitmiştir burada.

Yıl 2016, Anadolu’nun köylerinden biri. Köy demeye bin şahit ister bu hibrit alan. Bellidir. Eskiden yemyeşildir. Ara ara göze çarpar da yeşil, kalan böceğe arıya yuva olur. Şimdi tek tük köy evi kalmış, diğer evler dört beş kata kadar çıkan, göz acıtan yeşile pembeye boyanmış, bazısı asansörlü bazısı derme çatma teraslı çirkin binalarla dolmuştur. Adı kalmıştır sadece köy diye. Eski çeşme mermerle kaplanmış, üzerine yaptıranın adı (Şevket Gündüz) işlenmiş, hayvanlar azalmış ve bazı tarlalar çok çok uzun süredir nadasta bırakılmıştır. Bir tek musalla taşı kalmıştır mezarlığın dibinde, iki yüz yıllık. Kimse onu yenileyip adını vermek istemediğindendir. Hem ölü yıkama taşına soyad yazdırmak olmaz, ölümü çağırır. Ölüm neyse de talihin bu köyün bir sakiniyle arası pek bir acayiptir. Onu sever gibidir fakat bir yandan da severken çimdikler gibidir de. Başına kötü işler gelir gibi olur da kıyasa girince, durumu çok da kötü değildir.
Yıl 1923. Münire Hanım sancılanır. Sancılar sıklaşınca konağa ebe çağırılır. Konak Vakıf Ağa’nın dönüm dönüm uzanan arazisinin tam ortasındadır. Vakıf Gündüz sadece köyün değil, tüm bölgenin en güçlü ağasıdır. Defterler dolusu hayvanları, tarlaları, meyve bahçeleri, hatta devlete çok da istemeyerek verdiği arazi parçalarından oluşan köy yolları bile vardır. Ağa geçerken yoldakiler el pençe durur, kimi başını öne eğer. Oğulları Şevket ve Rıza ve iki ölü bebekten sonra Münire Hanım ikiz kız çocuklarına hamiledir. Bebekler sağlıklı doğarlar. Gerçi Rukiye annesinin karnında kordona dolanmıştır fakat hayatta kalmayı başarır. Ebe diğeri ölü doğdu dese de zorla yaşar Rukiye. İkizi Münevver’den sonra doğar ve birkaç dakika sonra nefes alır. Bebekler iki aylıkken kundakları açılır bir gün, kundak bezleri kaynatılır. Rukiye ile Münevver divanda üryan uyurlar. Evde çalışan kadınlardan biri yatakları toplarken bebekleri görmez, üstlerine yorganları yığıverir. Münevver’in bedeni dayanamaz havasız kalmaya ve oracıkta ölür. Rukiye son nefes cızırdayınca fark ederler durumu, mosmor çıkartırlar onu yorganların altından. Anaları çok ağlar, gece gündüz durmaz gözyaşı. Bir Rukiye’si kalmıştır o da kardeşinden sonra biraz melun bakar olmuştur. Rukiye’yi köyde üç kere arı sokar, bir kez sağ işaret parmağından, bir kez gözünden, bir kez de boğazından. Bir kere de akrep sokar. Ha bir de ağaçtan düşer Rukiye, bacağını kırar. Derisinden fırlayan kemiği görüp bayılıverir. Gözlerini açınca da şoka girer sesi çıkmaz küçük kızın. Yemek vakti bulurlar da çıkıkçı çağırırlar. Rukiye on üçüne geldiğinde yaşıtları bir bir evlenmeye başlar. Ağaya gelinir eli öpülür, harçlık alınır. Rukiye beri odadan gelenleri izler. Kara kuru bir sürü kızlara görücü gelir de Rukiye’ye kimsecikler uğramaz. Güzel olmadığından değil, pek güzeldir Rukiye. Genişçecik alnı, açık mavi gözleri ve incecik beliyle anasının gururudur. Fakat kimse ağanın kapısından kovulmaya cesaret edemez. Vakıf Ağa, kızını nasıl bir adama vereceğini kara kara düşünür. İstanbullu bir bey bulsa, kızı evermekten çekinmeyecektir. Köyde, kasabada hatta şehirde çoğunun açlıktan ağzı kokmaktadır. Bunca yıl dededen kalan toprakları deyyusun tekine bırakmak için ekip biçtirmemiştir. Rukiye’nin hala oğulları da başka ailelerden kız kaçırıp evlenmişlerdir ve Vakıf Ağa’nın diğer kardeşleri on yaşlarını göremeden ölmüştür. Rukiye on altısına gelir, konaktaki kadınlardan, halalardan, eniştelerden, hala oğullarından başka kimseyi görmez. Köyün kızları gibi, çeşmeye, bostana, dereye de inmez. Anca konağın bahçesinde dolanır. Anası çağırınca eve çekilir, babasının ayaklarını yıkar, sırmalı havlularıyla kurular bazen de başını ovalar, bıyıklarını tarar. Babasına düşkündür Rukiye, oğlanlar evleneli beri babası da kıza daha bir düşkün olmuştur. Gözünden sakınır, okutmasa da Kur’an hocasını eve çağırır, sofra kurdurtmaz, ev halkına hizmet ettirmez, akşamüstü kızının elinden kahve içmeden yatmaz. Anası beri evlere yufka açtırmaya gider. Rukiye evden çıkınca Vakıf Ağa çatıverir kaşlarını. Rukiye Türkçe okuma yazmayı öğrenmez. Kız kısmının okuyunca gözü fıldır fıldır döner de babasını, ağasını utandırır zaten.
Rukiye akşamları odasının camına çıkar da, camın önündeki taştan oymaya oturup yıldızlara bakar. Tek bacağı kırıldığından beri bükülünce canı yanar. Camın önünde tek bacağını uzatır, öbürünü önünde kıvırır da gece sanki daha da kabarsalar Rukiye’yi yutup, yuvarlana yuvarlana büyüyecekmiş gibi oynayan dağları izler. Aşağı evlerden ışıklar fışkırır, kap kaçak birbirine vurur, kocaları kahvede olan kadınlar kıkırdar, çocuklar, köpekler, böcekler bağırır, hastalar inler. Köy anca zifiri karanlıkta uyur. Bir uyur ki atlardan bile tek bir ses çıkmaz. Bir tek Rukiye uyumaz. Bazen hırçın bir yelde bahçeleri dolduran cinleri düşünür de seslerini duyar gibi olur. Ta uzakta selvilerin altındaki beyaz noktaya odaklanır o zaman, musalla taşına. Bir gece hava iyice alaca, yine musalla taşını izlerken aniden bir çıtırtı duyar Rukiye. Kendi mi uydurur yoksa bahçedeki dallardan biri mi kırılmıştır? Azıcık bekler ama içi kabarır, korkuyla evdekilere seslenmeye aşağı iner. Aşağı inince utanır, kimseyi uyandırmak istemez. Mutfağa iner, kandili yakıp sürahiyi arar. Çok inceden bir at kişnemesi gelir. Rukiye yukarı çıkmaya davranırken kandili duvara vuruverir. Kandil yere düşünce Rukiye donup kalır. Aşağı indiğinden beri sessizlikte kulaklarını kabartıp etrafı dinlerken bir anda tuz olan cam sesi içini yırtıverir. Kilim tutuşur da sesi çıkmaz Rukiye’nin. Ateş mutfağın köşesinde katlı duran çuvallara sıçrayınca terliklerini çıkarır da ateşlere vurmaya başlar. Elleri yanınca “Baba” diye etrafı inletiverir. Vakıf Ağa tüfeğiyle mutfağa, arkasında başı açık anası, ağabeyleri. Bağırış çağırış tüm köy uyanır, tüm erkekler birleşir ama konağın yarısını kurtaramazlar. Anca ertesi gün gözleri şiş şiş olmuş Rukiye babasının yanına gider de sağ elini gösterir, utancından karşısına çıkamamıştır, dededen kalma konağın yarısını kül ettiği için ama sağ elinin üstü su kabarcıklarıyla dolmuş, ateş gibi yanmaktadır. Sanki yangından elini hiç çekmemiştir Rukiye. Şehirden tabip çağrılır, Rukiye’nin eli merhemlenir, sarılır. ‘Açma’ diye tembihlenir ‘Ama vakti gelince mutlaka aç, yoksa kurtlanır’.
Rukiye eli açılınca deriye dokunur. Dokunur da tam hissedemez tenini. Cama çıkar, ay ışığında eline bakar. Yerine oturur, sağ bacağı önünde, eli camın dışında. Çeyizini düşünür. Yangında yitip gitmiş havluları, örtüleri, çarşafları, tülbentleri. Kirpikleri ıslanır Rukiye’nin. Zaten evleneceği de yoktur. Bir rüzgar eser hırkasının deliklerinden iliklerine kadar girer, döner döner çıkar. Dağlara bakar Rukiye. Ölmüş bacısını düşünür. Ölmeseydi konuşurduk. Kendinden bir tane daha. Aman yok. Uğursuz Rukiye. O gün ölmemiş de kızdırmış kaderi. Kader de onu kızdırıp durur, etrafında habire bir uğursuzluk, sayısız hocalar, kurşun dökmeler, cinci karılar... Aslında kaderin sanki işi yoktur da Rukiye’yle uğraşacaktır. Meyveler dalları kıracak kadar çoğalmış, konağın onarımı başlamış, konakla ilgilenilirken hayvanlar süt dolmuş, babası devletle bir arazi işi konuşmak için Ankara’ya gitmiştir, kimsenin Rukiye’yi falan gördüğü yoktur. Bir çıtırtı duyar Rukiye. Sonra pat diye bir ses. Aşağıya bakar, kalır. Bahçede genç bir oğlan ağaçtan düşmüş, doğrulmadan Rukiye’ye bakakalmıştır. Oğlan kalkar, aldığı meyveleri bırakır, bahçe duvarına koşar. Biraz aranır sonra duvarın oyuklarına sokar ayaklarını, atına atlar, uçup gider. Rukiye içeri girer. Yorganı başına çeker de oğlanın yüzünü gözünün önüne getirmeye çalışır.
Akşam yemekten sonra vakit geçmez Rukiye için geç olsun da, atlı oğlan yine gelsin diye bekler durur. Tan ağarmaya yakın, bir at sesi gelir, Rukiye camın altına kaçar hemen. At durur.
Sessizlik.
Ağaçların arasında incecik bir oğlan belirir, ince ve pek temiz yüzlü. Bağrı açık, altında uçkuru kararmış bir şalvar. Saçları geriye taranmış. Ela gözlü. Tertemiz. Hırsız yüzü yoktur oğlanda. Rukiye’nin cama bakar. Rukiye’nin yanakları yanar, bu nasıl bir ateş. İçi cız eder, elinin acısından beter. Oğlan Rukiye’ye bakar, Rukiye oğlana. Daha sakal bitmemiştir yetim oğlanda. Anası da babası da öldüğünde nasılsa şimdi de öyle çocuktur. Dayısının evine sığınmış, tarlalarında çalışmış, dayaktan, kötü sözden bıktığında dayısının komşu köyde bir adama sattığı baba yadigârı atını da kaçırıp yollara düşmüştür. Oradan buradan meyve çalar, bostanlara dalar, çeşmelerden su içer, gündüz kimsin denince de yolcuyum der kaçarmış. Yetim Rukiye’ye bakar, Rukiye yetime. Sonra döner gider yetim.
Tan ağarmadan bahçeye gelir de Rukiye’nin camının önüne dikilir. Kimselere görünmeden kaçıp gidiverir. Rukiye bir gün yeni sağılan sütle yufka ayırır yetime, aşağıya inip atladığı duvarın yanındaki ağacın yanında bekler. Oğlan bir çırpıda yer yufkayı, sütü içerken Rukiye’nin karnında birleştirdiği ellerine bakar, Rukiye ellerini kaçırır.
Ertesi gün yine gelir yetim, Rukiye’nin yanık elini öpüverir.
Rukiye aylarca dolanır evde, babası asla izin vermeyecektir çulsuz bir yetime varmasına, içi yanar. Ne kimseyle göz göze gelebilir, ne yiyip içebilir. Bir gün yanık elini uzatıverir yetime, yan oturur ata, yelesine tutunur sıkıca. Ankara’ya gidip imam nikahı kıyarlar, yaşları erince de resmi nikah. Rukiye’nin aşırdığı anasının bilezikleriyle malzeme alır Seyran Bağları’na tek göz bir gecekondu yaparlar. Yetim hamallık yapar, sonra şoförlük, oradan meclise girip garson olur. Ne babası ne anası aramaya çıkar Rukiye’yi. Yıllar sonra ağabeyleri gelir, seni affettik derler. Bir kağıt uzatırlar Rukiye’ye parmak bassın diye. Vakıf Ağa’dan kalan hiçbir toprak nasip olmayacaktır böylece ona.
İki çocuk birkaç komşu geçinip giderler. Yetimin hiç sakalı çıkmaz, yüzü tertemiz kalır, yalnızken karısına saz çalar da türküler söyler. Kısık kısık söyler, etraf duymasın diye. Evleri yıkılınca pek ağlarlar sarılıp ama Abidinpaşa’da güzelce bir eve kiraya çıkarlar, iki odalı. Rukiye’nin talihle arası pek iyidir. Arada anasının kokusu gelir burnuna, babasının yüzü gelince utanır içi yanar ama kocası pek el üstünde tutar onu. Kocası mebuslara servis yapar takım elbisesiyle, eve gelince de tüm gününü anlatır. Rukiye kocası hep ayakta diye kaç kere sıcak su hazırlasa da ayaklarını yıkatmaz ona ama her gün davul fırında yufka açtırır, meyvesini yer. Rakısını içince neşelenir, oğlanla kıza anlatır analarını, koca ağanın kızını nasıl at sırtında kaçırdığını.
Sonra gün gelir yufka yiyemez olur. Doktorlar mide kanseri der. Rukiye onun için başladığı hırkayı örmeyi bitiremeden, ölür bir kara kış günü. Rukiye yanık eli bağrında kalır, iki çocukla. Oğlanı mahallede ustaya çırak verir, haytalığı bitsin diye. Babadan kalan maaşı sokaklarda içkiye veremesin, kendi kazandığını içsin diye. Kızı okutur, kıt kanaat.
Oğlu içip içip para için anasını dövdüğü gün keşke doğarken ölseydim diye düşünür Rukiye. Yetim oğlanı düşünür, erken göçen. Babasını düşünür, yanında olsa da torununu üzerinden çekip alsa diye. Sesi çıkmadığı için komşular gelemez ayırmaya. Oğlu hırsızlıktan ve adam yaralamadan hapse düştüğünde kızı bir muhasebecinin yanında işe başlamıştır. Rukiye kocasına mı yansın oğluna mı yansın derken yapraklar yırtılır da incelir takvim. Bir torunu olur. Doktor babadan ve muhasebeci anadan doğma bembeyaz bir kız çocuğu. Kız yedi yaşına geldiğinde yakın gözlüğü, pembe defterler ve kurşun kalemle yanına gelip durur Rukiye’nin. Okuma yazma öğretir ona. Önce çizgiler, sonra harfler, kelimeler... Defteri doldurur Rukiye. Sonra diğerlerini. Sonra en arka sayfasını çevirir bir tanesinin. Kocasının ona söylediği türküleri dizer titrek harfleriyle. Radyoda duyduğu türküleri yazar. Bazen okur gülümser bazen sessiz sessiz ağlar. En son, yazar Rukiye,

Bu dünyanın direği yok,
Merhameti yüreği yok,
Kılavuzun gereği yok,
Yolun sonu görünüyor.


Bu dünyadan bir Rukiye gelip geçmiştir. Ölüm hep ona selam vermiştir. Ama artık tanışma vaktidir. Rukiye’nin tabutu korktuğunda bakmadan duramadığı musalla taşına serilir. Ölüm neyse de talihin bu köyün bir sakiniyle, Rukiye’yle arası pek bir acayiptir. O da oradadır, tepelerde bir yerlerde. Uğraşıp durduğu kadını, koca çınarı, toprak yutmadan yağmur olur da sular, haziranın ortasında. Çok akrabası yoktur Rukiye’nin, köyden erken ayrıldığından ahbabı da pek bir azdır, iki üç komşusu zaten yıllar önce göçüp gitmiştir. Yine de cemaate düşer de yağmur, gözyaşı olur çınar için. Yıl 2016, Anadolu’nun köylerinden biri. Bir Havva torunu daha doğup, yitmiştir burada. Akşam olur, çocuklar, köpekler, böcekler bağırır, hastalar inler. Bir yel eser, getirdiği gibi götürür, götürdüğü gibi getirir. Bir küçük toprak zerresi yükselir, döner, döner, yeniden toprağa kavuşur.

Öykünün yazarı Aysu Arslantürk;
8 Nisan 1991 yılında Ankara’da doğdu. İlköğrenimimi sahne sanatları, edebiyat ve İngiliz edebiyatıyla ilgilendiği Yüce Koleji’nde tamamladı. Ortaöğrenimimi Gölbaşı Anadolu Lisesi’nde bitirdi. Lisenin ardından 2009 yılında TOBB Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümüne başladı. İki yıl öğrenim gördükten sonra edebiyat okumak için okulu bırakarak üniversite sınavına girdi. 2011 yılında Bilkent Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı’na yarı bursla başladı ve 2015 yazında onur derecesiyle mezun oldu.
Mezuniyetini takip eden 2016 yılını Türkçe’sini tekrar geliştirebilmek için okumaya ve yazmaya ayırdı. Haziran ayında öykü derlemesini tamamladı.
Kitapçı Dergisi Temmuz-Ağustos 2016 sayısında bir bilimkurgu öyküsü (Günlükler) ile yer aldı.
2016’nın Ekim ayında öğrenciler için tasarladığı üç kapaklı planlayıcılı defter ile
faydalı model alanında patent alıp Arslantürk Defter markasını oluşturdu ve Ada Kitabevleri ile gönderim yapmaya başladı.
Evli, biri sokaktan iki köpeği var.

* Öykünün illüstrasyonu bu öykü için Feryal Emre tarafından çizildi

İlgili haberler
Mersin’den Ankara’ya Ayşe’nin hikayesi

Hep böyle çalıştım ama kimseye boyun eğmedim. Boşandıktan sonra geri evlendirmek istediler beni, ‘Bi...

Helin

Valizlerini, çocuklarını topladığı gibi çıkar yola. Biri karnında ikisi yanında kızları ve artık ces...

GÜNÜN ŞARKISI: Beyries - The Pursuit Of Happiness

Haftanın ilk gününe dinlemeye doyamayacağınız bir parçayla başlamaya ne dersiniz?