Git git yükselen seslere yöneldi. Kadınlar, birbiriyle kol kola girmiş yürüyorlardı sıra sıra. Her yaştan kadınlar varsa da çoğunluğu genç kadınlardı… Bedenlerinde inatçı bir karşı duruş vardı.
“Hadi git! Git de gör gününü!”
Merdivenlerden inerken ardı sıra gelen korkunç cümleler, komşu kapılarına çarpıp düştü; parçalandı öfkeyi ünleyen sözcükler. Ayaklarının altından geçip gitti kimi heceler, kırık harfler… Mermer basamaklardan hızla inerken, elini tahta tırabzanın üstünde kaydırarak, dengesini sağlıyordu. Sonunda ulaştı apartmanın girişine. Kalbinin sarsıntısıyla titriyordu bedeni. Parçalanmış sözcükler, duvarlara doğru çarpıp yere savruldular; erimeye başlayan kırık dökük harfler hızla kurumaya yüz tuttu. Ama yine de ardı arkası kesilmiyordu öfkeye bulanık sözlerin ki ansızın bir kapı çarptı menteşelerini sarsarak. Sessizlik doluştu merdiven boşluğuna; her an bozulmaya hazır bir tekinsizlikle. Ağır, eski, demirden apartman kapısının otomatına bastı, kendinin geçeceği kadar bir darlıktan dışarı fırladı. Ardında kalan her an bozulacak bir sessizlik. Dışarı çıkamayan kötülüğün sözleri kaldı.
Havva, apartmanın önünde derinden soluklandı. Hızla koşup kaçmamış gibi evden. Duraksadı. Kalbindeki çarpıntıları duyumsamadan, koşar adım sokakları geçti…Caddeye vardı. Karanlık bulutlarla kaplıydı gökyüzü. Gri gün ışığının tonları serpiştirilmişti her yana. Yolda yürüyenler fark etmiyordu. Birbirlerine çarpmamak için adımları ayarlıydı çoğunun. Yüzlerinde ortaklaşa kederli bir anlam birbirine bulaşmış, bu yoldan neden gelip geçtiklerini unutmuştu bakışları. Donuk göz bebekleri. Örtüktü birbirine.
Her an birisi kapıyı açıp, apartman girişindeki o kötülük sözcüklerini dışarı bırakabilirdi. Sırtında bir ürperme hissedip irkildi. Aklından geçen düşüncelerle, dizleri güçsüzleşti. Yürüyemeyecek sandı bir an. Korkudan geriye dönüp bakamadı. Soluğu sıklaştı, gözleri kısıldı. İnsanlar görmez bakışlarla yanı sıra geçtiler, ezberden adımlarla. Dengesini kaybedip ezilebilirdi, hiç tanımadığı yabancı ayakların altında…. Bitkin adımlarını sürükleyerek yürüyüşünü hızlandırmaya çabaladı. Sık sık, kaldırımın bozuk taşlarına takılan topuklarını, yukarı doğru çekmek zorunda kalıyordu. Sendeleyip yeniden buluyordu dengesini. Sonunda oturduğu mahalleden çıkıp ana caddeye doğru giden sokağa sapmıştı. Ardında kalan kötülük dolu sözcükler, birinin kapıyı açmasıyla peşine düşse bile, artık iyice uzaklaştım diye bastırdı korkusunu.
Kasvetli bir gündü. Gökyüzünü boydan boya kaplamış gri sis, tozlu asfaltın üstüne sinmişti. Yerle gökyüzü giderek birbirine yaklaşmıştı. Yeniden ürperdi; geride kalan kötü sözlerin, dışarı savrulup onu izlediğini hissetti. Alacalı koyuluğun içindeki insanlar, git git kararmış gölgelere dönüşüyordu. Unutulmuş, geçmişte kalmış gönençli, aydınlık eski bir havayı özledi. Gezinde bir karıncalanma oluştu. Gözlerinde boncuklanan yaşları sildi elinin içiyle. Öteki eliyle kabanın cebinde mendil arıyordu ki, parmaklarının arasında tuhaf bir şey hissetti. Görmek için cebinden çıkarırken, cam bir bilyeden minik ışıltılar uçuştu yüzüne doğru. Ansızın aydınlandı hava… Aklının içinde pırıltılar uçuştu; kalbine bir rahatlama yerleşmişti hızla. Kötülük dolu, anlayışsız, ezici sözcüklerden kurtulmuş olmalıydı. Kaldırımın kenarında duran bir arabanın camında yansısını gördü; bakışları ışıldıyordu şimdi. Çevresindeki insanlarsa hâlâ gri havanın içinde; bir böceğin kolları gibi her yana hareket ediyorlardı merkezden.
Havva, ışık bulutunda görülmekten tedirginleşti. İnsanlara baktı. Kimse ayrımında değildi… Böylece yürümesi yavaşladı. Adımları sakinleşti. Gezinti adımlarıyla ilerledi cadde.
Uzun zamandır hiç bu kadar tatlı duygularla gezinmemişti sokaklarda.
Metro girişlerine telaşla koşuşan, otobüs durağında ısınmak için ayakları üzerinde iki yana sallanan insanları, kaldırımlardaki seyyar satıcıların uykulu yüzlerini, kartonlarının üstünde tüneyen geceden kalma evsizleri…Yanmış bir keder, görünmez etmişti hepsini. Bakıp kalsa onlarla tutuşabilirdi birden. Bakmadı sezgisine uyup. Gelip geçti görünmezliklerinden.
Havva, kederini duyumsadı; kendisinin değilmiş gibi.
Kaçak buluşmalar için gittiği parka gelmişti. Yüzündeki ışıltılar usulca siliniyorken kendini gördü. Bankta annesiyle konuşuyordu, annesinin eli omzunda. Oturuyorlardı.
Evet, dön Havva diyordu. Sen evimizin bir parçasısın. Kim neyi yüzleyecek sana? Bak evine bile gelemiyorum kızım. Belli ki yaşadıklarını görmemi istemiyor o kocan, sen de çekingensin. Anlatmıyorsun narin kızım. Nasıl dayanacaksın? Çocuğun olmuyorsa, olmuyor? Hem sülâlemizde, affedersin kısır olan kadın yok yavrum. Bence senin çocuğun gelmek istemiyor dünyaya, bu babayı sevmiyor, bırakıveriyor kendini rahminden aşağı. Doğsa da, canımın içi, düzelmez o kocan. Çocuğa, çocuklarına… Yazık olur. Sen bizim biricik kızımızsın. Baban, ağabeyin de dönsün diyor. İçine atma kızım. Söyle… Söyle ki biz senin sesin olalım arkanda. Hadi gel, gidelim eve, öylece gel… Gidelim evimize. Sonrası düzelecektir nasılsa…
Havva annesinin uzun eteklerine, utançla kapanıyordu. Bir anne rahmine saklanır gibi. Ne zaman eve dönmek istese, korku tutuyordu bedenini, zihnini. O sevdiği genç nereye kaybolmuştu? Kaçıp gittiği, aşkla seviştiği kocasına ne olmuştu? Birlikte gelecek hayâlleri ne zaman ufalanmıştı kalbinde. İlk tokatla belki… Ya da usul usul başlayan tokatlarla, sonrasında her yanına vurulan lastik pabuçlu tekmelerle… Saldırıldıkça. Evde, karanlık köşelerde. Tırnaklarını kanatarak kemiriyordu; ağzında biriken kendi kanın tadı… Suç üzerine bir ağ gibi atılmıştı. Bir kol bile doğuramazsın! diyordu kocası. Sen kadın mısın? Sesinde alaycı, acı uğultular. Rüyasında hep tek tek kollar, bacaklar, eller, kafalar doğuruyordu Havva, ter içinde kara düşlerden, yatağını yabancılayarak uyanıyordu. Korkusuna sarılıp, yeniden annesinin divanında uyumak istiyordu, hıçkırıklarını yutkunarak.
Annesinin göğsüne bıraktı başını, mantosunun kaba yünlü yüzü, yanağını dalıyordu usulca. Eli, annesinin cebindeki elini tutuyordu. Derisinin üzerindeki kuruluğu, avucunun içindeki sıcaklığını hissediyordu. Kaç kez gizlice buluşmuşlardı bu parkta… Annesi çantasında yaptığı kurabiyeleri getiriyordu, yaprak sarması, haşhaş tohumlu çörekler… Ördüğü yelek, bere… Öteberi işte. Anne kalbi rahat değildi. Aldıklarını evde dolaplara gizliyordu Havva. Kocasına ihanet edercesine, hepsini tek başına tüketiyordu. Artık işten de atılmıştı. Küçülüyormuş mağaza. İşitince, sinirden gelen gülmesini, zor tutmuştu ağzının kenarında. Zaten küçük bir yer. Daha ne kadar küçülecek…. Şişman, kaba, küfreden acı tadında, erkeksi bir kadındı patron. Bir gün sormamıştı Havva’ya, nasılsın diye? Küçük dükkânın büyük patronu! Hep kusurlarının peşindeydi çalışırken. Hiç teşekkürü olmazdı. Evet. O da tıpkı kocası gibiydi. Bir kadın, erkek şiddetine nasıl olur da benzerdi.
İkisi de hep Havva’nın kusurunun peşindeler. Koca olmadan önceyse, çok eskiden, bir sevgiliyken… Nasıldı? Havva unutmuştu eski sevgili halini kocasının. O değildi fotoğraflardaki… Sevgilisinin içinde yaşayan başka bir adama kaçmıştı. Ah, söz dinlemedik diyordu annesi ele güne. Babası öfkesini homurdanıyordu tespih çekip. Geride bıraktığı söylentiler, mahallenin ağzını oyalıyordu.
Annesinin bakışlarını düşüyordu gözlerinin önüne. Onun koluna girip dönse de bitmeyecekti yaşadığı kötülükler. Hiç olmazsa kötülük ailesine buluşmasın istiyordu. Kapanda olduğunu kimseler görmesindi! Öyle, saklı bir gururu vardı içinde. Havva umarsızlıkla ceplerine soktu ellerini. Yeni bir cam küre geldi parmak uçlarına. Çıkardı. Gülümsemesi enginleşti. Işıltılar yavaşça dağılıyordu… hızla aydınlatarak havayı.
Karşı bankta oturan bir bebeği fark etti. Havva’nın yüzüne dikmiş gözlerini bakıyordu. Tanımıştı onu. Doğmak istemeyen bebeğiydi karşı bankta oturan. Yüzünde somurtan bir anlam, ağzının kenarı iki yandan aşağı doğru sarkmış. Ağladı… Ağlayacak. Üzerinde alacalı iplikten örülmüş bir tulum, gri bir bere başında, ayakları çıplak kalmıştı bu soğukta… Emzik yerine, bir sigara ağızlığı sıkıştırılmıştı dudaklarının arasına. Ellerinde yaşlı, boğumlu parmak. Açıp kapanıyordu durmaksızın. Bir memeyi tutmak istermiş gibi. Gözleri büyük çizgili alnıyla, tombul yanaklarının arasında kaybolmuştu. Korktu ondan Havva. Tam kalkıp kaçmak isterken kulaklarına dolan seslerle duraksadı. Başını o yöne çevirip kulak verdi seslere… İkircimli sallandı ayaklarının üstünde. Seslerle bir dirim doldu ağzından içeri. Olsun, o benim bebeğim. Bırakamam kimsesiz diye kendine seslendi. Yüzündeki ışıltılarla koşar adım, bebeğe gitti. Cebinden yeni bir cam küre aldı. Işıltılarıyla bebeğin yüzünü sildi. Göğsüne bastırdı. Parkın patikalarından caddeye çıktı yeniden.
Git git yükselen seslere yöneldi. Kadınlar, birbiriyle kol kola girmiş yürüyorlardı sıra sıra. Her yaştan kadınlar varsa da çoğunluğu genç kadınlardı… Bedenlerinde inatçı bir karşı duruş vardı. Yüzlerinde çatık kaşlarıyla bir karşı öfke. Dudaklarında tiz zılgıtlar, yüksek sesle tekrarlanan sert sloganlar… Havva, aralarına karıştı… Bebeğini göğsüne yapıştırmıştı. Başını çenesinin altında hissediyordu. Kollarına girdi iki kadın; yüzlerinin anlamında çoğalan dirençle, umutla rengarenk ışıltılarla yürüyorlardı… Pankartlar ellerinde…Havva’yı tam da ortalarına almışlardı. Sonra kalabalığın arasında bir cenaze göründü. Tabutun üstüne örtülü, yeşil örtünün sırmaları parlıyordu apansız bir güneşle. Genç bir kadının fotoğrafını göğüslerinin üstünde taşıyorlardı… Havva kıyıda annesini, babasını, kardeşlerini, arkadaşlarını, komşularını görür gibi oldu bir an. İnanmaksızın, kalabalığı aşıp onlara doğru gitmek istedi. Onlarsa parlak ışıkta kamaşarak, yaklaştıkça bir görünüp bir kayboluyorlardı. Gidemedi. Tabutun önünde öylece durakaldı. Fotoğraftaki kıza ne kadar benziyorum dedi. Herkesin yakasında hep aynı fotoğraf iğnelenmiş, aynı genç kızın eski gülüşü vardı. Çoğalan kalabalık yeniden içine aldı Havva’yı. Zılgıtlar, direnen sözcüklere katılıyordu gürleşerek. Güçlü adımlarla yürüyordu Havva. Kendine doğru. Dönememişti hiçbir yere.
...
ÖYKÜNÜN YAZARI YASEMİN YAZICI KİMDİR?
İlk yazıları 1978 yılında Demokrat İzmir gazetesinde yayımlandı. Daha sonra, Cumhuriyet, Yazko-Somut, Sanat Olayı gibi gazete ve dergilerde çalıştı. Sinemada yönetmen yardımcısı, prodüktör, senarist ve TV filmi yönetmeni olarak görev aldı. İlk romanı Kaybolan Kasaba 1990 yılında yayımlandıktan bu yana deneme, roman ve öykü türünde yazmayı sürdürüyor.
Görsel: Freepik