GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Son Uyku
‘Her yeni güne sevgiye başlarsın, annem sen benim yanıma kalansın...’ başımı yavaşça önüme eğdim ve bunca kalabalığa rağmen, yüreğimin sızlayan yanını kendimle baş başa bıraktım.

19.48

Kendimi koruma altına almak için oluşturduğum hayali duvarlarımın yıkılışını izleyeli çok olmamıştı. Zihnimdeki bu harabeden bihaber olan çevremdeki diğer insanlar, kendi monoton yaşamlarının verdiği tempoya devam ederken, girdiğim sokağın boş kaldırımlarında hissiz adımlarla yürüyor ve düşündüklerimi düzene sokmaya çalışıyordum.
Tıpkı hayatım gibi.

İnsanlar doğar, öğrenir ve iz bırakırdı. Çoğu kalıplaşmış algı yüzünden bu cümle ‘büyür ve ölür’ şeklinde tamamlanıyor olsa bile, bu bence öyle değildi. Bana göre insanlar öğrenirlerdi ve bu büyüdükleri anlamına gelirdi. Ölüm ise yalnızca fiziksel bir olgudan ibaretti. İnsanlar ölmez, sadece arkalarında kendilerini hatırlatacak bir iz bırakırlardı. Bu iz kimi zaman midede koskoca bir kavanozun tuzla buz olması kadar acı verirken; kimi zaman da gökyüzündeki bulutları izlemek kadar sıradan ve masum olabiliyordu.

Sanırım son zamanlarda isteyebileceğim tek şey, benim hikayemdeki iz bırakanın bana daha masum ve daha sıradan bir iz bırakmış olması olurdu...

Olmadı.

Dakikalar birbirini kovalarken, stresten terleyen avuç içlerimi birbiri üzerine kapattım. Belki de dakikalar sonra yılların suskunluğunu haykıracaktım... Aslında bu haykırışın beni mutlu etmesi gerekiyordu; fakat bu mutluluğun kursağımda kalmasına sebep olan en büyük etken, bu topluluğun daha önce toplanmayışı olmuştu. Bu insanlar, benim hayatımda iz bırakılmadan önce toplansalardı ben de her akranım gibi kendi monoton yaşamım içinde kaybolabilir; ne kadar sıkıcı bir hayatım olduğu konusunda şımarıkça şikayetlerde bulunabilirdim.

Heyecandan kaynaklı olduğunu düşündüğüm hafif baş ağrımla beraber başımı kaldırdım. Yukarı baktığımda gördüğüm ilk şey, ‘3 Numaralı Konferans Salonu’ yazılı tabela olmuştu. Buranın hayatımda nasıl bir konuma sahip olduğunu kestiremiyordum. Burası her şeyin başladığı, hayatıma güçlü bir kadın olarak devam edebileceğim bir dönüm noktası mıydı, yoksa ben pes etmiş bir vaziyette, beni bırakıp giden kişiye karşı son vazifemi mi yerine getiriyordum?

Haziran 18

Dünden yorgun olduğum sebebiyle sabah zorlukla açtığım gözlerimle birlikte uyandım. Sanki bugün; on sekiz yıllık yaşamımda biriktirdiğim tüm yorgunluklarım göz kapaklarıma yüklenmiş, ağırlık yapıyordu. Uyanmayı zerre istemesem de yataktan zorlukla çıkarak güne başlamak için bir adım attım. Bugün ortaöğretim diye adlandırılan eğitim serüvenime küçük bir mola vermiştim, çünkü yalnızca üç gün sonra yıllardır okula gitmemin tek sebebi olan üniversite sınavım vardı. Lise son sınıfım dolu dolu geçmişti, ders çalışmaktan yana içim rahattı. Ben elimden geleni yapmış; kalan son günlerimde stres olmamak adına kendime zaman ayırmaya karar vermiştim. Evdekiler bugün dışarı çıkacağımı biliyorlardı ve sabahın erken olması herkes uyuyordu. Kimseye haber vermeden, sessizce hazırlanarak çıktım evden. Her sabah rutinimin aksine annemi öpmemiş oluşum o anlığına biraz kendimi buruk hissetmeme yol açmış olsa da, bu konu üzerinde düşünmeyi erteledim. O benim biricik annemdi, bugün onu öpememiş olmam bir daha öpemeyeceğim anlamına gelmezdi sonuçta...

En yakın arkadaşlarım ile buluşacağımız noktaya geldiğimizde sınavdan hiç konuşmadık. En ufak bir tereddütte dahi bulunsak bu bizim, -özelliklede benim- moralimizi alt üst edebilirdi. Bu sınava çok fazla anlam yüklemiş ve büyük emekler vermiştik. Laf arasında konuşurken İlayda, ablasının doğum yaptığını söyledi. Uzun zamandır sabırsızlıkla bunu beklediğimiz için bu haberi duyduğuna en çok sevinecek olan kişiye, anneme, müjdelemek adına sabırsızlanarak çantamdan telefonumu çıkardım. Telefon sonuna dek çaldığı halde açan olmamıştı. “Neyse,” dedim gülümseyerek. “Annem kaçmıyor ya, akşam eve gittiğimde söylerim nasıl olsa.”

Bu sırada İlayda, yeğeninin kız olduğunu ve isim konusunda kararsız olduklarını söyledi. “Bir bebeğe isim koymak dünyadaki en zor şey” diyerek sıkılmış bir tavırla önündeki kahveye baktı. “Annesi olmadığım halde sabah akşam isim düşünüyorum... Ona hiçbir ismi layık görmüyor gibiyim. Benim için çok değerli.”

Ben de ona gülümsedim, “En iyisi olsun istiyorsun. Haklısın tabii.” Arkadaşlarımla, ‘günümüz şartlarında çocuk yetiştirmek’ adlı muhabbetimiz sürerken saatinde ne kadar ilerlediğini fark etmemiştik... Konuşulan bu konularda birbirimizle bilgi alışverişinde bulunmamız bizi birikimli, kendini geliştirmiş ve bilinçli bireyler yapıyordu. Peki ya ailelerimizi?

Ben aile tarafından şanslı biri değildim. Şiddetin her türlüsünü bulunduran bu ev, o kavga anlarında bana dört duvardan bir cehennemden farksız geliyordu. Benim annem her güne sevgiyle başlayan, hayat dolu ve çok uyumlu bir kadın olmasına karşın yıllardır; hatta kendimi bildim bileli şiddet görüyordu. Ağabeyimle hem psikolojik hem de fiziksel olan bu şiddetlere tanık olmamız sebebiyle biz de bu travmayı yaşıyorduk ister istemez. Annemin gözümün önünde yediği her dayak, kendim yemişim gibi canımı acıtıyordu. Yalnızca benim annem değil; hiçbir canlı şiddeti hak etmiyordu. Bir insanın birini dövmesi onun güçlü olduğu anlamına gelmezdi ki... Aslında bu acizliğin ta kendisiydi.

Yavaş yavaş günün sonuna geldiğimizi anladığımızda arkadaşlarımla vedalaşmak için ayaklandık. İçlerinden samimi olduğum bir arkadaşım adımı söylediğinde bakışlarımı ona çevirdim. “Sena!” konuşmasını bekler gibi yüzüne bakmaya devam ettiğimde cümlesini tamamladı. “Ne kadar zor ve stresli bir dönemden geçtiğimizi biliyorsun. Tüm senenin yorgunluğunu atmak için sınavdan sonraki gün için iki tane konser bileti var elimde.”

Gülümseyerek cevap verdim, “Harika! İyi eğlenceler o halde.”

“Gidecektim... Fakat babam sürpriz olarak uzun zamandır gitmek istediğimiz bir yerden ailecek rezervasyon yaptırmış...” masumca baktı, çantasından biletleri çıkarıp bana uzattı. “Al, Emine teyze, bu kadını çok seviyor. Siz birlikte gidin.”

Mutluluk ve mahcupluk arasında harmanlanmış bir duygu oluşan yüzümle arkadaşıma döndüm ve minnet duyarak biletleri elinden aldım. Evet, annem bu kadına bayılır, hatta bazen sabahları bizi uyandırmak için sesinin kötü olduğunu düşünerek: “Uyanmazsanız şarkı söylerim!” diye gülerek tehdit eder, bizi bu kadının şarkılarını söyleyerek uyandırırdı. Aklıma kısa süreliğine gelen bu sahneler gülümsememe sebep oldu. Benim annemin sesi dünyadaki en güzel sesti, bunun için şarkı söyleyebiliyor olmasına gerek yoktu.

Ne kadar sevineceğini tahmin ediyordum. Telefon rehberimde ismini tuşladığımda, sabahki senaryonun aynısıyla karşılaşmış, telefonum açılmamıştı. Evde buluşacağımıza olan güvenimle telefonumu cebime atarak, evimize giden toplu taşıma aracına bindim. Bana asır gibi gelen, fakat yalnızca on dakika süren bu yolculuğun ardından evimizin olduğu sokağa doğru ilerledim. Bina kapımızın önüne geldiğimde anahtarımı evde unuttuğum aklıma geldi. Anneme sabahtan beri ulaşamıyor olmama rağmen tekrar aradım, telefonum sonuna dek çalıyor fakat açan kimse olmuyordu. Böyle birkaç kez daha denedim ve hüsranla aynı sonucu aldım. Bina merdivenlerine oturdum ve çenemi dizlerime dayayıp ayakkabılarımı izledim. Annemin İlayda’nın yeğeni olduğunu öğrenince vereceği tepkiyi, konserde ne kadar eğleneceğimizi, üniversite sınav sonucumun açıklandığı günün ne kadar heyecanlı geçeceğini, hepsini bir bir hayal ediyor ve annemin kapıyı açmasını bekliyordum. Beklediğim dakikalar artınca son kez aramayı denedim. Telefon çaldı, çaldı ve sonunda açıldı. Hafif sinirli bir sesle sitem ettim. “Anne! Kaç saattir sana ulaşmaya çalışıyorum, biliyor musun? Neredesin sen?” Sesimi kesip, afallamama sebep olan şey, hattın diğer ucundaki ses tonunun her zaman alışık olduğum o ses olmaması olmuştu. Konuşan kişi annem değildi. “Ben hastane görevlisi Özge,” dedi tiz bir ses. “Anneniz hastanede, babanız tarafından yaralandı...” sesler kulağıma boğuk boğuk geliyordu. “... Merak etmeyin, önemli bir şey yok.” içimde oluşan hissi, insanların ‘korku, endişe, üzgünlük’ diye ismini koyduğu basit kavramlarla tarif edemezdim. Ölmek dünyadan ayrılmak demek değil miydi? Öğrendiğim şeylerden sonra benim de pek dünyada olduğum söylenemezdi zaten. Gözlerim kararmaya başlamıştı, yavaşça kendimi bu iğrenç hisse teslim ettim, bu duygu tüm bedenimi, ardından da ruhumu ele geçirdikten sonra binamızın duvarına yığılıverdim.

İşte! Ölmüştüm! Fiziken ölmemiş oluşum, ruhen ölmediğim manasına gelmiyordu. Ölüm buydu. Hissedememek, hissettiğinde ise hissetmemeyi dilemek… Bir başkasının çektiği acıyı, belki on mislini hiçbir şiddete maruz kalmadığın halde yaşamak, yaşamak diyorum; fakat bu hayatına devam etmek anlamında kullanılan fiili bir eylem olan yaşamak değil. Yalnızca, tek işlevinin nefes almak olması yüzünden bu sıfatı taşımak… Aslında her anlamda ölmek fakat toplumdaki oksijen miktarından pay aldığın için gömülmemek...
Gözlerimi tekrar açtığımda beyaz bir odada olduğumu fark ettim. Karşıya odaklanmış bir şekilde hayatımı gözden geçiriyordum. Küçüklüğüm... Hayatımı düşündüğümde aklıma ilk gelen anılarım, o keşmekeş dolu anlar oluyordu. Küçücük bedenimle annemin önüne geçerek aralarına girmeye çalışmam, annemi korumak için aklımı kaybetmişçesine bağırışlarım, elimden hiçbir şey gelmediği anlarda küçük bir delik bulup gözlerimi sımsıkı kapatarak ‘geçecek’ diye kendi kendimi teselli edişlerim, her yaşanan şiddetin ardından annemin yanına oturarak ellerimle gözyaşlarını silmelerim ve yanında ağlarsam daha çok üzülür diye kimsenin olmadığı zamanlarda kendime ağlamak için izin vermelerim... Gençliğe yeni adım atmış bir insanın, hatıra diye biriktirdiği şeyler bu kadar acımasız olmamalıydı.

Bir anda burada neden olduğumu aklıma getirip, yüreğimin acısına, acı yükleyen bu hatıra silsilesinden kurtardım bilincimi. Ayağa kalktığım gibi koridora attım kendimi, gözlerime istila eden gözyaşları yüzünden etrafımı buğulu görsem de ağabeyimi seçebilmiştim. Kendimi yere attığımda odak noktası olmam sebebiyle de ağabeyimin beni görmesini sağlamıştım. “Annem!” ağzımdan çıkan kelimeler yüreğimden kopuyor, çıkmadan önce dilime dolanıyor ve boğuk birer inleme gibi dökülüyordu kurumuş dudaklarımdan. Ağabeyim yanıma diz çökerek gözyaşlarımı sildi.

“Ağlama,” birlikte büyümüş ve çoğu kez aile içi şiddetlerimize tanık olmuş olmamıza rağmen ağabeyimi hiç ağlarken görmemiştim. O genelde böyle zamanlarda güçlü durup beni sakinleştirmeye çalışırdı. Öyle zamanlarda ağabeyim gereğinden fazla soğukkanlı olurdu ve duygularını asla belli etmezdi. Yine aynısını yapıyor diye düşünmeye çalıştım ama hayır... Bu defa farklı bir şeyler vardı onda. Yüzünden hüzünlü bir ifadenin gölgesi geçti. Ağabeyimin gözleri dolu doluydu. Sesimin çıkması için kendimi olabildiğince zorladım, bu kelimeyi benim gözümde dünyanın en cefakâr annesine yakıştırmam mümkün değildi, “O...” diyebildim, gerisini getiremeden sustum. Soracağım sorudan sonra alacağım cevap için kendimi hazırladım, “Öldü mü?” Ağabeyim susuyor ve cevap vermiyordu, sorduğum soru karşısında gözlerini benden kaçırıp hastanenin diğer ucu gözükmeyen uzun koridoruna sabitledi.

Annem ölmüş olamazdı, peki ölmediyse ağabeyim neden sessiz kalıyordu? “Anne! Ölme anne!” içimdeki kopan fırtınayı dışarıya yansıtmamak için direndiğim halde böyle bir durumda hissiz kalmayı başarabilecek tek kişiler, ölüler olabilirlerdi, fiziksel olgusunu tanımlamış ölüler, ben fiziken ölmemiştim. Zaten ölümlerin en kötüsü de yaşarken olanıydı. Gözyaşlarımın ne kadar hızlı aktığından habersiz bir şeyler tekrarlıyor ve beni tanıyan tanımayan herkesin acıyan bakışlarını üzerimde topluyordum. “Anne! Özür dilerim, anne! Bu sefer gözyaşlarını silemedim anne. Yanında olamadım anne...” Ne kadar veya nasıl haykırdığımın farkında değildim, farkında olduğum tek şey bu acının hayattaki yaşadığımız tüm acılardan farklı oluşuydu. Bu diğerleriyle kıyaslanamaz nitelikte bir boşluktu. Sonu olmayan bir kuyudan düşmek gibi, kuyunun sonu olmadığını biliyorsunuz ama fani içgüdüleriniz size her an çarpabileceğinizi aşıladığı için bir yandan korkmaya devam ediyorsunuz. Böylesine bilinmez bir kuyu... Aynı ben de şu an, ne yapacağımı bilmediğim bir kuyudaydım. Hiç annesiz kalmamıştım; hiç, hiçbir şeysiz de kalmamıştım. O benim yalnızca annem değildi çünkü: Her şeyimdi.
Mikrofonu yavaşça elimden bıraktığımda, iç çekiş sesleri ve bazıları sessiz, bazıları sesli ağlayan yüzler karşıladı beni. Evet, kelime hazinem geniş, muhabbetim ise güzeldi sosyal çevremde. Hep bir kalabalığın önünde konuşma yapmak istemiştim. Fakat hayatın bu hayalimi; ‘Kadına Şiddet’ konulu bir bilinçlendirme seminerinde, kendi annemin ölümünü anlatarak gerçekleştireceğini tahmin etmezdim.

Mikrofonu tekrar elime aldım. “Sonra ne oldu biliyor musunuz?” titreyen sesimi dizginledim. “O, yeğenine hiçbir ismi yakıştıramadığını söyleyen arkadaşım ve ailesi; benim annemin ismini layık gördüler yeni doğan bebeklerine.” Bir damla gözyaşı benden habersiz kıvrıla kıvrıla aktı yanağımdan. “Annemin iz bırakışından yalnızca iki gün sonra, moralimiz ve psikolojimiz bozulmasın diye konusunu bile açmadığımız ve hayatımızın tüm anlamını yüklediğimiz o sınava tek başıma girdim.” İç çektim, “Kapıda beni beklemesi gereken babam hapishanede, ağabeyim psikiyatrda, annem ise gökyüzündeydi...” Cebimden o gün bana verilen konser biletlerini çıkardım. O sırada arkada bir fon müziği eşliğinde, annemin o çok sevdiği sanatçının bir şarkısı çalmaya başladı. Ağlama ihtiyacımı daha fazla bastıramayarak şarkının sözlerine eşlik ettim, “Her yeni güne sevgiye başlarsın, annem sen benim yanıma kalansın...” başımı yavaşça önüme eğdim ve bunca kalabalığa rağmen, yüreğimin sızlayan yanını kendimle baş başa bıraktım. “Anne,” diyebildim. “Sen bizi bu şarkıyla uyandırıyordun ya hani...” sesim büyük salonda çatallı bir şekilde yankılanıyordu. “Ben de şimdi seni uyandırabilir miyim?”

*Amasya Lisesi 11. Sınıf Öğrencisi

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Papatya sırası...

Bugün 8 Mart’mış, kadınların günü müymüş, neymiş, sen git bir demet papatya al, parası daha fazlasın...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Sabun köpüğü

‘Koca ibrikle zorlaşan bu el yıkama dansının sonuna gelmek üzereyken bir sesle çıktı köpüklerin aras...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Otobüs yolculuğu...

Erkeklerin çok normal karşılanan yüksek sesli konuşmalarını, kahkahalarını, kadınlar aynı rahatlıkla...