GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Ben sizi ararım
Yokuşu yarıladığında iş görüşmesinde giyilmemesi gereken ne varsa üstüne geçirdiğini fark etti. İş görüşmelerinde kabul edilebilirliğini azaltacak kıyafetleri tercih etmesinin nedeni vardı elbet...

Evden çıktığında öğle saatleriydi. Apartmanın köşesinden sola dönüp, metroya varmak için ineceği uzun yokuşun başına geldiğinde durup derin bir nefes aldı. O soru önce kalbini mengenenin içine soktu, sıktı, kanı boşalttı; sonra yine aklının köşelerini ele geçirdi, “ütünün fişini çekmiş miydi?” Bilmiyordu. Ütünün fişini çekip çekmediğini anımsamak ve ocağı kapatıp kapatmadığını tahmin etmek bir matematik problemini çözerken denklemin bilinmeyenlerini yerli yerine koymak kadar zordu. Matematiği iyi değildi. Zira iki defa çaydanlığın kömür kadar kararabildiğini deneyimlemiş, üç kez de ütü masasının güya yanmayan kılıfını değiştirmişti. Yarı yoldan geri döndüren, otobüsten indiren, kan ter içinde kalıp evin kapısını telaşla açtıran bu iki soru, bir filmin senaryosuna konu olacak felaket ânının tahayyülüydü. Kararlıydı. Geri dönmeyecekti. Her şeye neden aramaktan yorulan zihni, hayata karşı kendisini savunmak için yeni soru bulmuştu. Neden olmasın? Olan biten karşısında, insanın dahli olmadan maruz kaldıklarının yanında, makus talihin sabırsızlığında, ütünün buharının açamadıklarını buruşukluğundan kurtaran en anlamlı soruydu bu. Adımlarını hızlandırdı. Son iki yıldır saymaktan yorulduğu, sonuca varmayan, tokalaşmalar, merhabalar, iyi günler, bize kendinizi tanıtınlar, neden bizi tercih ettinizler arasında gidip geldiği iş görüşmelerinden birini daha şereflendirmek üzereydi. Ne büyük gurur! Halbuki üniversiteye başladığı o yıl planladıkları, sonuçlarını kavrayamadığı şekilde yönünü değiştirmişti. Yokuşu yarıladığında iş görüşmesinde giyilmemesi gerekenler listesinde ne varsa üstüne geçirdiğini fark etti. Uzun süredir iş görüşmelerinde kabul edilebilirliliğini azaltacak kıyafetleri tercih etmesinin elbet sebebi vardı. Çoğunluğun zevkinden, göze hitap etmekten, ütülü siyah pantolondan, çizgi izi olmayan beyaz gömlekten, özenli görünmekten, ayakkabıların kıyafeti tamamlayacak renk uyumundan sıkılmıştı. İş görüşmesi esasen insanın taviz verdikleriyle yapmak istedikleri arasında sıkışıp kaldığı, zamanını boşa harcadığı, ikna etmekle ikna olamamak arasında şehirlerarası yol gitmiş kadar yorulduğu, bildiklerini unuttuğu, anlamsız sorulara cevap vermeye çalışırken hayal gücünün sınırlarını zorlayan yalanlar söylediği bir yerdi. Cehennemin yolunun taşlarını döşeyen, harlı ateşi hiç söndürmeyecek olan bu yalanlar dünyayı katlanabilir de kılmıyordu işin garibi. Üzerindeki kot pantolon, yeşil bluz, ayağındaki bot, kulağındaki küpeler, boynundaki çiçekli şal, karşısına oturacağı, kurduğu cümlelerle ‘bu bir bant kaydıdır’ diye söze başlayan robotik ses gibi yabancılık hissettirecek insan kaynakları uzmanı için tercih edilebilir parçalar değildi. Kurumsal imaj ve itibar kuralları yerle yeksan olacaktı. Ne acı! Metro istasyonuna vardığında aklına yüksek lisans ve doktora sınavları geldi. Jüri üyelerinin karşısına geçtiğinde, jüri başkanının hangi soruyu soracağından ziyade, sınavı kazandığında okuyacaklarını, yapacaklarını hayal etmişti. Yüzüne yerleşen gülümsemesinin, aniden kesilen elektriğin yarattığı hayal kırıklığı gibi parlaklığını yitirip sönmesinden tabii ki Adorno sorumlu değildi. Ama her şeyin başı o soruydu. Kültür endüstrisi neydi? Pınar, en iyi bildiği yerden gelen bu soruya mutlulukla cevap verdiğinde yıllar sonra başına geleceklerden bihaberdi. Adorno haklıydı, gözümüzdeki kıymık en iyi büyüteçti.

Metrodan bir durak önce inip yürümeye karar verdi. Anlamsız sorulara istifini hiç bozmadan anlamsız yanıtlar vermesi için çağrıldığı Biz Sizi Ararız Plaza, Kat: 2’ye gitmesi için zaman vardı. Deniz kenarında nefeslenirken akademik formasyonunu iman gibi taşıdığı bağrını havalandıracak, öğrendiklerini unutmaya çabalayacak, söyleyeceği yalanları önce suya bırakacaktı. Neticede vizyon ve misyon kolay kazanılan şeyler değildi. ‘Yapılıyor, söyleniyor, iletiliyor olacakların’ yanında deniz kenarındaki beyin fırtınası, esnek çalışma saatlerinde beklentilere adapte olmak için önemli bir yol haritasıydı. Hedef kitlenin algısını etkileyecek, kurumsal imajı güçlendirecek, rekabet açısından sinerji yaratacak profesyonellik damarlarındaki takım ruhunda atacaktı. Evet, evet Pınar yaklaşık bir saat sonra ‘başarıyor olacaktı.’ Zaman içinde kabullendikleri, hayal ettiklerinin hakikat karşısındaki acizliği, olmayanlarla olanlar arasında geliştirdiği tahammülü ile bedeni daha dik, ruhu daha kırılgandı. Yürüyüşündeki sarsılmaz özgüvenin kaynağı, kimseye anlatamadıklarını pür telaş neşeyle gölgelediği günlerin saatlerini, kendisiyle kurduğu sakin ve sabırlı yakınlığın umuduyla birleştirdiği köşedeydi. Dolu tarafı mı boş yanı mı diye düşünmekten önemsenmeyen bardak gibi durduğu hayatın ortasında Pınar, yarım kalan tarafıyla Konak’tan Pasaport’a yürümeye başladı. Dolunun ve boşun imkanı o bardaktı. Ellerinin arasında sıkıca tutulmayı hak ediyordu. Çünkü dünya üzerindeki en zor, okunan kitaplarda, bitirilen okulların hiçbir dersinde lügâtı öğretilmeyen yegâne meslek işsizlikti. Alfabesi yirmi dokuz harften fazlaydı, karmaşıktı, zordu. Yabancı dillerin en çetrefillisi, en afili havuz probleminin açık kalan çeşmesiydi. Direksiyon hakimiyetini kaybettiğinizde bariyerlere çarpıp çarpıp ayağa kalktığınız yoldu. Pasaporta giden yol üzerinde Pınar, sol tarafına aldığı denizin sesini dinledi. Telaşla yürüyen insanların arasından geçerken biraz sonra sırası değişmeden sorulacakları düşünmeye başladı.

İnsan seslerinin dayanılmazlığını kulaklarından uzak tutabilmek çabasıyla evden çıktığı anda kulaklarını müzikle doldurmayı alışkanlık edinmişti. Böylece yürürken bakışını sabitlediği uzaklık dışında kimsenin yakınlığına temas etmeden sessizce ilerliyordu. Deryası, denizi, evi, durağı nitelemeleri ile ne olduğunu artık kendisi de bilmeyen ‘kahve’nin ızdırabına ortak olmak için ilk rastladığı mekanın kapısından içeri girdi. İnsanlar ne kadar çok konuşuyordu. Oysa ki sessizlik, hayatta kalmanın en geçerli sebebiydi. Sessizliği bıçak gibi kesen anlamsız insan seslerinin arasında mecburi kalışlarında, eskilerin durup dururken, aniden ve derinden, başlarını çevirip omuz başından boşluğa bıraktıkları tılsımlı kelimeyi tekrarlardı: ‘şükür.’ Çocukken anlam verilemeyen ve hatta komik gelen bu kelime aslında büyük bir tahammül sözüydü, her şeye. Şükür! Sandalyeyi usulca çekti, sadece denizi göreceği şekilde ayarlayıp oturdu. Tam o anda Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerini hatırladı. İçinde olduğu kısacık zamana en uygun düşecek anlatılar onlardı. Fonda Schubert’in 20 numaralı piyano sonatı tabii ki kaçınılmazdı. Pınar, bulunduğu yer neresi olursa olsun kimseye fark ettirmeden kendi bahçesini yaratırdı. Şu an istediği, yönetmenin elinde senaryoyla yanına oturması ve sekansları uzun uzun anlatırken neler yapması gerektiğini anlatmasıydı. İnsanın hayatına dışarıdan bakan bir gözün varlığı, gösterdikleriyle, anlattıklarıyla zihin açıcı olabilirdi. Böylece yarım saat sonra sıralamada yeri hiç değişmeyen, iş görüşmelerinin ilk beş muhteşem sorusuna daha anlamlı ve yaratıcı cevaplar bulabilirdi.

“Bize kendinizden bahseder misiniz Pınar Hanım”

İki dakikada insan o yaşa kadarki mevcudiyetini nasıl anlatabilirdi? Bu soruyu hazırlayanların aklından şüphe ederek tekrar düşündü. Her iş görüşmesinde bu soruya, bütün kötü enerjileri kovan, çaresiz ve umutsuz anların sesi Zeki Müren’in herkesçe bilinen o şarkısındaki gibi cevap vermek isterdi. En azından görüşmeyi yapan, muhtemelen gündelik rutinleri dışında başka umut veren hikayesi olmayan yöneticinin müzik zevkine de katkı olurdu. “Sevgi dolu bir dünyam var, dört yanımda tüm insanlar, dünya malı neye yarar dostluklarla yaşıyorum. Sevgilerden nakışlarla, mutlu mutsuz bakışlarla, kalpten kalbe akışlarla alkışlarla yaşıyorum” diyerek ayağa kalkıp geri geri yürüyerek kapıdan çıkmak iş görüşmelerini zirvede bırakmak olabilirdi.

“Bizi neden tercih ettiniz, sizi neden işe alalım?”

Bu soruya karşılık gelecek şarkıyı bulmakta zorlanmadı Pınar. “Hayat bu gün gelir harcar seni, bir de saçlarına karlar yağınca, eskimiş şal gibi satarlar seni. Bulamazsın…” benim gibisini cevabı kurumsal kimliği temsil ettiğini sanan yöneticinin görüşme sonrasında varoluşunu sorgulatacak başlangıç olabilirdi. Görüşme odasını terk ediş, kapıda durup başı usulca masaya çevirip ‘bulamazsın’ kelimesinin tekrar edilmesiyle taçlandırılabilirdi.

“Bekar mısınız? Evlenmeyi düşünüyor musunuz?”

Sabır testinin güçlü sorularından biri karşısında, önce önündeki sehpada duran su şişesini alıp bir yudumla ağzını çalkaladıktan sonra söze şu şarkıyla başlayabilirdi. Biz Sizi Ararız Plaza, Kat: 2’nin koridorları böylesi cevabı hak edecek ne yaptığını düşünmeliydi. Suç Pınar’da değildi. “Gün ağarınca boynum bükülür, dalarım uzaklara gönlüm sıkılır, sorma ne haldeyim, sorma kederdeyim…” İş görüşmelerinin de bir haddi olmalıydı ve bu had cüretkâr tavırla aşılıyorsa, görüşme odasının kapısı insanın elinin tersi işlevini görebilmek için yeterliydi.

“Yaşadığınız ev kira mı? Yalnız mı yaşıyorsunuz?”

“Bir gün buradayım bir gün sılada! Gönlümü göçebe kuşa döndürdün…” sözleriyle fonda çalmaya başlayan şarkıyı durdurarak “ah ne düşüncelisiniz yoksa şirket yan haklarında çalışanlarınıza ev almak gibi ince bir düşünceniz mi var” sorusunu yöneltip “lanet olsun sana ey zalim felek” nidalarıyla görüşme odasından hızla uzaklaşılabilirdi.

“Maaş beklentiniz nedir?”

Girişindeki keman nağmeleri ile kahır mektubu… “Kader kelepçesini elime vurdu felek, geleceğim demiştin ben hâlâ bekliyorum, ben hâlâ bekliyorum…” Esnek çalışma saatlerinin neredeyse günün yirmi dört saatine denk gelen koşullarına tezat olarak beklentinizin zinhar karşılanmayacağını ayan beyan gösteren bu nadide sorunun sonundaki kesif sessizliği bölecek ama’ları duymadan görüşme odasından ayrılmak isabetli olacaktı.

Soru-cevap kısmından çok özenle seçtiği yanıtları verdiğinde karşısındakinin yüzünün alacağı hali düşünmek gülümsetti Pınar’ı. O an ne kadar çok sevdiğini fark etti Zeki Müren’i. Hayatta mânâ aranan türlü saçmalığa, kalp kıran insanlara, dünyanın tahammülfersa varlığına nasıl nezaketli cevaplar vermişti. O cevaplar karşısında diller lâl olur, bakışlar utançla yere eğilirdi. Bir yandan bunları düşünüp bir yandan suyla çalkalanıp fincana dökülmüş, lezzetsiz ve yavan kahveyi yutabilmek için çaba harcarken telefonu çaldı. İki gün önce görüşmeye çağırmak için arayan, Hikmet Bey’in asistanı Ayşe Hanım’ın cızırtılı ve rahatsız edici sesiydi. Muhtemelen hikmetinden sual olunmayacak Hikmet Bey’in talimatını yerine getiriyordu. Zaman yönetimi mühimdi tabii. Derin nefes aldı, martıların sesine odaklandı, denizin kokusunu avuçlarında saklamak için saçlarına dokundu. Ayşe Hanım görüşmenin saatini hatırlatıyor, teyit etmek adına gelip gelmeyeceğini soruyordu. Tam zamanıydı. Bugüne kadar biriktirdiği yorgunluğu, incinmişliği ve aylardır derman bulabilir miyim diye koşuşturduğu bütün iş görüşmelerini saçıldıkları kaldırımdan toparladı, kendinden emin vakurluğuyla yanıtladı, “Ben sizi ararım Ayşe Hanım, iyi günler!”

Öykünün yazarı Funda Dörtkaş kimdir?
Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünde lisans, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesinde yüksek lisans eğitiminin ardından aynı bölümde doktorasını yapıyor. İnceleme ve deneme yazıyor ve edebiyat söyleşileri yapıyor. 


İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Çamur

Benim varlığım yok, oyuncak arabamla yerde oynar gibi yapıyorum. Keşfedilmez bir hayal dünyam var ve...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kırda bir pazar

Küçük bir kız çocuğunun öyküsü bu. Yasemin Yazıcı’nın kaleminden hayatın acımasızlığı ile çok erken...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Yoğun bakım notları

Hastanelerin bekleyiş sürgünleri kadınlar en çok. Hayatın gizli hemşireleri ve gerektiğinde açık bek...