GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Başkan hıçkırıyor!
“Kızın gözleri belleğinden silinmişti. Bir bakışı kalmıştı geriye. Onu bir kez daha görse tanımazdı. O an çoktan geçip gitmiş; geçmişin derinliklerinde puslanmaktayken; bugün neden anımsıyordu?”

Yasemin Yazıcı’dan bir eski zaman öyküsü 


Yazı masasının üzerinde duran siyah deri kaplı sumeni öne doğru itti. Parlayan masa cilasının yüzeyi, bulanık bir aynaya dönüşmüştü. Büyükçe olan göbeği masanın kenarına dek uzanmış, yansımasıyla birleşerek karşılıklı iki insana dönüşmüştü. Yüzünü somurtarak ileri geri doğruldu oturduğu yerde. Kımıldadıkça masanın üstüne vuran sabah ışıkları kırılıp, bükülüyor... Bedeninin yansısı daha da gülünçleşiyordu. Görüntüsüne dalgınlaşmışken irkildi hıçkırarak... Durdu. Yeniden hıçkırmaya başladı. Her hıçkırışında zıplayan göbeğinin yansısı biçimsizleşirken, acıklı ve gülünç duygular doluşuyordu kalbine.
Gençken ince, hatta lise sıralarındayken çelimsiz denecek denli zayıftı. Yatılı okulda bu yüzden sık sık dayak yer gene de öcünü kimseye bırakmaz, önce kavgacıları sezdirmeden birbirine düşürür, ardından dövüşmelerini sessizce seyrederdi bir köşeden. Sonraları onu hayatta başarılı kılan bu becerisini, daha o sıralarda kazanmıştı. Bir yandan bunlar aklından geçerken öte yandan hâlâ durmaksızın hıçkırıyordu. Kendi kendine öfkelendi sonunda. Masasının altındaki düğmeye bastı. Kapı vuruldu. Açıldı. Resmi yüzlü bir görevli, abartılı bir saygıyla “Buyurun efendim” dedi. Emir bekleyerek.
“Bana bir bardak su... hık... hık...”
Görevli çıktı. Geri geldi. Getirdiği su bardağını hızla masaya bıraktı. Bir adım geri çekildi. Emir bekleyerek.
Başkan hıklamaktan konuşamadı. Eliyle çıkmasını işaret etti.
“Hık...hık...hık...hık..hık.”
Düdük gibi ötmeye başlamıştı. Hıkladıkça zıplayan göbeğinin görüntüsü masanın üzerinde seğiriyor, Başkan gördükçe daha fazla sinirleniyordu. Öne ittiği sümeni geri çekti. Göbeğinin yansısı kayboldu. Ansızın bir namlu gölgesi düştü sumenden geriye kalan boşluğa... ürküntüyle duraksadı. Tam o sırada kolu, su bardağına çarpmıştı. Dibinde kalan su döküldü. Sümenin kenarında duran dosyayı ıslattı. O arada namlu gölgesi masanın yüzeyinden kayboldu. Bakışlarını dosyaya saplayarak baktı bir süre. Kendini dinledi. Geçmişti. Artık hıklamıyordu. Islanan dosyaya kaydı gözü. Karton kapak hızla üzerindeki suyu emiyordu.
Bugün dosyadakilerin infaz kararının onaylanması bekleniyordu, Sayın Başkandan.
Karton kapağın üzerinde kabaran suyu eliyle silkelerken, düdük gibi ötmekten artık kurtulmuştu. Sonra dosyayı dalgın bir hareketle masanın sağ yanına bırakıverdi. Göbeğinin üzerinde kenetledi ellerini. Başını deri koltuğun başlığına iyice bastırdı. Koltuğa iyice gömülüp gözlerini yumdu.
O karanlıkta bir kızın gözlerini görüyordu yalnızca... ama bir türlü tarif edemiyordu.
Kızın gözleri... Donuk mu? Soğuk mu? Renksiz mi? Sabit mi? Var mı? Yok mu?
Bilemedi Başkan. Aklına saçma sorular üşüyordu. Kızın kımıldamayan dudaklarından dökülen.
İnfaz görevlilerinin yüzü neden kapatılıp gözleri açık bırakılır?
Bir idam mahkûmu onların gözünde ne görür?
Donukluk... Soğukluk... Renksizlik... Boşluk... Yokluk...
İdam sırasında, infaz görevlisinin yüzü, idam mahkûmununsa neden gözü örtülür?
Tüm bu anlamsız sorulara omuz silkti Başkan.
Kızın gözleri belleğinden silinmişti. Bir bakışı kalmıştı geriye. Onu bir kez daha görse tanımazdı. O an çoktan geçip gitmiş; geçmişin derinliklerinde puslanmaktayken; bugün neden anımsıyordu? Tuhaf bir şeydi. Nerden aklına düşmüştü… o kız.
Sigarayı bırakalı çok zaman olmuştu. İçinin sıkıntısıyla önce dudaklarını kemirdi sonra kalemin başını bastırdı dudaklarına. Ardından koltuğun gıcırdamasından sıyrılarak yerinden kalkıp odasını adımlamaya başladı.
Kaygılı ve düşünceliydi bugün.
Yeterince güvenlikte miydi? Bir suikastçı sızamaz mıydı gecenin karanlıklarından? Gün ışıklarında gölgeleşip gizlenemez miydi? Bedenin herhangi bir yerini hedefleyip vuramaz mıydı?
En kolay nasıl öldürülebilirdi? Başından... kalbinden... karnından...
Başkan hücreye kapatılmış gibi, bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu odasında. Ayakları halının uzun tüylerine batıp çıkıyor, karmaşıklaşan izler bırakıyordu yerde.

Kentin ana caddesinden uzun bir konvoyla geçiyorlardı. Simsiyah arabalar yolun trafikten arındırılmış boşluğunda, bir yılan gibi süzülürken; ellerinde telsizlerle polisler çevreyi denetliyor, kimisi de yolun iki yanına yığılmış halkı geri iterek dizginliyordu. Herkes görevini yerine getirme çabasındaydı... Koruma polisleri, motosikletli polisler, coplular... siviller... O sıra coşkulanan Başkan, kurşungeçirmez camı biraz indirmişti ki, dışarıdan hızla içeri dolan taze bahar kokusunu duydu. Halk kendisini görmek için kendinden geçmişçesine arabasına doğru eğilip akışlıyordu. Alkışlanıyordu. Duyduğu alkış sesleri yüreğinde yıkımsız bir özgüven boylandırıyordu. Başındaki şapkayı aralık camdan uzatıp çıkardı. Sağ eliyle tutup sallayarak halka selam verdi. Halk daha da coşkulandı. Alkışlar yükseldi...
Bunca insanı ele geçirmek tartışmasız bir güç’tü. Yeniden Güç’ün varlığını hissetti içinde.
Damarlarından süzülen kanın ölümsüzlüğe akışını duyumsadı. O anda dünyayı yerle bir edeceğini öylesine elinde, öylesine somut hissetti ki; yeniden ruhunu doyuran besinin gerçek damak tadını da duydu.
Halk ona her şeyi yaptırabilirdi. Kulaklarını dolduran, kendi adını haykıran bu seslerle, tüm gücünü gösterebilir yaşamı boyunca içinde biriken tüm öfkesini dindirebilirdi.
Ama.
Kız o kalabalığın içinde, dar ağızlı karanlık bir dehlizin başlangıcı gibi duruyordu. Karanlıklarından fırtınalar oluşturuyor, fırtınalardan şimşekler... şimşeklerinden korkunç patlamalar duyuluyordu. Kısa bir anın uzun süren ayrımsamasında kımıldamaksızın, alkışlamadan, bağırmadan yalnızca gözlerinin içine bakarak duruyordu. Kız o sıra Başkan’ın gözlerinden içeri girmiş, onun en özel ve gizli köşelerine süzülmüş, görünmez bir bıçak gibi kendini Başkan’ın yüreğine saplamıştı.
Aslında unutmuştu Başkan.

Huzursuzluk, sıkıntı ve kaygı karışımıyla, kasları gerilip yüzünü iyice çizgilendirmişti. Dişleri birbirine kenetli, dudakları kaybolmuş, belli belirsiz bir çizik kalmıştı yüzünde. Sıklaşmış soluğu burun deliklerini hızla açıp kapatıyordu; gelip masasına oturdu yeniden.
Dosyanın üzerindeki sular çekilmiş küçük kabarcıklar kalmıştı geride. Masaya doğru eğilmişken “ses”i işitti. Ses. Yandaki oturma bölümünden geliyordu. Kulak kabarttı. Ses kesildi. Başkan ses’in kesildiği sessizliği dinliyordu. Yeniden bir hışırtı duydu. Bir elini masanın çekmecesindeki silaha atarken, masanın altına saklanabileceğini düşünüyordu. Ses kesildi. Sessizliğin içinde kendinin sıklaşan soluğunu işitti. Ansızın masanın altında buldu kendini. Bir eliyle silahını tutuyor öteki eliyle alarm düğmesine basacakmış gibi duruyordu. Yüreğinin vuruşlarından devrilip düşecek gibiydi. Daha sonra yan bölümden gelen ses arttı. Büyüdü sanki odanın içinde. Evet, kesinlikle emindi. Yan bölmede biri vardı.
Ne yapacağını düşünüyordu. Masanın altında donup kalmıştı öylece. Büzülmüş bedenindeki yağları sıkıştıran kaslarının, acısını duyuyordu. Gözleniyor muydu? Belki bir memur... belki bir hizmetli... olabilirdi. Kalp atışları sıkıştırıp bastırdıkça kusmak istiyordu. Kusmak...
Korkusunu bir kusabilse. Şimdi en çok istediği buydu. Masanın altından çıkıp yan odaya geçip oradaki özel tuvalete gidip kusmak... kusmak.
Birdenbire yan odadan gelen tıkırtıyı yeniden duydu. Artık odada biri olduğu kesindi. Hiç kuşkusu kalmamıştı... Belki biri bomba yerleştiriyordu. Belki öteki de kendisini dinliyor, odasında ne yaptığını... Ne durumda olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kendini yatıştırmak istercesine gülümsemek istedi. Bir parça yüreklendirmişti kendini. Ne de olsa onca deneyimli koskoca bir Başkan’dı. Derin bir soluk alıyorken, pantolonun düğmesi bir “çıt “ sesiyle koptu, yuvarlanıp halının uzun tüyleri arasında kayboldu. Sıkıntıdan soluğu boğazında düğümlenmişti. Yeniden hıçkırığa tutulacağını sandı. Düdük gibi ötmeye başlarsa, odanın neresine gidersin gitsin “öteki” hedefini iyice belirlerdi. Kendini dinledi bir süre. Hıçkırmıyordu. Sevindi. Gene de içinden yükselen bulantı durulmuyordu.

Kızın bakışları ölümcüldü.
O gün arabayı hemen durdurmalıydı. Kızın bulunduğu yerde hem de tam ayaklarının dibinde. Gözlerine daha öldürücü bakıp, acı acı gülmeliydi ardından. Yanı sıra hazır olda duran görevlilere emretmeliydi.
“Onu daha sonra bana getirin”
Görevli polisin Başkan’dan bir emir kapma iştahıyla kolunu sertçe kıza doğru uzatışını görür gibi oldu. Kızın o donuk bakışları nasıl da kaygıya dönüşürdü... Ruhunun derinliklerin yükselen korkusu yüzeye vururken, nasıl da keyifle seyrederdi. Genç bir kızdı ne de olsa.
O bir Başkan’dı. Güçlüydü.
Güç’ünü duyumsayınca yeniden yüzü aydınlandı. Kendine geldi.

Düşündükleri rahatlatmıştı içini. Masanın altında hava azalmıştı. Soluksuz, tıknefes kalakalmıştı. Silahını masanın üzerine doğru uzatıp çıkmak isterken, eli tutunduğu cilalı yüzeyde kaydı, ağır gövdesiyle iskemlenin üzerine yığılırcasına kapaklandı. O sıra dosya da yere düştü. İçinden kâğıtlar saçıldı. Kâğıtlarda yazılanlara baktı. Kayıtsızca, duygusuzca bakıyordu. Yan odadan ses gelmiyordu. Dağılan kâğıtları topladı usulca. Üç kişiydiler. Yaşları henüz yirmiyi geçmişti. Karşı hareketin durması için ölmeleri gerekiyordu.
Öteki öldürülenlere eklenen bu “üç” sayısı toplansa kaç ediyordu?
Hesaplamaktan vazgeçti.
Zaten yalnızca idam edilmiyorlardı. Sayıları fazlaydı idam için. O yüzden geriye kalanlar, karanlığın sinsi kuşatmasında, ölümün bin yüzüne yakalanmış yaratıklardı; geceye gerilmiş ağlarda uzunca debeleniyorlardı; işkence odalarında.
Gülümsedi. Bir utku esrimesiyle dosya kâğıtlarına dokundu. Onların cesetlerine de dokunsa benzer duyguları duyardı kuşkusuz.
Yan odadan gelmeye başlayan seslere kulak kabarttı. Yüreği katılaşmıştı. Ne korku ne de başka bir duygu vardı içinde. Masanın altındaki alarm düğmesine bastı. Tüm gücüyle bastı... bastı.

Kapının ardında hızlı koşuşmalar oldu. İçeri girdiler. Odası kalabalıklaştı. Usulca masanın altından çıktı. Giren görevlilere sus! İşareti yaptı, Görevliler şaşkınlıkla bakıyordu... Başkan bir yandan üstünü, dağılmış saçlarını düzeltirken görevlilere yan odayı işaret ediyordu eliyle. Ne de olsa teknik bir durumdu. Birkaçı Başkan’ı korumak üzere önüne dikilip siper oldular. Ötekiler usulca yan odanın kapısına yaklaştılar. İçeriden sesler geliyordu... Hızla kapıyı açıp içeri daldılar. Pencerelerden biri açıktı. İçersi bomboştu. İkisi uzanıp yüksek pencereden dışarı baktı.
Ağaçların iri yaprakları esen hafif rüzgârla sallanıyordu. O sıra yeniden sesi işittiler. Ses dosya dolaplarının üzerinden geliyordu. Kahraman bakışlı bir görevli, kenarda duran iskemleyi çekip yukarı çıktı. O anda bir kuş korku ve şaşkınlıkla havalandı. Başkan kapının yanına gelmişti. Görevliler örtülü bir gülüşle nereye uçacağını şaşırmış kuşa bakıyorlardı.
Başkan kuşa çevirdi gözlerini. Kızın gözlerini anımsadı.
“Onu yakalayıp getirin bana” dedi bağırdı yüksek sesle.
Görevlilerden en uyanık olanı bir koşu pencereyi kapattı. Kuş algılamışçasına yakalanacağını çırpınarak gövdesini bir duvardan öte duvara savuruyordu. Bir başkası aradaki kapıyı da sürgüledi. Sonunda yakaladılar...
“Bir kafese koyup, getirin odama” diye emretti bu kez Başkan.
Koşuştular.
Yere düşen dosya düzeltilmiş masanın üzerine bırakılmıştı el çabukluğuyla. Başkan yerine oturdu. O saçma iç sıkıntısından kurtulmuştu. Dosyayı hiç okumaksızın imzaladı.

Gecelerden bir gece ağlarını indirip avları beklediler. Başkan uykuyla uyanıklık arası evinde, odasında, köşesinde, o koltuğunda oturuyordu.
Telefonun sesi beklediğince çaldı.
“Efendim infaz edildi.”
İş bitmişti. Kalkıp banyoya gitti. Ayna da yüzüne baktı. Yorgun ve uykusuzdu. Yüzündeki hatlar aşağı sarkmıştı iyice. Tıraş makinesinin fişini prize taktı. Düğmesine bastı. Birden banyonun içinde hep kendini yineleyerek çoğalan o mekanik sesi işitti.
İhtilal gününün uğultusunu yeniden duyuyordu. Askeri araçlar sokaklara çıkmış, halk eve kapatılmış, megafonlar her yeri kuşatmış hayatı uyarıyordu.
Yüzünün bir yanını tıraş etmiş öte yanına geçmişti şimdi. Tüm kıllar makineye baş eğerek yok oluyordu. Ses. Yüzünde sürtünen ses, makinenin gücü mü yoksa kılların direnişi miydi?
Sese karşı duyarsızlaşmıştı yeniden. Aynaya baktı. Başkanı gördü.
Bir de tabii yüzünde sarsılmaz olduğuna inandığı o yakışıksız gülüşü vardı.
Yalancı!

1982’karşıyaka/İZMİR


Öykünün yazarı Yasemin Yazıcı kimdir?
İlk yazıları 1978 yılında Demokrat İzmir gazetesinde yayımlandı. Daha sonra, Cumhuriyet, Yazko-Somut, Sanat Olayı gibi gazete ve dergilerde çalıştı. Sinemada yönetmen yardımcısı, prodüktör, senarist ve TV filmi yönetmeni olarak görev aldı. İlk romanı Kaybolan Kasaba 1990 yılında yayımlandıktan bu yana deneme, roman ve öykü türünde yazmayı sürdürüyor.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: 13

Kulağına söylenmişti, bir gün bunun başına geleceği. Büyüdüğüne hem seviniyor hem de korkuyordu; lek...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kandırmaca

Aynur öfkeden kulaklarına kadar kızarmış, terden avuçları bile ıslak. Ellerinin titremesi yüzünden h...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Ben sizi ararım

Yokuşu yarıladığında iş görüşmesinde giyilmemesi gereken ne varsa üstüne geçirdiğini fark etti. İş g...