GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kalbinde Kaybolan
‘Ne öğretmelisin bu küçük çocuklara? Dersler ezber! Ya nedenler? Çocukların soruları hep hayatlarına ilişkin rüyalarla dolu. Gelin ve damat olmaktan öte bir yol var mı hayatlarında!?’

Yakışmıştı sana, köy yolunda yürümek: sırt çantada kitaplar, müzikler, çocuk cıvıltıları, umutlar… dudaklarında duygulu şarkıların kımıltısı... Bir köyü ilk görüşündü, çamura bulanmış patikanın başında, yamaçtan bakıp göz gezdirmiştin. Başında kırmızı yün beren, ayaklarında kırmızı kar botların. Aşağıda birbirine yaslanmış kara gömülü küçük evler, batmakta olan güneşin sarımtırak ışıklarıyla saydamlaşmıştı. Kaygan patikadan duygularının şenliğiyle inerken, ovanın incelmiş titrek sisine bürünüyordun... Yaklaştıkça köyle aranızdaki sis çekildi, buza kesmiş sarkıtlar parıldadı çatı kenarlarında. Damları kürenip karı inceltilmiş evlerin camlarındaki, insan soluklarının buğusuyla yumuşadı, soğuktan gerilmiş bedenin.

Ve köylüler, soluklarının izini bırakıp çıktılar evlerinden. Çocukların kimisi diz boyu, kimisi fazlasıyla uzundu senden. Yüzünde simlendi apansız bastıran alacakaranlık. Saygı ve kuşku sarmalında yüzler, öylece durdular; elde taşınacak eşyan yoktu. Sırtında yüklüydü hepsi. Kimse uzanamadı taşımak için utangaçlıktan.
Odanı, sınıfını ısıttıklarında önce mutlu uykulara daldın, ardından kalbin acıdı, ben yakabilirim sobamı dedin. Çocuklarla tutuştu ateş, bu imece diye öğrettin el birliğini... Sonrasında anladın ki, öğrenen sensin, köyün altı üstü imece.

Hep şehri sordu çocuklar, hep denizi, gökten para yağıyor mu en merak ettikleriydi. Taşı toprağı altın mıydı gerçekten? Nasıl anlatmalısın? Kentin karanlığına yapıştırılmış, sırtı kedidili sokak çocuklarını. Yine de masallar uydurdun, gerçeğin kesiciliğini törpüleyip. Her gece öğrettiğin her hece için, asıl öğrenenin sen olduğunu yazdın bana. Yazdıkların az gelirse, telefonu çeken bir dam üstünde anlattın... anlattın. Sesinin tınılarıyla çizildi yüzün hayalimde. Soğuktan kızarmış yanakların, yaşlanan gözlerin, çatlamış dudakların, kara batmış kırmızı botlarınla alaca gölgeydin, gözümün önünde apaçık duran.

Gecelerin kimisinde “huzur” dedin, kimisinde “huzursuzluk”; kendine fısıldayarak; güçsüz ışıkta okuduğun kitabını kapattın duraksayıp; odun çıtırtılarını dinleyerek uykuya daldın uyandın. Ateşli çocuklara, ağrılı kadınlara gönüllü yoldaştın. Köy kahvelerinde oturan erkeklere, yalnızca onlara yabancıyım diyordun, üzüntülü. Köydeki hayat böyle. Erkek ve kadınlar birbirinden ayrı dil konuşuyor, ayrı oturuyor... Çocuklarla birlikte yalnızca sofrada buluşuluyor. Ötesiyse, aslı ayrılık olan bir yan yanalık işte.

İki ayrı milletin uzlaşısına benzerliklerini gördükçe, tenlerine işlemiş o baş eğişi duyumsadın, görünmez yasalara; git git yeni bilgiler aklını sardıkça sarıyordu. Yaşadıklarınla, okudukların yeniliyordu varlığını. İstediğin kitapları gönderdim, minnet dolu teşekkürlerini yarıda kesip: O kadar uzak mıyız birbirimize, dedim. Sesinde yeniden dirlikler çınladı.
Ne öğretmelisin bu küçük çocuklara? Dersler ezber! Ya nedenler? Çocukların soruları hep hayatlarına ilişkin rüyalarla dolu. Gelin ve damat olmaktan öte bir yol var mı hayatlarında!? Pürlenmiş bakışlarında en zorlu soruları görüyorsun. Bir yetersizlik basıyor ruhuna. Köyün sınırlarına çarpıyor, zihnini karıştıran iç esintilerin. Öğrettiklerinle, öğrendiğin bilgiler örtüşmüyor; denklemsizlik hızla kaygıya sürüyor seni.

Baharla birlikte, is, kömür, odun kokusu gelip geçti. Bitkiler, ağaçlar yeşillendi, tomurcuklandı, çocuklar boylanıp neşelendiler... Meyve ağaçlarının dallarında çiçekler... Sen gülümsedikçe soluyordun. Çocuklar çarpım cetvelini ezberliyordu. Yurdumuz kaç bölge, her bölgede neler yetişir, nedir yeraltı kaynaklarımız, bu yurda nasıl yerleştik, nasıl kuruldu cumhuriyet, düşmanları yendikçe nasıl çoğaldı düşmanlar... Senin sözlerinden kanatlanan melekler, mini mini anlamları çocukların omuzlarına usulca bırakıyordu. Sense öğrettiklerinde bir eksiklikduyumsuyordun.Her telefon konuşmamızda adını koyamadığım bir şey bu diyordun. Adını bilmezsek, öğrenilmez ki, diye ekliyordun ardından.

Sıklıkla kadınlar konukluğa çağırıyordu, erkeksiz ve aş kokan evlerine. Soba üstünde gözlenmiş hamur açmalarını peynirle dürüp, yiyordunuz çayla. Çanak antenle çekilmiş televizyona, arada bir göz atıyordunuz. Tertemiz halılar yerde, çekyatların üstünde yün battaniyeler, yer döşekleri, sedirler, yer sofraları seriliydi özenle. Giden dönmez denilen bu köye, ufak tefek bedeninden taşan büyük bir beklentiyle gelmiştin. Ta baştan beri, köyden gideceği bilinendin. Köylüler için görmekte oldukları bir hayalsin. Uyanışı kesin olan sen misin? Ölümlerle ve uzaklara giden gençlerle azalan bir köyde, çocuklara ne anlatabilirsin?

İçim taze bilgiyle doluyken, kendimi sorgulamadan edemiyorum. Böyle izi soluk bir yerleşimde, onlara ne aşılasam umut olsun? Köyde durun! Sarılın ölülerinize ya da gidin! Bilmediğiniz arka sokaklarda, yabancı mı olun desem?

Bilgiler getirmiştim yanım sıra, inandığım bir sevincim vardı, şimdi kuşkuluyum hepsinden, dediğinde, kabindeki yollara doğru gittiğini hissettim. Bunun olacağını sezdiğim halde, kendime dillendirmemiştim. Belki korkumdan yüzleşemedim. Seni tanıyordum. Yolcu ederken, gözlerinde pırıldayan iyilikten içim sıra titremiştim. Elimi sana uzattığımda, küçük kahkahalarla süslediğin sözcüklerin hâlâ çınlıyor kulaklarımda. Ya, giden benim, heyecandan titreyen senin sesin demiştin. Sonra el salladın. Yaşıtların meslektaşlarına benzeyerek. Gittin.

Yaz başlangıcında otlar sararmaya yüz tutarken, toprak sıkılaştıkça sıcaktan, dere suları dinginleşmişken köyde: Sen hâlâ ayrılamamıştın. Sesin sorularla bezeliydi, tınılarını gizemli duraksamalar sarmıştı. Yok, kimse gelmesin dedin. Söyle merak etmesinler beni. Köyde rahatım iyi, hem kış da geçti. Yaz, inceden esen ılık rüzgârlar getirecek. İtiraz edecektim, sustum. Gitmeden önce hem suskuda hem seslenişle konuşmuştuk. Bakışlarında saklı seni, ne güzel anlatmıştın bana. Fazla söze dökmeden.
Çocuklara karnelerini verdim. Anne babaları geldi. Gözlerinde çocukları için duydukları gurura eklenmiş bir hüzün vardı. Çoğu ezberini yapmıştı. Kimisi ürkek, özgüvensiz olduğu için daha düşük notları hak etmişti. Çoğu, babası sert çocuklardı. Elbette onları kayırıp notlarını düşük tutmadım. Yaz boyunca aşağılanmalarına dayanamazdım. Öğrettiğim şarkılarla, danslarla sıradan bir ilkokul töreni yaptık. Çocuklar alkışlandılar. O sıra çıkan ilkyaz rüzgârında başörtüleri uçuştu kadınların, huzursuz bir esinti dolaştı okul bahçesinde. Erkeklerin gözlerinde bir sıkıntı çoğaldı. Belki, ben öyle sandım. Kadınların dilini öğrendim ama erkeklerin dilini çözemedim henüz. Yaz tatilinde, hepsini öğrenmek için kendimi bütünlemeye bıraktım.

Sen kalbinde yolunu arayansın. Bu yüzden söylediklerine itiraz edemem. Madem öyle istedin. Aileni ikna ederim ben. Belki köydeki boş evlerden birine biz konuk geliriz. İstersen tabii. Birçok ev var köyde diyorsun. Gidenlerden kalan. İçlerini temiz tutuyorlar. Kadınlar elini çekmiyor evlerden. Döneceklerin hayaletlerini koruyorlar odalarda.

Çocuklar, kadınlar tarlaya gitti. Hayvanlar otlağa sürüldü. Bir deli boğa ve ben kaldım gündüze teslim edilen. Şırıldayan derenin kenarında oturup kitap okuyorum, aklıma takılan düşünceleri yazıyorum defterlere. Sanıyorum, erkekler dillerini konuşamadığımdan yanıma pek yaklaşmıyorlar. Bazen çok yaşlı olanları, kadınlarla ortak konuştukları sözcüklerle hâl hatırımı soruyor. Köy kahvesinde gidememek, tarlaların üstünde asılı kocaman bir soru işareti; düğümlü bir ölüm halatına dönüşüyor bazen. Akşamüstü olsun, tarlalardan geri gelsinler diye, okulun bahçesinde sabırsızlıkla bekliyorum onları. Çoğunun teni kavrulmuş güneşten, ellerinin derileri şimdiden hızla sertleşiyor. Gözlerindeki bakışlar masumiyet dolu; yerli yersiz gülüşler, ezintili davranışlar, adsız utangaçlıklarıyla ilintili bir öğreti arıyorum zihnimde. Nedenleri örtülmemiş. Çoklukla, çocuk hikâyelerini oyunlaştırıp kişiliklerine farklı kişilikler ekliyorum. Belki benliklerine olumlu gelir. Çok yorgunlar aslında, köyün hep ayak işlerine koşuyorlar. Okulsa sınıf geçmek yalnızca. Kışın öğrettiklerimi çoğu unutmuş bile.

Sorgulayan aklının, seni kalbinin dolambacına sokacağını önceden hissetmiştim. Kırmızı yün beren, ufak tefek bedenin, kırmızı botlarınla karlara karıştığında, aklından kalbine bir çığ düşecekti… Kal diyemezdim. İsteseydin gelirdim yanına. Şimdi usulca akan dere kenarında çocuklar için bir yol arıyorsun. Ezberlerin ötesinde yaşama değer bir çıkış bulmak istiyorsun. Uzaklara doğru gidecekseler ya da kalacaksalar da, onlara uygun bir ben nasıl biçilir bilmiyorsun. Bilemezdin de. Sevinçle geldiğin köyden, bir türlü benzer duygularla dönemiyorsun. Günlerdir derenin kenarında düşünüyorsun. Kalbinde kaybolansın. Çocuklar erkek ve kadın dillerini öğrenmeden önce ne yapabilirsin? Şimdi ortaklaşa çocukça sözcüklerle konuşuyorlar aralarında. Zamanın çok az .Öğreticiliğinden duyduğun kuşkularla yapayalnızsın. Belki ben de hiç olmadım hayatında. Sen hep kendinle konuştun telefonlarda, karlı-karsız damlara çıkıp bir köyün sınırında gezdin, kendi sınırlarına çarparak.

Şimdi, derede yüzen balıklara ekmek ufalıyorsun dalgın bakışlarınla. Berrak suda yansını görüyorsun. Ardından çocuklar bakıyor, toplaşmış. Hepsini kendi çocukluğun gibi, kendi çocukların gibi seviyorsun. Ama bir taşla dağılıyor sudaki resminiz. Geri dönüyorsun tedirgin. Kimse yok ardında. Bir yalnızlık kaplamış içini dışını. Kaybolduğum yolu bulabilirim diye gülümsüyorsun kendine. Saydam suda yüzün, dalların arasından sızan güneşle aydınlanıyor.

YASEMİN YAZICI KİMDİR?
İlk yazıları 1978 yılında Demokrat İzmir gazetesinde yayımlandı. Daha sonra, Cumhuriyet, Yazko-Somut, Sanat Olayı gibi gazete ve dergilerde çalıştı. Sinemada yönetmen yardımcısı, prodüktör, senarist ve TV filmi yönetmeni olarak görev aldı. İlk romanı Kaybolan Kasaba 1990 yılında yayımlandıktan bu yana deneme, roman ve öykü türünde yazmayı sürdürüyor.
İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: 13

Kulağına söylenmişti, bir gün bunun başına geleceği. Büyüdüğüne hem seviniyor hem de korkuyordu; lek...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Başkan hıçkırıyor!

“Kızın gözleri belleğinden silinmişti. Bir bakışı kalmıştı geriye. Onu bir kez daha görse tanımazdı....

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Fal bozumu

Bir de evlilik çıkmazlarındaydı. Kocası durduk yere sinirleniyor. Üzerine yürüyor. Ne giyse, biraz s...