Hepimizden gelen bir hikaye
‘Şu günlerde dayanışmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Bu yazıyı kaleme alma sebeplerimden biri bu. Diğeri ise; susmanın örgütlü kötülüğe hizmet edeceğine dair inancım.’

Öğrencilik yıllarımızın başında işçi sınıfının her şeyi yeniden inşa edecek bir güçle çıkıp geleceğini öğrendik. Ancak üretim ilişkileri değişiyor, sınıf kültürü de buna göre şekil alıyordu. Kapitalizmin her şeyi yıktığı, bıraktığı boşlukları da kapkara bir yozlaşmanın doldurduğu günlere doğru sürüklendik. Kimse bundan kaçamadı ve bugün işimiz daha da zorlaştı. Öğrenciyken çok da fark edemediğimiz bu karanlık tabloyu çalışma hayatına girince fark ettik, ediyoruz. Sürekli körüklenen bir rekabet, güvencesizlik, emeği değersizleştiren politikalar…  

2017 yılında, ilk kez tam zamanlı bir işe başladım. İşe başladığım yer bir sendikaydı ve orada işçi sınıfına yararlı bir şeyler yapabileceğime inanıyordum; ancak benim teorik ve pratik anlayışım ile sendikanınki arasında büyük bir uçurum vardı. Bu beni şaşırtmadı; çünkü zaten devletle ve ekonomik sistemle bağları bu denli gelişmiş kurumsal yapıların “devrim” yapacağını beklemiyordum. Ama en azından işçilerin hayatına dokunmak için bir araç olabilirdi bu tür yapılar.

İlk günden beri örgütlenmenin sendikanın en önemli ihtiyacı olduğuna inanmıştım. Ancak bu örgütlenme aşağıdan yukarı; yani demokratik bir şekilde olmalıydı bana göre. Tabii bunun ancak bir hayal olduğunu kabullenmek zorunda kaldım. Çünkü sendika ve işçiler arasındaki ilişki, “hizmet sendikacılığından” öte gidemiyor ve ortada hep bir para konusu dönüyordu. Örgütlenmeye gittiğimizde işçilerin sorduğu ilk soru da “zam oranı” oluyordu haliyle. Bu durum beni rahatsız etmeye başladı. Örgütlenmeyi bırakmak istiyordum. Diğer sebep ise şuydu: örgütlenme uzmanları arasında ciddi bir rekabet vardı. Birbirlerinin arkasından konuşuyor, gerekirse üstüne basıyorlardı; bir yandan da kendilerine “solcu” dedikleri için, yönetim karşısında susarak kenetlenmiş gibi davranıyorlardı. Bunun bir parçası olmak istemediğimi kendilerine açıkça söyledim. Çünkü bu bir dayanışma değil, çıkar birlikteliğiydi. Bu yüzden, bu kenetlenme hiçbir zaman gerçek bir dayanışmaya dönüşmedi ve yanlış politikalara karşı hep birlikte tutum alamadılar.

İŞ YERİNDE YAŞADIĞIM BASKI

Birkaç ay sonra, örgütlenmeye giderken haber vermemeye ve bilgi saklamaya başladı 2 kişi. Örgütlenme uzmanı bir kadın öncüğülünde kendi aralarında ekip oluşturmuşlardı. Ayrıca işe yeni alınan bir kadına da, onlara göre “solcu” değil diye aynısını yaptılar. Onu solcu değil diye dışlarken, bir yandan da sendikaya kağıt üzerinde üye yapmak, işçilere “Nasılsın” diye bile sormadan vaaz vermek konusunda onlar açısından herhangi bir sorun yoktu. Bu arada, bizimle çalışan ama aynı zamanda bizden sorumlu olan kişi yönetimin arkadaşı eski bir sendikacıydı. Kendisi, sendikanın bazı yaklaşımlarına karşı yeni bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Kedine örgütlenme uzmanlarından bir ekip oluşturdu. Böylece örgütlenmede başarılı oldular ve üye yaptılar. Bense bir süre sonra sendikada “iş yapmayan” olarak görülmeye başladım; çünkü örgütlenme uzmanı 3 kişi sürekli bir yerlere gidiyor ben ise bazen kendi kendime bir şeyler yapmayı deniyor, bazen de masamda oturmak durumunda kalıyordum. Bu arada dışladıkları diğer kadın bazı evrak işlerini alarak biraz daha güvenceli konuma gelmişti.

İlk yıl böyle geçti ve ben istifa etmeyi düşünüyordum; fakat yüksek lisansa başlamıştım ve okula devam edebilmek için çalışmak zorundaydım. İşe gitmek istemiyordum. Çünkü bu kadın aynı zamanda, bana karşı bir ekipleşme yaratıyor, arkamdan konuşuyor ve sürekli mutsuz ve gergin göründüğüm için benim psikolojik sorunlarım olduğuna dair konuşmalar yapıp beni aşağılayarak diğerlerinin yanında hakkımda eleştiriler sunuyordu. Beni kendi istediği doğrultuda yönlendirmeye çalışıyor, onun fikrine katılmazsam üzerimde baskı uyguluyor ve bizden sorumlu kişiye şikâyetvari konuşuyordu. Ayrıca gelen işlerin çoğunu kimseye haber vermeden kendi alıyordu. Bu arada işyerindeki özel alanıma da sürekli müdahale ediyordu. Örneğin, bir sabah geldiğimde benim masamdaki kitapların bir dolaba konduğunu gördüm. Kitapların sayısı biraz çoktu ve kendisini rahatsız etmiş sanırım. Bir defasında da telefonumun sesini değiştirmemi emretti; çünkü kapı ziline benziyormuş sesi... Sonunda sabahları geç kalmaya başladım. Yönetim bana neden işe geç kaldığımı sorduğunda özel sorunlarımı bahane ettim; çünkü sorumlu kişi odamızda yaşananların odamızda kalması gerektiğini söylüyordu. Bence de haklıydı; öbür türlüsü çalışma arkadaşımı patrona şikayet etmek anlamına gelirdi. Ancak kendisiyle, yaşadığım sorunları kısaca paylaştım. O da bunun farkında olduğunu belirtti. (Sonradan öğrendiğime göre durumu yönetime de aktarmış.) Bundan sonra bahsettiğim kadının tavırları birden değişti. Bana aşırı sayılabilecek bir şekilde, özellikle sorumlu kişinin yanında iyi davranıyordu. Kafam karışmıştı. Tam bu süreçte kovulmam gündeme geldi. Belirtilen sebep işe geç kalıyor oluşumdu. Çalışmak zorunda olduğum için, ikinci bir yol olarak Kadın Dergisi çalışmalarına ağırlık vermeye başladım. Bu aslında bizden sorumlu kişinin benim kovulmamam için bulduğu bir çözümdü. Bu sırada bana destek olan başka çalışanlar da oldu; onlara minettarım.

‘SENİN KOVULMANI BİZ ENGELLEDİK!’

Derginin ilk sayısını yaptıktan sonra kovulma durumum rafa kalktı ve bir süre sonra derginin yayın koordinatörü ve editörü oldum. Ancak kimse bunu resmiyette bana söylemedi. Pratikte derginin hem yayın koordinatörlüğünü hem de editörlüğünü yapıyordum; ancak resmiyette ben de çoğu arkadaşım gibi “hiçbir şey” olarak niteleniyordum galiba.

Dergide (resmi olarak olmasa da) görev almamdan sonra mobbing yeniden başladı. Bana “Senin kovulmanı biz engelledik” diye her gün hatırlatılıyordu ve karşılığında itaat bekleniyordu ve mobbingi örgütleyen kadın, benim yönetime laf taşıdığımı söyleyerek diğerlerini ikna etmeye çalışıyordu.

Çevremin ve işyerindeki arkadaşların desteğiyle ikinci senenin sonuna gelmiştim ve neredeyse 1 yıldır derginin sorumluluğunu aldığım için mutluydum; ama mobbing sona ermeyince, bu sefer çalışma ortamımı değiştirmek istedim. Sonunda bir gün aniden eşyalarımı toplayıp başka bir odaya gittim! Sebep, psikolojik şiddetin ardından gelen bir fiziksel şiddet girişimiydi: Kapıdan geçerken bedeniyle beni iten yine aynı kadındı ve özür dahi dilemeden bana paranoyak muamelesi yaptı. Diğer kadın da olayı görmemesine rağmen “öyle bir şey olmadığını” söyledi. Ben bunu bizden sorumlu kişiyle konuştum ve yerimi değiştirmek istediğimi söyledim. Ancak o, “Bunu yönetime aktarmayalım” dedi; sonra her şeyi kendisi yönetime anlattı tabii. Beni de paranoyak olmakla suçladı. Bu süreçte sendika başkanı bana inanmıştı sanırım; bu sebeple başka odaya geçmeme izin verildi.

Artık istifa etmeyi kafama koymuştum; çünkü mobbing süreci beni yıpratmıştı ve bu suç sendikada pek önemsenmemişti. Ben “Bu konu araştırılsın ve şeffaf bir süreç işletilsin” dememe rağmen, sanki sorun bendeymiş gibi bir hava yaratıldı. Artık kendimi güvende hissetmiyordum. Bu sırada güvende hissetmemem için başka bir olay daha yaşandı: Bir çalışan, “idari müdürle” birlikte pornografik sayılabilecek bir video izlemişti geçtiğim yeni odada. Bunu rapor ettim. Mali sekreter ise “Bir tek senin mi başına geliyor bunlar” diyerek durumun “normal” olduğu izlenimini yarattı. Bu olaydan sonra videoyu izleten kişi işten ayrıldı, idari müdür olan erkek ise yemekhanede sandalyesiyle beni iterek “gizli” bir fiziksel şiddet girişiminde bulundu. Bunu gerekli yerlere aktardığımda, “Bir yanlışlık olduğu, kazayla bunun gerçekleştiği” söylendi. Ama ben eminim ki bu bir kaza değildi. İnsanlar size inandığı ve gerçeği bildiği halde yüzünüze baka baka yalan söylediğinde, siz “Acaba ben mi yanlış gördüm/düşündüm” diyerek aklınızdan şüphe edebiliyorsunuz. Etmeyin. Ben etmemeyi seçtim ve bu şekilde sağlıklı kaldım.

DAYANIŞMA HÂLÂ BİR SEÇENEK

Tüm bunlar olurken, derginin yeni sayısını neredeyse tamamlamıştım ki sendika başkanı beni çağırdı ve yeni editörle tanıştırdı. Bundan sonra dergi işini yeni editör ve bana mobbing uygulayan kadın devraldı. Sonuç olarak, pratikte işimi kaybetmiş oldum; ama hâlâ kovulmamıştım. Yeniden örgütlenme yapmam istenip iş tanımım değiştirildi. Ancak bunu yapmam tabii ki mümkün değildi. Yönetimden biraz zaman istedim ve işten ayrılacağımı belirttim. Kabul ettiler. Bu süreçte okula yoğunlaştım. Bahar döneminin başında ise tüm haklarımı alarak işten ayrıldım. Bana karşı ekipleşen o 2-3 kişilik grup ise bu durumu “Yönetim onu kovdu” diyerek lanse etti. Kendilerinden kopan birinin başına geleceğin ancak kovulmak olduğu mesajını vermeye çalışıyorlardı. Halbuki işimin elimden alınması sürecinde aktif rol oynamışlardı.

İstifamın üzerinden aylar geçti. Şimdi sağlıklı düşündüğümde, bu hikayede vurgulanması gereken noktaları şöyle açıklayabilirim: birincisi; işçilerin kendi arasındaki mobbing. Mobbing günümüz emek dünyasında yoğun şekilde yaşanıyor. Sendikada örgütleme çalışması yaparken konuştuğum işçiler de çoğu zaman benzer hikayeleri bana aktarmışlardı. Ayrıca kadın dergisi için yaptığım röportajlar sırasında da yine benzer hikayeleri kadınlardan dinledim. İkincisi; işverenden gelen mobbing. Çalıştığım sendikanın yönetimi, kendi çalışanlarının işlediği suçlara gözlerini kapattı ve benim yaşadığım münferit bir olaymış gibi bir algı yarattı. Bunun, “Biz bir aileyiz”, “Kol kırılır yen içinde kalır” gibi yaklaşımlarla işçiyi kontrol mekanizmasının içinde tutan kurumsallaşmayı başaramamış çalışma ortamlarında sıkça yaşandığını biliyorum. Bu maalesef Türkiye sendikalarının kültürel yapısında kökleşmiş bir problem. Sadece benim çalıştığım sendikada değil, diğer birçok sendikada da yine benzer hikayeler olduğunu biliyorum. Ayrıca, emek yanlısı politikalardan uzaklaşıp sadece kendi maddi/manevi gücünü muhafaza etmeye çalışan ve bürokrasinin iyice kök saldığı yerler buralar. İşçilerin şu günlerde bile yalnız ve çaresiz kalması, koronanın artık bir sınıf hastalığına dönüşmesinin vebali de kapitalizmle bütünleşmiş bu tür “işçi örgütlerinin” boynunadır. Tüm sendikalar; üyelerine, çalışanlarına ve de tüm işçi sınıfına karşı sorumludur. Her türlü konuda şeffaf bir süreç işletmek ise onlar açısından bir tercih değil zorunluluktur. Ayrıca, yöneticinin, çalışanların aralarında konuştuklarını çeşitli yöntemlerle takip etmeye çalıştığına ve ortak alanlarda çalışanlara bağırdığına ya da aşağılayıcı konuştuğuna şahit oldum. Bu en net ifadeyle suçtur. Bunu yapan yönetici(ler), kapitalist sistemin kendisine sunduğu olanaklardan sınırsızca yararlanıyor demektir. Çok açık ki bu pervasızlık, memlekette artan işsizlik olgusunun ve de işçi düşmanı devlet politikalarının ardına sığınmaktan ileri gelmektedir. İşveren, işçinin istifa etmesinin ya da çeşitli yollarla hakkını aramasının kolay olmadığının farkındadır. Mobbing uygulamayı ya da arkadaşının üzerine basmayı seçen çalışan ise bu yozlaşmış düzen içinde kendine bir yer bulacağının, kendi küçük kurnazlıklarıyla var olabileceğinin farkındadır. Bu iki uçlu uzlaşı hali, işçiler arasındaki dayanışma olanaklarını baltalamaktadır. Üçüncüsü ise; bu noktada söz konusu sendikanın, yöneticinin ya da bana mobbing uygulayan kadının kendisini solcu ya da sağcı çizgide naklediyor olmasının hiçbir önemi olmadığıdır. Söze değil eyleme bakmak gerekmektedir. Ancak bildiğimiz ve inandığımız bir şey var ki o da bu sözde sol kurum ve bireylere karşı mücadele edenlerin hâlâ var olduğu ve bu devranın böyle gitmeyeceğidir. Dayanışma hâlâ bir seçenek ve tek bir yol var önümüzde. Her şeye rağmen buna inanıyorum. Canını dişine takıp en zor koşullarda bile ilkelerinden ödün vermeyen, işçinin ve halkın çıkarından başkasını elinin tersiyle iten emek örgütlerine, dostlara saygılarımla.


İlgili haberler
‘Fabrikalarda tacize ve kadın işçilerin sorunları...

Otomotiv başta olmak üzere plastik, gıda gibi birçok iş kolunda çalışan bir kadın işçi iş yerlerinde...

Bir sendika temsilcilik odasında neler konuşulur?

Öyle ki “8 Mart tatil olsun” talebi ile mücadele eden kadınlar, 8 Mart buluşması için yemek saatleri...

Pastayı sendikacılar yesin!

Çimse-İş Sendikası işçiye değer vermeyen, işçilerin kendilerini sorgulamasından rahatsız olan patron...