Boş salonda yankılanan sekiz çift elin alkış sesiyle nikâh masasına doğru ilerlemiştim. Birkaç dakika sonra kocam olacak Şakir’in koluna girip, koşar adımlarına mı yetişeyim, dik mi durayım, Aralık ayının soğuğundan morarmış çıplak omuzlarıma saten şalımı mı sarayım, ayağımı zonklatan ince topuklara alışkınmışım gibi mi yapayım, yoksa taftamı ne çok, ne az, tam kararında zarifçe kaldırıp, soylu edasıyla mı yürüyeyim bilememiştim. Nihayet nikâh masasına ulaştığımızda Şakir tıpkı bir yaprak gibi titriyordu. Simli tül eteğimi toplayıp gülümseyerek ona sandalyeyi işaret ettim. Anlamadı. Karşısında epeyce dikildikten sonra sandalyemi hart diye geri çekip, kendi yerine oturdu. Kayınvalidem Hayriye Hanım, iki yanına hafifçe sallanarak hülyalara dalmıştı. Kayınpeder kişisinin kaşı ayrı, gözü ayrı oynamaktaydı. Şakacı kayınbirader, montunu ensesinden geriye düşürmüş, oflayıp, pufluyordu. Kardeşimin hıçkırıklarına arkadaşının tesellisi karışıyordu. Şahitlerime dönüp, selam vermeyi çok sonra düşünebilmiştim. Şakir’in patronuyla, karısı kibarca selamımı aldılar. Kadın altın bileziklerle dolu kollarını boyuna şangırdatıyor, kısa boylu adam daha uzun gözükebilmek için doğruluyordu. Bordo cüppesiyle ağır akıllı duran nikâh memuru, bizi dünya evine sokmaya sabırsızlanıyordu. Nişanlım ağır ağır kayıp, masanın altına gizlenmek üzereydi. O iri yarı adam ufalıp, küçücük kaldı. Yapma, diye yarım ağız uyarmıştım onu. Pıs pıs konuşmaya başladı benimle. Kardeşin ağlıyor, herkes bize bakıyor, evleniyor muyuz şimdi biz? Bu arada merasim çoktan başlamıştı. Memurun sualleri, evetler, imzalar derken, bildik lafları işittiğimi ve Memur Beyin eteğini savurarak uzaklaştığını hayal meyal hatırlıyorum.
Arabanın ön koltuğuna prenses eteğimle zar zor sığışıp, eşime, hakikaten evlendik mi biz? diye soran bu sefer ben olmuştum. İnanamıyordum, alyansımla oynuyordum sürekli. Benim ısrarımla iki kişilik kutlama yemeğine gitmek üzere yola koyulduk.
“İskender mi yiyelim?”
Isıtmayan şalıma iyice sarınıp, kaloriferi harladım.
“Olur… Annenin bana dediğini duydun mu Şakir?”
“Ne dedi ki?”
Askısız gelinliğimi yukarıya doğru çekiştirip dekoltemi düzelttim.
“Gelinliğinin bu kadar açık olduğunu bileydim, şal örerdim annesi.”
Cevap vermedi. Fırlattığım dik bakışlardan sonra genzini temizleyip, yorumladı anasının lafını.
“Üşümenden korkmuştur.”
Hep iyi niyetindendi, hep.
Gülüşmeler, öpüşmeler, kenetlenen eller, sevinmeler… Allah’ım nasılda mutluyduk. Kebapçının kapısındaki gür bıyıklı tek kaşlı garson, alacağı bahşişin heyecanıyla coşku dolu karşılamıştı bizi.
“Aman efenim, hoş gelmişiniz, mutluluklar dilerim efenim. Şu büyük masa yeter mi efenim?”
Sevgili eşim, abi bu kadarız, deyince afallamıştı garson. Bol tereyağlı iskenderle, asitli meşrubatlarımızı yudumlayıp, kayınvalidenin evine dönmüştük. O zamanlar pek âşık olduğum sevgili kocam, babasının otomobilini gecekondularının önüne park edip, bahçe kapısını yüzüme çarparak eve koşmuştu. Evliliğimiz boyunca bu koşusunu istikrarla sürdürecekti.
“Keşke beni de beklesen ya!”
Bir acayip ses çıkarmıştı kocam. Haa! Engebeli betonu sivri topuklarımla güç bela aşıp, kendimi içeriye atmıştım. Ayaklarımda süper ince tül çorabım, yapılı saçlarım, boyalı yüzüm ve tırnaklarımla sobanın yamacına yerleşirken kocamın ailesine ve Komşu Teyzeye gülücükler atmıştım. Aslında hiç sevilmeyen ama çok seviliyormuş gibi yapılan Komşu Teyze ağzını yamultarak beni süzdü.
“Bizim çocuklarımız öyle iyidir, öyle iyidir! Çok şanslısınız. Dünyada yok böyle çocuklar! Yakışıklı, karakaşlı, kara gözlü, çok iyidirler çok!”
Onayladım teyzeyi.
“Ya, ya di mi? Bizde iyiyiz ama di mi?”
“Annenler de üzdü bizi. Gelmeleri gerekirdi ama üzdü bizi, üzdü, üzdü, çok üzdü…”
Elti kişisi başka odaya kaçarken sözcükler dilimden dökülüvermişti.
“O lafı söylemek size kalmadı.”
Gürül gürül yanan kömür sobasının elli dereceye çıkarttığı oda buz tutmuştu şimdi. Komşu Teyze bir hışım çıkıp, yirmi lirayla geri geldi. Gelinliğime parayı iğneyle iliştirip, mutluluklar dileyerek gitti. Deli gibi âşık olduğum kocacığım mevzuyu derhal değiştirmişti.
“Bizim evin işlerini halledebildiniz mi?”
Çok yorulduklarını, biz yemek yerken her bir şeyi hallettiklerini, biz baş başa ne güzel eğlenirken perişan olduklarını uzun uzun anlattılar. Teşekkür ettim. Fakat içime sinmemişti. Nikâh sonrası karı koca yemek yemenin mahcubiyetiyle tekrar çok ama çok teşekkür ettim.
Gün bitmiyordu, sıra dini akitteydi. Başıma örttükleri yemeniyle beni ilk defa gören aşkım kocam, örtü hiç yakışmamış, çıkar şunu, dediğinde ne kadarda şakacı biri diye düşünüp, hiç kızamamıştım ona. Aldın mı, aldım. Aldın mı, aldım. Aldın mı, e tamam aldım.
Önceki kısa ziyaretlerimde kullanmak zorunda kalmadığım alaturka tuvalete gitmem gerekmişti. Gelinliğimin eteğini çıkarmama yardım eden kayınvalidem tül çorabımla kalan beni inceleyip, gacırdayan tahta kapıyı araladı. Kırk beş numara naylon yeşil renkli terlikler işte oradaydı. O kocaman şeyleri ayağıma geçirirken, hıhıh! diye bir ses çıkarmıştı kadın. Hıh! Sıçrayan çişlerden, kaka sularından mı ıslaktı terlikler, yoksa banyo çok soğuktu da bana mı öyle geliyordu. İçim bulandı. Aynı gacırtıyla kapıyı kapadım ve paslı kancayı duvara taktım. Kırık küvet, hortumlu taharet musluğu, pembe maşrapa... İşimi hallettikten sonra sifonun zinciri çektim. Çalışmıyordu. Bir kez daha denediğimde plastik zincir elimde kalmıştı. Kuburda duran tuvalet kâğıdını ve zinciri oracıkta bırakıp, ellerimi uzun uzun sabunladıktan sonra tuvaletin önünde çok sevdiğim kocamın annesini beni beklerken bulmuştum. Geç sen, sofrayı kurayım, dedi. Kadın, kocaman ağır siniyi sehpanın üzerine ustaca bıraktı ve hep beraber etrafında bacaklarını toplayarak yere oturdular. Haydi, dedi bana, yemeğe. Gelinliğimi bahane ederek, yok, diye cevap vermiştim. Hiç acıkmadım ki. Kadının çözümü şahaneydi. Alt aşortman vereyim annesi? Staraplez gelinliğimin altında, dizleri çıkmış, bana üç beden büyük gelen erkek eşofmanıyla kendimi hayal ettiğimde, asabım bozulmuş ve beni bir gülmedir tutmuştu. Tabii, iskenderden sonra kolayına acıkılmaz annesi! Gülmem geçti. Kaşı gözü ayrı oynayan kayınpeder, kaşığını ortadaki çorba tenceresine daldırdı. De haydi! Tüm aile iştahla ve ağızlarının kenarındaki yağları ekmekle silerek karınlarını doyurdular. Abisinin lüzumsuz şakaları ortalığı şenlendiriyordu. Ye kardeşim ye, enerji lazım şimdi sana! Ye! Pek eğleniyorlardı. Kraliçe edasıyla çekyata kurulan ben, yine aklımdan geçeni söyleyivermiştim.
“Acaba girişteki masayı neden kullanmıyorsunuz?”
Birbirlerine bakıp, sustular. Kayınvalide derin bir nefes aldı.
“Rahat böyle annesi, alışırsın sende.”
Altı kişi arabaya doluşup, mutlu yuvamıza doğru yola koyulduğumuzda Kamuran Baba hem arabayı kullanıyor, hem bize talimat veriyordu.
“İki gün evden dışarıya çıkmak yok. Adettir. İlk çıktığınızda da bizim elimizi öpmeye geleceksiniz, he mi?”
Yamulan taftamla oynarken sormuştum.
“Acaba ekmek almakta mı yasak?”
Kayınvalidemin sesi titremişti.
“Al annesi, he al, al.”
Dairemizin önünde kıpır kıpır dua okumuştu Kamuran Babam. Ağırlığımı sırayla bir sağ ayağıma, bir sol ayağıma verip, sabırla duanın bitmesini bekliyordum. Yarım saatin sonunda, yüzümüze bakmadan, Allah rahatlık versin, dedi ve koşar adımlarla merdivenleri inmeye başladı. Diğerleri de itiş kakış onu takip etmişlerdi.
Sağa sola dayanmış koliler, çıplak tozlu ampuller, kısa gelen eski perdeler, canı isteyince çalışan doğal gaz sobasının önüne serilmiş yer yatağı… Yuvamız hiç modaya uygun değildi, üstelik takıntı haline getirdiğim renk uyumu da yoktu. Zonklayan ayağımı son bir gayret sürüyerek odaları gezdim. Döndüğümde eşim, yer yatağına devrilmiş, horulduyordu.
Vişne suyu ve poğaçayla kahvaltı, elimden geldiği kadarıyla evi temizleme, yerleşme derken vakit öğlenden sonrayı bulmuştu. Kayınpeder ve kaynana, bize kıyamayıp akşama doğru yardıma gelerek doğrusu büyük fedakârlık etmişlerdi. Değerli katkılarıyla toparlandık. Üçüncü sabah el öpmeye gittiğimizde Kamuran Baba bahçede sigarasını tüttürüyordu. De haydi geç, dedi oğluna. Anan içeride. Derhal anasına koşturan kocamın ardından, montumun fermuarını açıp, ayakkabılarımı çıkarmaya hazırlanan bana baktı ve yapış yapış sırıttı. Fırfır dönen gözlerini göğüslerime kilitleyip, yeşermiş, eksik dişlerini gösterirken, anayı babayı unutacan, artık biz varız. Daha bitti o taraf, diyordu gevrek gevrek.
O an anama inat evlenmemi, kendimi kandırarak devleştirdiğim aşkımı, geçmişimi, her şeyimi unutmak istemiştim.
En çok da kaşı gözü ayrı oynayan baba sıfatındaki o adamı.
Öykünün yazarı Tuba Kır:
1973 yılında İstanbul’da doğdu. Tiyatro eğitimi aldı. Uzun yıllar özel tiyatro ve radyolarda çalıştı. Jale Sancak’ın eğitmenliğini yaptığı Galapera’da ve Yeşim Cimcoz Yazı Evi’nde çeşitli atölyelere katıldı. Altkitap Tema Yıllığı’na (2014), “Kaza” isimli öyküsü seçildi. Maden Mühendisleri Odası’nın düzenlemiş olduğu yarışmada (2015), “Arif Sözü” isimli öyküsü “Madenci Edebiyatı-Rüzgârın Sesini Duydum” isimli kitapta yayımlanmaya değer eserler içinde yer aldı. Kayıp Mürekkep dergisinin 2016 yılında düzenlediği öykü yarışmasında finale kaldığı “Janjanlı Güvercin” isimli öyküsü kitaba girmeye hak kazandı. Edebiyat dergilerinde pek çok öyküsü yayınlandı. İlk öykü kitabı Üzgün Muhallebi 2016 Haziran ayında Notabene tarafından basıldı.
İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Mecalim Yetmedi
Şimdi benim kızım kapalı bir odada adamın tekiyle uzun süre yalnız kalsa huylanırım, aynı adamla ayn...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kendine ait bir oda ve daha başka şe...
Mutfak masasında yazı yazan, başka gezegenden gelen birine bir gazete sayfasından dünyayı anlatan ka...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Çamur
Benim varlığım yok, oyuncak arabamla yerde oynar gibi yapıyorum. Keşfedilmez bir hayal dünyam var ve...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.