GÜNÜN ÖYKÜSÜ: 13
Kulağına söylenmişti, bir gün bunun başına geleceği. Büyüdüğüne hem seviniyor hem de korkuyordu; lekelenen iç donuna bakarken. Koşar adım karlı avluyu geçti. “Ben kirlendim” dedi.

Kendi kendine öğrenmişti bulmaca çözmeyi; daha okula bile başlamamıştı. Eski bir gazetenin çocuk ekinde görmüştü. Önce anlamamıştı. Sonra, o karmaşık görünen yollardan geçerek bir çıkışa ulaşacağını düşünmüştü. Ortalıkta bulduğu küt uçlu kırmızı kalemi bıçakla yontarak açmış, beceriksizce birkaç kez çizerek, sonunda tavşanın hangi yoldan giderse havucunu yiyebileceğini bulmuş, aç kalmasını önlemişti. O an, kendini televizyonda izlediği bir süper kahraman gibi hissetmişti. Bundan hoşlanmıştı. Artık nerede bir dergi görse, cebinde sakladığı küçük kör makasla kesip, çözülmeyi bekleyen yollarla dolu bulmacaları saklıyordu. Gözden uzak bir köşe bulduğunda kalemiyle karmaşık yollardan geçiyor… Kim nereye gitmek isterse onu ulaştırabiliyordu. Kimseye söz etmemişti yeni oyunundan; ne ağabeylerine, ne küçük kız kardeşlerine ne de annesine… Babası ve öteki erkekler kuşkusuz bundan hiç hoşlanmazlardı. En çok onlardan saklıyordu bulmacalarını… Bazen gizlediği döşeklerin altından alıp dayısına göstermek istiyordu, nedense içindeki bir kaygı, sırrını onunla bile paylaşmayı engelliyordu.
Annemin kardeşiydi. Küçük dayımdı. Her bayram bakkala götürür şeker alırdı bize, en çok da bana. Hem de kocaman bir külah. Ağabeylerim bile onun gibi sevmezdi beni. İkimizin de sarı yaldızlı saçları vardı. Dedem alay ederdi bazen. Gâvur tohumu düşmüş bunların saçlarına diye. Dayım kızardı dedeme; benim saç örgülerimi çekiştirirdi şakacıktan. Canım acırdı. Ses etmezdim. Dayımdı. Severdim. Dilsiz Kız derdi bana. Daha çok susardım.
Bir gün köye etek-ceket giymiş, açık başlı kadınlar geldi diye duyduk. Kahvede oturup, kız babalarıyla konuşmuşlar önce. Devlet göndermiş. Sonra evlerimizi gezdiler. Köyde okula gitmeyen kız kalmayacakmış. Annelerimiz çay yaptı onlara; sıcak gözleme verdiler. Nineler dua okudu güçlü mırıltılarla. Köydeki erkeklerin yüzü asıktı. Biz kızlar sevindik. Sevincimizi saklamak istedikçe yerli yersiz kıkır kıkır gülüşüyorduk. Bizi toplayıp köy meydanındaki otobüse götürdüler, sıraya girdik. Mavi önlüklerimizi, renkli plastik sırt çantalarımızı aldık; içinde kitaplar, defterler, kalem kutuları vardı… Gülüşerek neşeyle evlerimize döndük.
Annesi kızların hepsini her gün göndermezdi okula. Büyükçe olanlardan biri evde kalırdı ev işlerine yardım etmek için, bazen de ikisi. O, gidebildiği günlerde öğretmeninin anlattıklarını dinler; birçoğunu hemen kavrayamazdı zihninde. Anlatılı dersleri duadan sayarak ezberler, matematiğiyse bulmacaya benzeterek uğraşa uğraşa çözerdi. Öğretmeni sıklıkla tahtaya kaldırıyordu, dönem sonunda aferinler, pekiyiler getiriyordu eve. Babasıysa ağabeylerinin kulaklarını çekiyordu. Onların kötü karnelerine yazıklanıp, ağzının içinde “çıkçıkçık”layarak, “ulan şu kız kadar olamadınız…” diye köpürüyordu öfkeyle. Erkek kardeşleri onu yalnız bulduklarında saçlarını çekip sataşıyorlardı. Kız olduğuna çok üzülüyordu böyle anlarda. Hem erkekler kaç kardeş denildiğinde kendilerini sayarlar kızları hiç eklemezlerdi adlarına. Annesi de babasına kızdığında “Kız çocuk olunca dört duvar ağlarmış” diye söylenirdi sinik bir kızgınlıkla. O, yine de doğduğu için Allah’a şükrederdi. Televizyonda gördüğü yerlere özense bile, en çok kendi köyünü sever; kendini güvende hissederdi doğduğu yerde.
Bazen dama çıkıyorum. Uzaklara bakıyorum. Otlaklara, ağaç öbeklerine, çıplak dağlara… Bir korku düşüyor içime. Dünya ne kadar büyük. Dört yanıma dönüyorum. Göz eriminde uzaklar, hep o sonsuz mavilikle kesiliyor… Gökyüzünün ötesini düşündükçe soluğum duracak gibi oluyor. Dünya ne kadar büyük. Gözlerimi kapatıp coğrafya derslerimi ezberliyorum. Hem böyle yapınca, hepsi aklımda kalıyor.
Köyün kızları okulu seviyordu. Orada erkeklerle bir sayılıyorlardı, öğrendikleri zor gelse de evde kalmaktan eğlenceliydi. Büyük ve küçük çocukların okutulduğu iki sınıfları vardı. Kış bastırınca, yolları kapanırdı köylerinin. Karlar cam önündeki çiçeklerin üstünü yumuşacık örter, damların buzdan sarkıtları, güneş çıkınca ışıldayarak erir, gece yeniden donarlardı. Sınıftaki sobanın sıcaklığıyla hepsinin yanakları kızarır, mavi önlüklerinin altına giydikleri kat kat yünlüler yüzünden terleyip bunalırlardı. Öğretmenin bile esneyerek anlattığı dersleri dalgın gözlerle izlerlerdi. Kimisi de başını sıranın üzerine koyup uyuyakalırdı.
Bazen düşleme kapılırdı, uzun saç örgülerini parmaklarına dolayarak. Aklınca, sıralardaki öğrenci kafalarından birbirine eklenen ve kesişen yollar oluşturur; sözgelimi en arka sırada oturan Cafer’in, öteki öğrencilerin başı üzerinden geçen hayali yollardan hangisiyle giderse, öğretmenin yanına daha hızlı varabileceğini kurardı. Kızlar kapalı yolları gösterirdi. Cafer, kızların kafalarına değmeden nasıl geçerse öğretmenin masasına varırdı? Bazen herkesin dikkatinden kaçırıp gizlice küçük bir bulmaca çizerdi. Kızların geçişlerini kapatır, yeni bir yol oluştururdu erkeklerden. Öğrenciler sıkça yer değiştirdiklerinden, bulmacası da hep yenilenirdi. Bir gün, neden hep kızların yolunu kapattığını düşününce, ansızın bir suçluluk duydu. Sonrasında, erkeklerin üstünü çizip kızları güzel şeylere ulaştırmayı denedi. İçine utku doldu. Artık bulmacasında hep kızlar kazanıyordu. Renk renk giysiler, çantalar, ayakkabılar, kolyeler, saatler... Çocuk gönlünden geçenleri, aklına geldikçe çiziktiriyordu, arkadaşları ulaşsın diye.
Küçük dayım hepimizi arabaya koyup şehre getirdi. Büyük dayımın oğlu dağda pusuda vurulmuş. Köye gelişlerini hatırladım. Dayımdan ve küçük ağabeyimden azıcık büyüktü. Babamla arası pekiyi değildi. Babam da onun dayısıydı zaten. Gene de düğünlerde birlikte olur, babamla bir olup havaya kurşun atarlardı. Biz kınalarımızı yakardık. Gelin elbiseleri öyle sihirliydi ki, hangi kız giyse güzelleşirdi. Ben de gelin olmak isterim bir gün.
Küçük dayım, amcalarım, yeğenlerim ertesi gün hepimiz toplaştık. Dar sokak aralarından yürüyerek, yürüdükçe çoğalarak meydana gittik. Çok, çok kalabalıktık. Annemle, teyzemle, yengemle, halamla… Mor örtülerimize sarınıp uzun uzun zılgıt çektik. Tanıdık tanımadık ne kadar çok insan vardı. Gelinler ağıt yaktı, nineler dua okudu… Hep bir olup ağladık. Erkekler gururlandı… Büyük dayım “Oğlum, kurbanım!” diye bağırırken gözünün biri seğiriyordu durmadan. İçim acıdı. Gözlerim yaşardı sık sık. Her yanımızı polisler sarmıştı. Ellerinde camdan kalkanlar… Küçük dayım “Korkma kız!” dedi gözlerime bakıp. Başımı olurla salladım. Uzun bir zılgıt çektim. Kalbim ferahladı. Biz döndükten sonra geri kalan erkek çocukları taş atmış polislere… Eve geldiklerinde her yanları top koşturmuş gibi batmıştı. Kadınlar söylenerek yıkanmaya gönderdiler. Küçük dayım hepsinin omzuna vurdu, sevgiyle.
Ansızın karnında derinlere gömülü bir sancı duymuştu. Okula gitmemişti. Kuzinede gözleme pişiren annesine yardım ediyordu… Artık beşinci sınıftaydı. Bu yaz bitecekti okul. Yinelenen acıyla gözlerini kıstı, aslında dayanıklıydı ağrılara… Kimi kızlar gibi sulu gözlü değildi. Yufka açmayı öğrenmişti çoktan; kopardığı küçük parçaları alışkın hareketlerle inceltip yuvarlatıyor, oklavanın ucuyla annesine uzatıyordu. Sacın üstünde usulca kabarıp gözlenen yufkalardan yayılan taze ekmek kokusu, kuzinede yanan odunlarının kokusuna karışıyordu. Ansızın yeni bir sancıyla koştu dışarı. Annesinin şaşkın bağrışlarını duyuyordu ardı sıra. Durmadı. Helâya girdi. Külotuna sızan ılık pembe akıntıyı gördü; içinde üzüntü ve sevinç birbirine dolandı. Şaşırdı. Kulağına söylenmişti, bir gün bunun başına geleceğini biliyordu aslında. Büyüdüğüne hem seviniyor hem de korkuyordu; lekelenen iç donuna bakarken. Çıktı. Koşar adım karlı avluyu geçti. Soğuğa karşın yüzü yanıyordu. “Ben kirlendim” dedi. Sesinde annesinin kadınlığına yandaşlık eden bir heyecan vardı. Annesi elindeki hamur bezesini bırakıp, oturduğu yerden kalkarak birden yüzüne vurdu. Tokadın sarsıntısıyla başı döner gibi oldu. Arada kızınca döverdi kızlarını. Bu kez kızgın değildi yüzü. Hatta tuhaf bir gülüş vardı gözlerinde. “Artık büyüdün. Aklın başına gelsin diye, adet böyle” dedi. Sımsıkı sarıldı kızına. “Canın yandı mı?” Annesinin sobadan ısınmış teninde, ölü bir çocuk gibi cansız kesildi. “Artık büyüdüm ben” diyordu içi sıra. “Büyüdüm. Şeftaliler çiçek dökünce on üç yaşında olacağım.”
Küçük dayım arabasıyla gelince, çocuklarla doluşup köy yoluna gittik. Dayım beni öne oturttu, direksiyonu beraber kullandık. Açık camdan gelen rüzgârla başımdaki tülbent kayıyor, toprak yolda zıplayarak giden arabamızın önünde toz bulutları uçuşuyordu. Kardeşlerimle birlikte çok eğlendik. Çığlıklar attık. Sonra, ağabeyim direksiyona geçmek istedi, küçük dayım izin vermedi. “Şimdi başıma iş açarsın sen” dedi. Ağabeyim içlendi. Gidip babama söyledi. Babam da küçük dayıma kızdı. “Eski köye yeni adet mi bunlar… Bir daha görmeyeyim.” İçimden gülmek geldi. Zaten görmemişti. Herhalde duymayayım diyecekti. Başıma vurup “Git, çay koy kız bize” dedi. Odaya seğirttim gülmemi tutarak.
Karlar eridi, dereler çaylar hızla akmaya başladı. Bahar geldi. Toprak yolların çamuru kurudu. Şeftali çiçekleri çoktan döküldü. Zaman hızla geçip gitmişti. Okul kapandı. O, karnesini göstermeye korkuyordu. Ağabeyleri alay eder, babası kızar, annesi sinirli sinirli iş görürken duymazdan gelirdi. Hepsi pekiyi.
Öğretmen memleketine dönmeden önce eve gelip, babasına “Bu kızı okut sen” dedi. Babası tespihi elinde birkaç kez çevirip “Okudu ya… Öğretmen oğlum, daha ne olsun” derken oda eşiğinde bekleyen kızına el etti. O da, gelip elini öptü öğretmeninin. Sonra kaçarcasına evden çıktı. Bahçedeki helânın kapısını açıp girdi. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözyaşları durulur gibi olunca, musluğu açıp yüzüne su serpti. Ağlamak biraz iyi gelmişti. Gözlerini başörtüsüne sildi. Babası, avluda öğretmeni geçiriyordu. Kulağına çalınan konuşmaları dinledi. Sesler kesilince, hızla koşarak arka tarafta bulaşık yıkayan annesinin yanına gitti. Annesi “Neredeydin sen, gel şunları içeri taşıyalım” dedi. O sıra altında durdukları şeftali dalları takıldı gözüne. Hepsi tomurcuklanmıştı çiçeklerini döker dökmez.
Küçük dayım geldi. Amcaoğlu askerdi. Terhisine bir ay kala şehit düşmüş. Ağlaşarak, ağıtlar yakarak toplaşıp şehre gittik. Daracık sokakların birindeydi evleri. Kapı önüne birikmiş çocukların arasında, parlak yıldızları olan subayları ilk kez orada gördüm. Hepsi birbirine benziyordu. Yüzleri acıyormuş gibi dudaklarını sıkıp, şehit askerin annesine, babasına sarılıyorlardı. Sonra camiye gittik. Tabutun üzeri bayrakla örtülmüştü. Bir asker önde yürüyerek amcaoğlunun üniformalı fotoğrafını taşıyordu. Ağıtlar yakıldı, zılgıt çektik, ağladık ardından. Küçük dayım ertesi gün bizi alıp surların altındaki parka götürdü. Tahta bankta oturup sigara içiyor, konuşmaksızın oyunlarımızı izliyordu. Saklambaç, elim sende oynadık. Yıkık burçlara tırmandık. Küçük dayım ayran ısmarladı. Gözlemeleri dağıttı. Çimenlere oturup hep birlikte yedik. Çok güzel güneşli bir hava vardı. Tatlı bir sıcak vurmuştu sokaklara. Dönerken postanenin önünden geçiyorduk ki durdurdu bizi. Kardeşlerimi ağabeylerime emanet etti. “Buradan sakın ayrılmayın” diye sıkı sıkı tembihledi. Elimden tuttu, postanede çalışan bir arkadaşı varmış. Gittik. İçerisi çok hoşuma gitti. Dışarıdaki toz, gürültü, başımı döndüren o karmaşa hepsi yok olmuştu. Yüksek bir masanın arkasında bir kız duruyordu. İri gözleri, iri bir burnu vardı. Güzeldi. Gür saçları omuzlarına dökülüyordu. Küçük dayıma gülümseyip, sevdi beni. İlkokuldan arkadaşlarmış. Onlar konuşurken hayallere daldım. Öyle bir hayatım olsun isterdim. Böyle temiz bir yerde, yüksek bir masanın arkasında kâğıtlara yazardım o zaman… Küçük dayım “Güzel kız değil mi?” diye sordu dışarı çıktığımızda. “Çok güzel” dedim. “Demek sen de beğendin” dedi. Başımı salladım sevinçle. Dayımın yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Küçük kardeşlerimin ellerinden tutup öne doğru ilerledim biraz. Aklımdan hemen bir bulmaca kurmak geçti. Beni postaneye ulaştıracak bir yolu olan, güzel bir bulmaca.
Yaz gelmişti artık. Giden kuşlar yuvalarına dönmüştü. Ekinler boylanmıştı. Yaşıtı kızlar gibi elişini alıp dantel örnekler çıkarmaya başladı. Annesi sorduğunda “perde yapacağım” dedi. Annesi çeyiz sandığına koyarız derken imalı gülümsedi; o, dantel perdeli bir evin penceresini düşledi. Kalbi ezilmiş gibi oldu. Dantelin içinden geçen bir bulmaca kurdu. Bir bahar dalının yabancı çiçek motifleriyle önü kesiliyor, kıvrılarak kayayı delen bir sürgün gibi uzanıp yukarı erişiyordu. Böylece günler geçti. Boş zamanlarında cam önünde oturup tığla yeni bulmacalar kurarak yeni motifler yarattı… Becerisi kulaktan kulağa öyle yayıldı ki, genç yaşlı herkes yeni motiflerini öğrenmeye geldiler… İçini bir sevinç, bir gurur bastı. Okul karnesini unutuverdi. Kızlar evden tarlaya koşuşturmaya, küçük kardeşlerine bakıp annelerinin elini rahatlatmaya çalışıyordu. O da hazırladığı yemekleri tarlaya taşıyordu her gün. Sonra sırayla küçük kardeşlerini uyutuyordu ağaç gölgeliklerinde. Babası erkek kardeşlerine traktör kullanmayı öğretiyordu. Uzun zamandır küçük dayısı gelmemişti köye, onun hakkında kötü haberler çalınmıştı kulağına. Merak ediyordu. Annesi hep üzgündü onun adı anılınca.
“Sevdalanmış işte… Allah aklını saklasın, buraya salsalar da biraz kendine gelse… Köyün havası hiç benzer mi oraya… Kızla küçükten okul arkadaşıydılar. Evdekilere söz etmiş. Uzaktan görüp beğenmişler kızı. Postanede çalışıyormuş. Kadersiz kız işte, o gün iş dönüşü durağa gelmiş, otobüs bekliyormuş, o anda patlamış bomba. Zavallının yüzü parçalanmış. Televizyonda gösterdiler, gazeteler resmini basmış. Daha bizim oğlan açılamamış bile. Birden tutuldu kaldı diyorlar. Hiç konuşmaz olmuş. Her gün gidip sabahtan akşama postanenin önünde bekliyormuş. Postanedekiler korkup karakola haber vermişler. Doktor da köye gitsin biraz… Buraları görmezse unutur, demiş. Gelsin… Gelsin dedim… Benim en küçük kardeşim. Çocuğum gibidir, hiç kıyamam, Ah, nasıl içim yanıyor…” duyup gelenlere annesi böyle anlatıyordu.
Beyaz arabasıyla getirdiler. Eniştem vardı direksiyonda. Arabanın kapısı açılınca indi. Az daha dayım nerde diye soracak oldum. Adını ünleyip öne doğru ittirdiler. Gözlerime baktı. Canım alınacakmış gibi ürperdim içimden. Konuşmadı. Bahçedeki kanepeye oturdu. Doktor sıkıldıkça dolaşsın karışmayın demiş. Biz de onu kendine bıraktık. İsteğince çıkıp dolaşıyordu. Onun sessiz varlığına herkes alıştı zamanla. Bense hâlâ ona karşı nasıl davranacağımı bilemiyordum. Küçük dayıma ne olmuştu anlayamıyordum.
O gün yemekleri ısıttım. Hepsini başımın üstüne dizip yerleştirdim. Sıcaktı. Yalnızca hayvanlarımızın sesi geliyordu uzaklardan. Çeşmeyi geçtim. Evlerin kerpiç yüzlü duvarlarını geçtim. Tüm bedenim tere bulanmıştı. Tarlaya giden patikaya saptım. Ansızın bir gölge düştü önüme. Başımı tencereler yüzünden geri çeviremiyordum. Ayak seslerini duyuyordum. Ardım sıra geliyordu. Ağaçlık yola girince önüme geçti. Tencereler dökülmesin diye yere indirdim. Küçük dayım sandım önce. Sanki eskisi gibi olacak, aklı yerine gelecek diye gülümsedim… Elimden tuttu koşmaya başladık… İyileştiğini düşündüm. Bunun için çok sevindiğini… Koşar adım gidiyordum peşinden. Yemekleri bile unutmuşum. Heyecanla zıplarken bir ayağım çapalanmış kuru toprakların arasında sıkıştı. Sendeledim. Yere düştüm. Ardımdan geldi. Beni ayağa kaldıracak diye sevindim. Ağzımı kapattı. Soluk alamıyordum. Küçük dayıma benzemiyordu yüzü. Onun içine girmiş bir cin üzerime kapanmıştı. Ağlıyordum. Sesimi bastırıyordu elleri… Sonra uyuştum acıyla. O koşarak gitti. Kalkamıyordum yerimden. Birden yemekler geldi aklıma. Sıvanmış elbiselerimi düzelttim. Ne kadar ıssızdı ortalık... Canım acıyordu… Yürürken bacaklarım her an kırılacakmış gibiydi. Tencereleri koşar adım götürdüm. Yüzümden anlarlar diye korkup, bakışlarımı kaçırıyordum. Hiç fark etmediler. Beklerken çok acıkmış olmalıydılar “Nerede kaldın kız” dediler hep bir ağızdan, kızgınlıkla. Sofra örtüsünü ağacın altına sererken, gözlerimi kaçırdım. Sustum.
Annesi fark edince, önce inanmak istemedi, istedi ki kızı inkâr etsin. Kız sustukça tokatladı ağlamaklı bağırarak. Sanki kızının başına gelenler kendi başına gelmiş gibi, arada bir yere yatıp yumrukluyordu her yanını. Kim diye sordular… Gece. Karanlıkta toplandı erkekler. Annesi öteki çocukları yatırmaya gitmişti. Kim? “Küçük dayım sanmıştım, ama başka biriydi” diyecek oldu. Hiçbir şey söyleyemedi. Günlerdir hiç bilmediği bir bulmacanın içinde hapsolmuştu; ne kadar yeni yollar kurgulasa, küçük dayısının yabancı yüzü hepsini kapatıyordu. Hangi yolu çizse orada karşısına çıkıyor, karnındaki şişkinlik git gide büyüyordu. İlk annesi anlamıştı onun eskisi gibi olmadığını. “Allah’ım ben ne yaptım sana, korktuğum başıma geldi” diye inleyerek ağlamıştı günlerce. En güçsüz sesiyle fısıldamıştı kocasına umarsızlıkla.
O kadar gençti ki, sıkışıp kaldığı bu bulmacadan çıkacağını bile ummuştu taze yüreği; ardından evdeki ıssızlık artınca kendine açılan bir mezarı görür gibi oldu. Annesini sır etmişlerdi erkekler. Günlerdir yanına gelmiyordu… Kim? Bu sözcükle irkilirken birden buz kesti vücudu. Dövüldükçe uyuştu. Duyumsamaz olmuştu.
Bir gece çağrıldı. “Bu boku nasıl yediysen artık ahırda çaresine bakarsın” dedi babası. Ardından dedesi, amcaları yinelediler öfkelerini. Adını unuttu ansızın. Berivan mıydı? Büşra mı? Gülcan mı? Anımsamıyordu.
Bahçeye çıktı. Ardındaki erkeklerin acımasız bakışlarını duyumsuyordu; ay ışığından beyazlayan gökyüzünde, hepsinin karaltılarını gördü, gözlendiğini biliyordu. Annesinin hıçkırıkları yukarıdaki açık camdan düşüp ayaklarının altında ezildi. Bahçeye çöken karanlık sırtına çullanmış, kamburu çıkmıştı yürürken. Ahırın kapısını açtı. Hayvanlar uyuyordu… Birkaçı uyanır gibi sesler çıkardı… Adım attıkça samanlar çıtırdıyordu. Işığı açtı, solgun bir aydınlık yayıldı içeri. Tavanda bir ip asılıydı. Dışarıdan gelen rüzgârla sallanıyordu usulca. Altına eski bir tahta iskemle konulmuştu, üstüne çıkarken bacakları gıcırdıyordu… O sıra, yatağının altına sakladığı bulmacalar geldi aklına. Ardımdan bulacaklar diye bir tedirginlik geçti içinden. “Keşke atsaydım hepsini” diye düşündü pişmanlıkla.
Ahırın küçük penceresinden, bulutların arasından geçen dolunaya baktım. Şehirde surların üstünde yürüdüğümüz güzel bir yaz gecesini düşündüm. Ufak bir kızdım. Boyum yetmiyordu duvarlara. Küçük dayım kucağına alıp kaldırmıştı. Ay duvarların ötesindeki ovayı pırıl pırıl aydınlatıyordu. Parmağımla ilerisini göstermiştim. Orada ne var diye sormuştum. Orası çok uzak. Gidilmez demişti küçük dayım. Birden bahçede erkeklerin ayak seslerini duyar gibi oldum. Sarkan ilmeği boynuma geçirdim korkarak. Bir gün dişim çok ağrıdığında, annem bir nakış ipini dişime sarıp çekmişti, acıdan kurtulmuştum. Kanayan yerine kül basmışlardı. Günlerdir çektiğim acıdan, dişim gibi kurtulabilirim, onlar da toprak basarlar üstüne. Olur biter. O kadar cesaretli değilim ki. İçimde git git büyüyen acıtan bir üşümeyle buz kesiyorum. Bütün bedenim sarsılıyor, dişlerim tıkırdadıkça sıkıyorum çenemi, içim üşüdükçe bacaklarım öyle titriyor ki birden dengemi kaybediyorum. Yere düşen tahta iskemlenin sesini duyar gibi oluyorum. Gökyüzünde dolunay sallanıyor. Boynumda keskin bir acı… Sonra uçsuz bucaksız ovalar… Ben büyümüşüm, okumuşum, postanede memur olmuşum, surlarda geziniyorum… Küçük dayım sevdiğiyle evlenmiş… Hepimiz beyaz bir arabadayız, gidilmez mavi uzaklıkları aşıyoruz gülümseyerek.

Şubat 2011, Moda-Diyarbakır

YASEMİN YAZICI KİMDİR?
İlk yazıları 1978 yılında Demokrat İzmir gazetesinde yayımlandı. Daha sonra, Cumhuriyet, Yazko-Somut, Sanat Olayı gibi gazete ve dergilerde çalıştı. Sinemada yönetmen yardımcısı, prodüktör, senarist ve TV filmi yönetmeni olarak görev aldı. İlk romanı Kaybolan Kasaba 1990 yılında yayımlandıktan bu yana deneme, roman ve öykü türünde yazmayı sürdürüyor. 


İlgili haberler
Bu damızlık kızın öyküsü çok tanıdık!

Sıkıyönetim ilan ediliyor; anayasa askıya alınıyor, gazeteler kapatılıyor. Kadınların okuması, eğlen...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kum gibi

“Annem kitap okumazdı. İşi, gücü temizlik. Bizi, iki kızını sevmeye vakti yoktu. Ev, onun komuta ala...

GÜNÜN ŞİİRİ: Kadının Akşam Duası

Sennur Sezer 74. doğum gününde sesiyle ölümsüzleştirdiği şiirleriyle merhaba diyor bize. İyi ki doğd...