GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Fal bozumu
Bir de evlilik çıkmazlarındaydı. Kocası durduk yere sinirleniyor. Üzerine yürüyor. Ne giyse, biraz süslense kavga çıkarıyordu. Bunalmıştı. Annesinin evine dönmek istiyordu. Anlatamıyordu...

Kaynar suda irileşen makarna tanelerini seyrediyordu dalgınlıkla. Ocağın üstündeki kulpları kopmuş, kırmızı boyası aşınmış eski bir tencereyi, iki kenarından tutup indirmek istedi ateşten. Elleri yandı. Bırakamadı. Dayandı dişini sıkıp. Tezgâhın üstüne doğru telaşla getirirken, tencere birden kayıverdi ellerinden. Makarnalar evyenin içine döküldü, taneleri saçıldı. Bir buhar kapladı üstünü. Parmak uçları yandı. Sabun köpüklerinin arasında buharı tüten, birbirine yapışmış makarnalara bakakaldı Birsen. Parmak uçlarının acısı dinmemişti. Tencerenin dibinde hâlâ birkaç avuç makarna vardı. Nasılsa hepsi dökülmemişti. Sıkıntıyla gerilmiş ağzında dudakları çizgileşti. Sızlayan parmaklarını suya tuttu bir süre... Süzgeci tıkanmış evyede su yükseldi... Musluğu kapattı. Ağzının içinde söylendi.

“Allah kahretsin... Allah kahretsin!”

Üzeri türlü lekelerle dolu pazen sabahlığının eteklerine, usulca kuruladı ellerini. Sonra kızarmış parmaklarına doğru üfledi. Soluğunun esintisiyle hafifler gibi oldu acı. Ama geçmedi.

Karanlık koridordan geçip loş ışıklı salona geldi. Üçlü geniş kanepeye oturdu. Omuzları çöktü. Kamburu belirginleşti sırtında. Sigara paketinden bir tane çekip yaktı. Parmak uçları acıyordu hâlâ. İnceden bir yanık sızısı, kızarmış derinin üstünde için için alevleniyordu. Can acısıyla savurdu dumanı havaya. Öyle derinden. Sıkıntılı. Öyle hızlı savurdu ki, dolu kül tablalarındaki izmaritlerin külleri uçuverdi sehpanın üstüne, örtüye, yerlere. Birsen, ağzında dişlediği açık saçık bir küfürle, sinirle gülerken kendine geldi.

Eda karşısında duruyordu; az önce içtikleri ince ayaklı, zarif kıvrımlı kulpundan tuttuğu kahve fincanını, evirip çevirip fal bakıyordu ona.

Birsen gündüz düşlerine kaçan bilincini toplamaya, Eda’dan kim bilir kaç kez işittiği umut yüklü fal deyişlerine, kulak kesilip dinlemeye çalışıyordu söylediklerini. Aklındaki karmaşayı belli etmemeye çabalayarak, içli gülümsüyordu durgun bakışlarla. Eda’nın sözleriyle yüzündeki mimikler örtüşünce, daha çok heyecanlanıyor... Kendini ilahi bir törende kutsanıyor gibi hissediyordu o an. Unutuveriyordu acı veren yürek seğirmelerini. Eda, o tok ve etkileyici sesiyle benzer şeyleri yeni söylüyormuşçasına canlı bir etki bırakıyordu Birsen’de.

Üç vakte kadar bir haber alacaksın... Bak şurada işte... Gördün mü? Biri var sanki sırtında yük taşıyor... Hemen arkasında üç kişi... Aralarında konuşuyorlar... Konuştukları kapkara, ağır sözler... Sırtında yük taşıyan... Tıknaz, güçlü biri bu... Bir erkek... Görüyor musun şapkasını. O kötü konuşan dedikoduculara sırtını dönmüş bak! Sana doğru geliyor... Gerçekten üç vakte kadar kısmet var sana Birsen abla. Gönlün ferah... Çok güzel bir fal bu. Bak hanene ay doğmuş... Kocaman bir ay... pırıl pırıl aydınlatıyor... Bak! İşte gördün mü?

“Gördüm... Ne güzel değil mi? Ağzına sağlık... Pek güzel yetiştin... Senden iyi bilen yok... İnan ki yok Eda.”

Birsen güzel kahve yapar. Telvesi de şekeri de hep kıvamında olur. Orta, az, çok şekerli... Hepsinin en leziz ölçüsünü bilir. Sevgiyle, özenle hazırlar hepsini. Hiç üşenmez. Kaç kişi, kaç fincan... Hiç fark etmez... Hepsi de tam tadında olur. Kahve hazırlamak bir törendir hayatında.

“Birsen abla, perdeyi azıcık açar mısın? Işık gelsin biraz.”

Birsen bir şey demeden yerinden kalkıp perdenin bir kanadını daha aralıyor. İçeri güçsüz bir ışık demeti giriyor... Loşluk biraz daha açılıyor... Uçuşan bir toz bulutu kalıyor ışınların arasında. Kirden rengi yitik perdelere bakıyor; öyle görmek istemiyor Birsen; aksine, “Perdeleri daha dün yıkayıp astım, hala sabun kokuyor ama hemen tozlanmış işte” diye geçiriyor aklından. Usulca gelip oturuyor Eda’nın yanına. Eda’yı seviyor ama bazı huylarını değil. Şimdi tam fala kulak kesilmişken ne gereği var perde açmanın. Olsun. Eda çok iyidir. Hem n’olacak hepimizin densiz anları var zaten.

“Birsen abla, son zamanlarda dışarı pek çıkmıyorsun galiba?”

Hay Allah! Eda’ya da bir şeyler oldu. Böyle laflar sokuyor araya. Oysa ortadan kaybolan, görünmeyen o. Ne zaman seslensem “Ah... Birsen abla. Hiç vaktim yok... Bir yere yetişmem gerek... Sonra uğrarım” diyerek gidiyor. Durmadan geçiştiriyor davetimi... Doğru, benim öyle çok zamanım var ki! Hep bekleyen ben oluyorum bu yüzden.

“Daha dün çarşı sinemasına gittim Eda. Türkan Şoray’la Kadir İnanır oynuyor...”

“Öyle mi? Hiç duymadım...”

“Adı, Al Yazmalım Servi Boylum...”

“Ama Birsen abla...”

“Biliyorum sen ikisini de pek beğenmezsin. Bu yüzden sana söylemedim zaten.”

Eda bir an bakakalıyor Birsen’e. Kim bilir kaç yıl oldu bu film sinemada oynatılalı. Ne dese olmaz şimdi.

Birsen ne kadar yaşlanmış. Beyazı yoğun saçları hâlâ uyandığı gibi. Birbirine karışmış saç telleri, başını keçe gibi örtüyor. Kirli pazen sabahlığının altından göz göz aşınmış penye geceliği görünüyor. Birsen bu tuhaflıkları kapatmak istercesine gülümsüyor. Gülümsemesinde eski günlerinden bir anlam saklı hâlâ. Eda’nın yüreğine hep su serpen bir gülümseme bu. Şimdi içini acıtıyor. Yalnızca “biraz yaşlanma ve yalnızlık herhalde” diyor içinden. Kalbi buruluyor bunları düşünürken.

Dış yüzü renkli, mozaik kaplı bu eski İstanbul apartmanının giriş katında oturuyor Birsen. Otuz yıl önceki apartman komşuları zamanla bir bir ışınlanmış gibi kayboldular. Eski tanışıklar yabancılaştı. Sokak kalabalıklaştı. Selam verecek, ‘hayırlı sabahlar’ dileyecek kimse kalmadı eskilerden. Bir köşedeki bakkal... Bir de kırtasiyeci... Ötesine, yabancılık doldu sokakların, apartmanlarına yalnızlıklar çöktü.

Eda da artık bu sokakta oturan kimseyi tanımıyor. Önce O evlenip gitti. Ardından ailesi taşındı. İki minik kızı oldu. Zengin olduğu söylenen sinirli, kıskanç müteahhit kocasıyla mutludur herhalde. Hem kıskançlık sevgiden gelir. Seven adam karısını kıskanır. Ayrıca erkekler hep sinirli olur biraz. Böyle laflar dolaşıyor ortada, Eda evlenip gittiğinden beri.

Birsen bunları bilmek istemiyor. Israrcı bir unutkanlıkla hep sözünü kesiyor. Eski günlerin hazzına tutunup yaşamak istiyor. Belki de daha çok böyle ölmek istiyor Birsen.

Bak işte Birsen abla. Şurada bir yol var. Bu yolun ucu da ta dışarı taşıyor. Bak ne açık görünüyor... İşte. Yol. Yolun başında bir adam var. Bak uzunca boylu, ince bir adam. Başında bir şapka. Resmi. Sakın bu uzak yol kaptanı olmasın, hı?

Birsen gülümsüyor. Yüzündeki kırışıklar utançla allanıp, katlanıyor incecik çizgilerle. Gözlerinden eski bir genç kız bakıyor. Kaptan’ın telveden gölgesine doğru bakıyor, umutla, sevinçle... Ama duygularını hemencecik gülümseyip örtüyor kibarca. Ele güne karşı. İşte. Hep sakınılmış bir hayat onunki.

Eda küçük kızdı bir zamanlar. En üst kattaki komşu kızı. Bıcır bıcır konuşan, sokulgan bir karaböcek. Birsen onu öyle seviyor. Gel bakalım Karaböcek... Sana fincan çevirip masallar anlatayım... Kendince falı masala dönüştürüp anlatıyor Birsen. Bak burada kırmızı şapkalı bir kız varmış. Büyükannesi de hasta, bak ormanı görüyor musun? Ağaçlarla dolu... Ama şurada ki de ne? Neye benziyor? Bir kurt o Karaböceğim...Bir kurt... Ama sen hiç korkma... Avcı amcayı görüyor musun? Bak işte... Şu karanlık çalıların arkasında saklı... Tabii hepsi görünmüyor... Ama bak bu şapkası değil mi?
Birsen o sıralar kız enstitüsünün biçki dikiş bölümüne gidiyordu. BURDA dergisinin en moda modellerini seçip, kumaşları tam renginde bulup tıpatıp biçerdi. Artık kumaşlardan Eda’ya etekler uydururdu. Bebeklerine elbise dikerlerdi birlikte. Yazın uzun günlerinde, sahile yürüyüşe çıkarlardı... Birsen annesinin yanı sıra, komşularla birlikte çay bahçesine gider. Şık emprime elbiseler, birbirine uyumlu etek-bluzlar giyerdi. Göz alıcı bir kızdı Birsen. Anne-kız ve komşuları yeni pişirdikleri, ılık ve dışı kıvamında kıtırlaşmış poğaçaları yanlarına alıp, çay bahçesinde otururlardı akşam üstüleri. Birsen hanımefendi kızdı. Tüm komşular onun hakkında konuşurken böyle bir ağız birliği içindelerdi. Annesinin dizinin dibinden ayrılmaz, söz dinler, yumuşak başlı bir kızcağızdı her zaman.

“Edacım biraz bekler misin? Makarna haşlıyorum da hamurlaşmasın, süzgüye alıp hemen geliyorum canım.”

Koridor alaca karanlıktı. Geçerken mantoluğun aynasında kendine takıldı gözü. Hep olması gerektiği gibiydi. Saçları taralı, ütülü bluzu, eteği... Her zamanki gibi derli topluydu. İçi rahatladı. Sanki az önce üzerinde kirli bir pazen sabahlık, eteklerinde sigara yanıkları...

Yok, canım daha neler?

Mutfağın kapısı açıktı. Ortalık tertemiz. Makarnalar tencere kapağını tıkırdatan buharla, kıpır kıpır oynaşıp pişiyorlar. İçlerinden birini çekip, çatalın ucuyla ezdi. Ateşi söndürdü. Evyedeki süzgece boşattı tencereyi. Biraz soğuk suya tuttu. Mutfak sabun kokuyordu. Leylak kokuyordu. Her şey düzenli ve temizdi. Ama neden bundan kuşku duyuyordu? Birden böyle düşünüp hızla unuttu sorusunu. Eda yemeğe kalır mı acaba? Makarnanın yanına köfte yaparım. Ama işi vardır gene. Yok, kalmaz gider O. Gider.

Eda evlendiğinden beri, uzun aralıklarla uğruyordu. Annesine bile söylemiyordu eski mahalleye gittiğini. Birsen’i hâlâ ara sıra ziyaret ettiğini. Onun bu son halini anlatmak acı veriyordu nedense. Hiç söz etmiyordu zaten. Çoğunlukla perdeleri kapalı duran bu evin, köhne karanlığından ürküntü duysa da, çocukluk sevinçlerinin hatırına Birsen’i özleyip geliyordu bir fırsatta.

Bir de evlilik çıkmazlarındaydı. Kocası durduk yere sinirleniyor. Üzerine yürüyor. Ne giyse, biraz süslense kavga çıkarıyordu. Bunalmıştı. Annesinin evine dönmek istiyordu. Anlatamıyordu. Kocasından korkuyordu. Öfke nöbetinde yüzüne kan basıyordu kocasının. Git de görürsün neler olacak diye bin bir tehdit savuruyordu o zamanlarda. Küçük kızları ağlayarak yapışıyorlardı eteklerine... O kocaman zengin evi... koca(!) bir kafes olmuştu. Tutsak kuşlar gibi hıçkırıyordu kızlarına sarılıp, öylece uyuyakalıyordu çoğu kez... İçine umarsızlık bastığında Birsen’e geliyor, falından yeni bir gelecek umuyordu.

Evin bulaşık, kir, çöp kokan havasından tiksintiye benzer duygularla midesi kalksa da, fırsat buldukça uğrayıp zilini çalıyordu Birsen’in. Uzun süre görmezse merak ediyordu onu. Belki böyle bir sonu ona yakıştıramadığından, onun için hep bir kaygı duygusu taşıyordu kalbinde. Hayat her an değişebilirdi ansızın. Fala bakıyor; fincanın iç yüzeyine çizilmiş kader haritalarına göz gezdiriyor; gelecek iyilikleri görmek istiyordu sabırsızca.

‘Keşke her şey böyle olmasaydı’ dedi içinden. Unutulmuş bir acı birden yerinden oynadı. Kalbinde ağırlaşan bir sızı, git gide ağrılaşıyor sanki.

Hava bulutlu bir mayıs günüydü. Ruhuna kasvet çökertmişti. Kendini bu eski mahallenin artık eskiye benzeyemeyen sokaklarına atıvermesi, herhalde bu bulutlu mayıs günü yüzündendi kuşkusuz.

Eda’nın duraksayarak üzerindeki lekelere dalgın gözlerle bakmasını bekledi bir zaman. Aslında ona “hadi gel birlikte yemek yiyelim” demeyi geçiriyordu içinden. Çekiniyordu bunu teklif etmekten. Ya birden saati anımsar, ‘Ay! Ben geç kalıyorum’ diyerek telaşlanır, hızla çıkıp giderse... Sonra kim bilir artık ne zaman gelir... Zaman bulabilirse tabii.

Ah! Karaböcek. Küçükken hiç böyle değildin sen. Hani o bahçe sinemasında “Yumurcak” filmine götürürdüm seni. Bildin hangi sinema. Çoktan yıkıldı canım. Nasıl güler eğlenirdik... Sen ne neşeli ne şakacı çocuktun. Ne şeker ne güzel bir kızdın. Ah! Evet... Okula gittiğin günleri anımsıyorum. Okul çantanı alır... Formanı giyer. Aşağıya inip bana gelirdin. O simsiyah gür saçlarını iki yandan ördürürdün, uçlarına siyah satenden ince kurdeleler bağlardım. Örgülerini sağlamladığımız teneke tokaları, gizlerdik bu kurdelelerle... Derslerin iyi gitmezdi. Sınıfta kaldığın olurdu. Ne sen ne de ben aldırmazdık. Üzülmeni istemezdim bunun için. İyi mi yaptık bilmem.

Güzel bir kız olmuştun. Seni beğenen oğlanlar bir aşağı bir yukarı gelip geçer, gözleriyle seni arardı bizim balkonda. Çoğu, seni bizim evde oturuyor sanırdı. Bu yüzden, sen olmasan da bakarlardı camlara, balkon kapısına... Nasıl mı anlardım? Edacım, seninle kaba konuşmalar yapmadım hiç. Ama ben erkekleri buraya kadar çok iyi tanıdım. Nasıl desem? Camdan gizlice bakıp, beni beğenenleri çok gözledim zamanında. Sen küçüktün. Nereden bileceksin ki. Kimisi bizim eve doğru yaklaştıkça adımlarını yavaşlatır, kaçamak bakışlarla balkonda beni görmeye çalışırlardı. Sonra ne zaman bakkala, kırtasiyeciye gitsem rastlantıymış gibi hemen önüme çıkarlardı kimileri de.

Zamanla kayboldu hepsi.

Son sözleri içinden mırıldandı yalnızca. Yüzüne üzüntülü bir karanlık bastı. Eda başını hiç kaldırmamış, suskunlukla eteğindeki kahverengi lekelere bakıyordu. Mürekkep bulaşmış gibi irili ufaklı lekeleri okşuyordu parmaklarıyla. Birsen’in anlattıklarını dinlerken, sanki bu lekelerde seyrediyordu anılarını.

Bir sessizlik oluşmuştu aralarında. Eda dağınık saçlarını siyah maşa şeklinde bir tokayla toplamış, yüzü apaçık ortaya çıkmıştı. Geniş alnı, küçük burnu, çekik gözleri ve iri dudaklı ağzı, çocukluğuna hiç benzemeyen tuhaf bir anlamla değişmişti sanki. Bakışları, bir an eski Eda’nın neşeli parlaklığına bürünüyor, sonra apansız ışıksız bir ruhun gözleri oluyordu. Yüzünün esmerliği irinsi bir sarılıkla perdelenmişti. Dalgın bakışlarını sehpanın üzerindeki fincanlara çevirdi Eda. Kendisininki ters çevrilmiş tabağının üzerinde duruyordu. Büyük bir güç harcarcasına kendi fincanını açtı, Birsen’e uzattı.

“Hadi bakalım sıra sende... Birsen ablacığım”

Birsen onun sesinde acılı, ürkek bir ton duyumsamıştı. Nedensiz bir ürperti gelmişti içine. Sonra fincandaki karanlık telve yoğunluğunu ayrımsadı. Kapkaranlık bir faldı. İrkildi Birsen. Tüm bu karanlık kötülükleri bastıracak birkaç iyi motif aradı. Bir güvercin, bir bülbül, kanarya... Ama tüm kuş şekilleri birer akbabaya, kartala, atmacaya dönüşüyor, dağların içi kötü yüzlü insanlarla dolup taşıyordu. Kalabalık basmıştı fincanın içini. Birbirine karışmış, yüzlerini yitirmiş korkunç bir kalabalık.

Birsen elinde fincan, boğazına bir şey takılmış gibi yutkunuyordu. O sıra, “ne oldu” diye sordu Eda. Sesinde iç kaygılarını dışa vuran bir titreme. Birsen durdu. Yüzüne baktı; o tanımlayamadığı duyguları gördü yeniden. O duygular kalbini acıttı.

İşte o sırada, Eda’nın fincanında önceden görmediği bir şeyi gördü. İki minik serçe, tüm kötülüklerin ortasında kuytuda saklanıyorlardı. Birsen nasıl gözden kaçırmıştı onları. Kızdı kendine. O telve karanlığında, iki küçük serçe saklanmıştı... Çok mini minnacıktılar. Bu yüzden onları, ilk bakışta seçememişti. Üstelik şimdi aklıma hiçbir şey gelmiyordu...

“Sence nedir o küçük kuşlar?”

Eda’nın bakışlarında üzünçlü duygular gölgelendi. Çehresi karardı. Güzel gözlerinden simsiyah bakışlar aktı fincana. İki serçe düşlendi. Havalandılar usulca. Bir odanın içinde uçuyorlardı. Ve bir adam elinde bir bıçak küçük serçelerin peşinde koşuyordu. Oyun oynuyordu adam. Çok kötücül bir oyun. Kuşlar “cik cik! cik cik! “ diye çığlık çığlığa...

Eda ve Birsen fincanın içine eğilmiş onları seyrediyordu. Gözyaşlarından iyi göremiyordu iki minik serçeyi. Bulanıyordu varlıkları. Eda, kan lekelerine batmış elbisesinin eteklerine, gözyaşlarını kurularken üzüntüyle titriyordu sesi.

“Onları kurtaracak biri gelecek mi?” diye sordu Birsen’e.

Birsen onun gözlerindeki acı yüklü kırmızılığa baktı. “Ah! Benim Karaböceğim... Hiç gelmez olur mu? Bak işte, Avcının şapkasını görüyor musun?

“Hayır! Onları kandıracak!”

Birsen yeniden telvelerin kıvrımlarına baktı. Eda ağlayarak konuşuyordu.

“Avcılar ormana avlanmak için gider. Belki de onları vuracak şimdi?”

Birsen ‘Hayır yapmaz. O çok iyi yürekli’ demek istiyor, sesi bir türlü çıkmıyordu boğazından. O sıra Eda bir çığlık attı. Bir titreşim oluştu her yanda.

“Bak vurdu işte! Bak!”

O sıra kuşlar boyunlarından kopuk düştüler telvenin karanlığına. Eda bir çığlık daha attı.

“Serçeler ölürse, çocuklarım da ölür.”

Birsen, yorgun, umarsız, yaşlı bedeninden güzel bir fal umudu çıkarmakta zorlanmıştı bu kez. Birdenbire şimdinin gerçekliği kayıverdi usunda Geriye döndü bilinci.
.

Zil sesine doğru gidip, açtı kapıyı.

“Ah karaböceğim! Bu ne sürpriz hoş geldin bebeğim!”

Eda içeri girdi. Üstü başı darmadağınıktı. Bakışları korkunç bir hayale takılı, gözbebekleri kocamandı. Yüzünde ince kesikler vardı. Pardösünün üstü, elleri kahverengileşmiş lekelerle doluydu. Saçları kirliydi sanki. Yüzüne yapışmıştı kimi tutamları. Bir kısmı iri bir tokayla gelişi güzel toplanmıştı. O güzel dudakları titriyordu.

Birsen onu böyle görmek istemediği için, böyle görmekten kaçındı. Hep güzel hem bakımlı hem candan bir karaböcekti onun için. Gördüğü öteki Eda bir olasılık gündüz düşlerinden biriydi. Bu yüzden aldırmadı Eda’nın görünüşüne.

Son zamanlarda hep yaptığı gibi apansız gelmişti işte. Eh! bir bakıma onun da evi sayılır burası. Çocukluğundan beri koşup geldiği bir ev. Birsen, duyumsadıklarından sevinç duydu. Salona geçtiler. Üstünü çıkarmak istemedi Eda, kanepeye otururken.

Birsen kahve hazırlarken mutlu hissetti kendini. Tepsiyle geri döndüğünde Eda taş kesilmişçesine oturuyordu yerinde. Birsen sehpaya tepsiyi bırakırken bile Eda kımıldamamış, yalnızca kahve köpüklerine dikmişti gözünü. Birsen’in içi karmakarışık olmuştu. Gördüklerinin düş mü gerçek mi olduğunu ayrımsamadığı o an’a yuvarlanıvermişti.

Başını iki yana salladı. Düş ya da gerçek. Önemli olan Eda’nın gelip onu ziyaret etmiş olması değil mi?

Zaman nasıl da geçiyor. Ters dönmüş fincanlar soğumuş, sonunda fal tutmuştu dipleri. Fal da hayata dönüşüvermişti birdenbire.

İki küçük serçe şimdi gizlendikleri karanlıklarda başları kopuk ölü yatıyorlardı. Eda onlara bakıyordu. Bir kartal alçalıp ölülerini toplamak istedi... O anda, Eda parmağını fincanın içine sokup bastırdı...

Fal bozuldu.

Islak gözlerinden yeniden yaşlar süzüldü yanaklarına. Fincanın içine doğru eğilip seslendi.

“O küçük yavrularımdan ne istedin hain! Hastasın sen. Delisin... Delisin sen! Ne istedin oncacık küçük çocuklardan...” Sesi ağlama tınılarıyla boğuluyordu konuştukça.

Birsen donakalmıştı. Eda’nın telve bulaşmış parmaklarına bakıyordu şaşkınlıkla. Sanki Eda seslenmiş gibi gelmişti kulağına. Ama bu, küçük Karaböcek Eda’ydı. ‘Korkuyorum’ diye mi fısıldamıştı?

“Efendim?” dedi Birsen. Eda işitmiyordu onu.

“Kızlarımın babası başkasıymış... Ben başka erkek tanımadım ki... Herkes biliyor bunu... Bu adam çok kıskanç dedim. Tuhaf huyları var dedim. Dinlemediler Birsen Abla.

Birsen donuk bakışlarla, hangi gerçek hikâyeye tutunacağını bilmeksizin öylece durakalmıştı.

“Kocam küçücük kızlarımı öldürdü... Biliyor musun? Kurbanlık gibi boyunlarını kopardı incecik bedenlerinden.” Esra acı yüklü bakışlarla, ara ara hıçkırarak konuşuyor... Konuşuyordu.

Birsen içinden sarsılıyor, Esra’nın titreyen bedeniyle titriyordu bedeni. Yine de gülümsemeye çalıştı ve o anda yeniden küçük Eda’nın sesini işitti. Üst kattan terliklerini sürüyerek gelmişti. Komşu kızı Eda. Hoş geldin küçük hanım.

“Ben senin gibi hiç evlenmiycem Birsen Abla...”

Birsen, fincanlara çevirdi bakışlarını. Fal bozulmuştu artık. Falın bozulduğu yerde hayat sürüyordu. Birsen gülümsedi dinginleşirce... Sonra, o da parmağını telveye bandırdı, ardından dudaklarına sürdü... Ruj gibi sürdü... Sonra yanaklarına allık yaptı telveden.

Eda da elindeki bulaşıkları tıpkı Birsen gibi sürdü yüzüne. Bir süre birbirlerine baktılar. Gülmeye başladılar karşılıklı. Apansız durdu Eda.

“Ama ben ne yapacağımı... Unuttum” dedi.

Birsen sinirsel bir rahatlamayla gülerek, “O hasta, kıskanç adamla evlenmezsin olur biter Eda... Hem sen kimlere layıksın!” diye ekledi gururla. 

“Ama ölü serçeler var”

“Onları saklarız Karaböceğim... Bırakırız uyurlar mışıl mışıl “

Eda üzerindeki lekeleri okşayarak... “Tabii... mışıl mışıl uyusunlar... O adamla evlenmezsem... Hiçbir şey olmaz ki... Uyurlar tabii...”

İki kadın yüzlerinde telveden makyajlarla hayatın bilinen yüzünden çıkmışlardı. Fal bozulmuştu. Sonra, süzgüde kalan makarnaları yağlayıp... usul usul yediler. Birsen “Annemin odasında kalırsın... İstersen” dedi. Eda “Ne kadar iyisin Birsen abla” diye yanıtladı. Birsen’se onun sesini küçük Karaböcek gibi işitmişti yeniden.”

“İstediğin kadar kalabilirsin... Sen bu evin kızısın çocuğum.”

* Yazarın TIRTIL YAĞMURU öykü kitabından alınmıştır.

Öykünün yazarı Yasemin Yazıcı kimdir?
İlk yazıları 1978 yılında Demokrat İzmir gazetesinde yayımlandı. Daha sonra, Cumhuriyet, Yazko-Somut, Sanat Olayı gibi gazete ve dergilerde çalıştı. Sinemada yönetmen yardımcısı, prodüktör, senarist ve TV filmi yönetmeni olarak görev aldı. İlk romanı Kaybolan Kasaba 1990 yılında yayımlandıktan bu yana deneme, roman ve öykü türünde yazmayı sürdürüyor.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: 13

Kulağına söylenmişti, bir gün bunun başına geleceği. Büyüdüğüne hem seviniyor hem de korkuyordu; lek...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kendine ait bir oda ve daha başka şe...

Mutfak masasında yazı yazan, başka gezegenden gelen birine bir gazete sayfasından dünyayı anlatan ka...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Başkan hıçkırıyor!

“Kızın gözleri belleğinden silinmişti. Bir bakışı kalmıştı geriye. Onu bir kez daha görse tanımazdı....