‘Yazınca kadınlar değişiyor çünkü, hayat vermek kadına eş’
14 Şubat sadece sevgililer için değil, edebiyatseverler, özellikle de öykü tutkunları için özel bir gün. Dünya Öykü Günü. E bu özel günde kadın öykücülerle edebiyatı konuşmasak olmazdı!

Mevzu Edebiyat ekibinden bazı yazarları Kadıköy’de bir kafenin saklı bahçesinde yakaladık. Sohbet, demli memleket çayı kıvamında, kah kahkahalarla, kah ‘yeni’ projelerle sürüp giderken, öğrendik ki, Mevzu Edebiyat adını verdikleri edebiyat platformunu da böyle bir masada, hatta bu masada kurmuşlar! Kadının eli neye değerse güzel olur diye düşündük. Ama onların hiç bu kadim söze güvenmeye niyetleri yok, fikir, öykü, kitap, roman… Masada harman olup gitti. Biz de hazır böyle güzel bir masada onları yakalamışken, sorularımızı soralım dedik.

Yazmakla, Wirginia Wolf’un ‘Kendine Ait Bir Oda’sı hakkında ilişki kurar mısınız desek…

Melike Belkıs Aydın: Yazmak, saklamak ve kamuya sunmak arasında çelişkili bir süreç olduğundan bu ilişki hele de kadınlar için hep daha çetrefilli. Çünkü kadının ontolojik olarak sahip olması gereken şey görünmezlik. Kuytuya çekilmek, sanki yokmuş, varsa da sahibi kendisi değilmiş gibi yapmak zorunda bırakılmak kadının en iyi bildiği şey. Oysa yazılanın paylaşılması hem yazdığımızın arkasında durmak hem de bir imza edinmek anlamında görünürlük demek. Üstelik evde yazmaya zaman ayırmak kadınlar için bir türlü meşru görülmedi Woolf’tan bugüne. Bu yüzden harflerini ilmek ilmek dokuduğumuz metinlerin ta kendisi bizim en kendimize ait, en bileğimizin hakkıyla yaptığımız odamız.

Yazmanın cinsiyeti olur mu?
Aysu Arslantürk: Yazmanın cinsiyeti olmaz. Yazmanın cinsiyeti varmış gibi yapanlar olur.
Kadınlığı cam gibi ortaya döken erkek anlatıcıya ya da erkekliği etekliğinin altından çıkarıp önümüze döküveren kadın yazara hâlâ hayretler içinde tanıklık ediyorsak eğer, bu yazmanın cinsiyeti varmış gibi yapanların açtığı yaraların yüzündendir. Edebiyatta bir yara açıldı mı, işin kadını erkeği kalmaz, anlatıda eksiklikler oluşur. Edebiyat, göz bebeğidir; cinsiyetten, cinsel kimlikten, cinsel yönelimden bağımsız ve kapsayıcıdır. Edebiyatı yaralayıp eksiltemeyiz! Kadın yazarlar pek yara açmazlar ama bir yara varsa onu kaşımasını da bilirler. Yara insanı çıldırtacak ki, insan merhemini arayıp bulsun. Mevzu, edebiyattaki tüm bu yaraları kapatmak. Bunun yolu da cinsiyet bazlı varsayımları edebiyattan uzaklaştırmaktan geçiyor. Buradan Judith Shakespeare'i gözlerinden öpüyorum.

Son dönemlerde kadınlar daha mı çok yazıyor? Eğer öyleyse neden?

Arzu Eylem: İstatistiki açıdan nasıl sonuçlar çıkıyor bilmiyorum. Kadın mı çok yazıyor erkek mi? Bilmiyorum. Daha önce de benzer bir soruyla karşılaşmıştım. 'Kadınlar daha çok yazıyorsa anlatacak hikâyeleri çoktur da ondan' demiştim. Ama tabii bu da yanlış olabilir. Çünkü biyolojik bakışla kadının mı erkeğin mi daha çok yazdığının önemi yok. Hangi bakışla, hangi dille yazdığımız önemli. Kullandığımız yani içine doğduğumuz dil eril. Yazma eylemiyse bence dişil. Yazmak kendine ve başkalarına etraflıca bakmak, yaşamı anlamaya çalışmak... Eril dille dişil bir eylemi gerçekleştiriyorsak yeni bir dil bulmak durumundayız. Diyelim ki erillikle sarmalanmış edebiyat dünyamızda her şeye rağmen kadınlar daha fazla. Gerek çevredeki atölye çalışmalarından, gerekse sosyal medyadan gördüğüm kadarıyla edebi niteliği tartışmaya açık olmakla beraber, gerçekten de kadınlar çok yazıyor, çok okuyor gibi. Ama durdukları yeri kabullenmeme, ama dertlerini aktarma, ama kendine varlığını kanıtlama, ama değişme değiştirme isteğiyle... Yazınca kadınlar gerçekten değişiyor çünkü, hayat vermek kadına eş. Peki madem, neden kadınlar çok yazıyor: Sorunun bu kısmına Clarissa P. Estes cevap versin: "Kadınların gözleri yarattıkça parlar, sözleri seker, yüzleri hayatla kıpkırmızı kesilir, saçları bile daima ışıl ışıl görünür." Bunu bilen hangi kadın yaratmaz ki?


Edebiyatta kadının adı var mıdır?
Işıl Bayraktar: Edebiyat kadının özgürlük alanıdır, sınırların, kurumların, düzenin, ataerkinin farklı düzlemlere sıkıştırmaya çalıştığı kadın hiçbir yere sığmadığını, hiçbir yere sıkıştırılamayacağını edebiyatla anlatır, adını yaratır, var kılar. Görmezden gelinen, yok sayılan kadın yazarak sesini varlığa dönüştürür. Cinselliği anlatır, tacizi anlatır, ensesti anlatır, ailenin, kadın-erkek ilişkilerinin ikiyüzlülüğünü anlatır, eş cinsel aşkı anlatır, edebiyatta kadın binlerce yıldır onu susturmaya çalışan düzene karşı kalemiyle savaşır. Edebiyatta kadının adı vardır, hem de gümbür gümbür vardır. (Öyle olmasa bizler de bugüñ ortak ne söylerizi konuşmak için burada olmazdık değïl mi? :) Toplumun her alanında var olan ve edebiyatta da karşımıza çıkan erkek egemenliğine karşı kadının yaratıcılığı, inatçılığı ve erkeklerden çok daha fazla söyleyecek sözü olması onun adını var eder. Neyin nasıl engellenebileceğini/neye nasıl karşı durulabileceğini gören kadın yazar, kadın olma bilincini yalnızca yazma eylemiyle değil, edebiyata bakış ve dili kullanış biçimiyle de yazınına yansıtır (ki bu da yaşamdaki duruşundan ileri gelir). Tabii ki suya sabuna dokunmayan bir kadın edebiyatından söz etmiyorum, neyi neden söylediğini bilen bir var olma durumundan söz ediyorum. Yazarak duruşunu belli eden kadın yazarların sayısı ve nitelikli eserleri arttıkça edebiyatta kadının adı daha da güçlenecektir. Umarım bizler de hem bu sürecin öznesi, hem de kadın seslerinin çoğalışının en birincil tanığı ve destekçisi olmaya devam ederiz.

Yazar kadınlar, erkek egemen kültürün dayattığı ataerkil dil, söylem ve bakış açılarının kırılması konusunda nasıl bir çaba içindeler sizce?

Yasemin Yazıcı: Sanıyorum, yetmişli yılların sonunda yazan kadınlar çoğaldıkça, erkek(!) yazarlar tarafından edebiyat ortamında ‘kadın duyarlılığı’ diye bir yakıştırma ortaya atıldı. Seksenli yıllarda da edebiyat soruşturmalarında sık sık yer alırdı. Seksenli yılların sonuna kadar, eril dil her yerde o kadar olağandı ki, yeni bir farkındalık oluşması için, yazan kadınların kendilerinin ortaklaşa bir iç sorgulamasından geçmeleri gerekti. Akademik feminist metin çözümlemeleri çoğalıp birbirine eklendikçe, kadınlar için olduğu kadar kimi erkekler için de yeni bir aydınlanma dönemi başlamış oldu. Yazar kadın edebiyatı, bu arızalı ortamda yazarak ayakta kalmaya çalıştı. Bu yüzden kendi dilini fark etmesi, hele bizim gibi tutucu bir ülkede, iki binli yılları buldu. Eril dilin ortamından çekilip, kendi alanına sahip çıkan yazar genç kadınlar, özellikle edebiyat ve kadın ilişkisi üzerinden önceki yapıtları çözümlemelere girişti. Bu, hepimizi yazının ilk kadınlarına dek götürdü, yapıtları keşfedildi, okundu, incelendi... Onların hayatları üzerinden edebiyatımız yeniden biçimlenmekte… Öte yandan hep savunageldiğim gibi, bence yazar, yapıtında çok cinsli durmalı ki, temasında oluşturduğu kurmaca kahramanlarına iç’ten yaklaşabilsin. Eril iktidar diline benzer baskın bir dişil dil yaratılmasın. Kısırdöngüye yakalanıp karşı olduğumuza benzememek gerekir; gelişim için. Sonuçta yazılan her yapıt, yazarın aynasıdır. Yazarın ruhsal aurasında oluşur… Ben özellikle edebiyata gönül veren genç yazarlardan çok umutluyum. Arayışlarında daha berrak bir ortam var. Bizim kuşak için biraz daha bulanıktı sular… Kadın duyarlılığından kadın yazara, kadın yazardan yazar kadına yol almak, edebiyatımız için zorlu ama iyi bir varıştır.

Kadınlar hangi koşullarda yazıyorlar erkeklerden farklı olarak?
Tuğba Gürbüz:
Kadın ya da erkek fark etmiyor, düzenli şekilde yazmanın ve üretmenin yolu, her gün rahatsız edilmeden okumak, yazmak, notlar almak için kendine ait bir alan yaratmaktan ve bunu her ne pahasına olursa olsun korumaktan geçiyor. Kadınlar için bu alanı yaratmak ve korumak daha fazla emek ve özveri istiyor. Bu alanı yaratmak, korumak ve yazmaya başlamak da yetmiyor. Kadınlar olarak hikâyelerimizi yazarken dil ve üslup arayışının yanı sıra toplumsal cinsiyet rolleriyle, öğrenilmiş çaresizliklerle, klişelerle mücadele etmeye, onları yeniden üretmemeye de özen göstermemiz gerekiyor.

Edebiyatçılar arasında kadın dayanışmasını, kadın arkadaşlığını sorsak…

Hanife Altun: Kadın dayanışmasının her alanda fazlaca öne çıktığı, parlatıldığı bir dönem yaşıyoruz. Bu da meseleyi bağlamından koparıp, amacından saptırıyor çoğu kere. Kaş yaparken göz çıkartmak gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Bir mesele popüler hale geldiğinde faydaya yönelik çabayı yaralıyor. Fiyakalı etiketler altında durup poz vermek, bu şekilde görünür olmak arzusuyla, iyi niyetli ve idealist mücadele sapla saman misali oluyor. Daha derin, daha temelli, daha inatçı ve topyekûn bir dayanışma kadın sorununa sahici bir katkı sağlayabilir kanımca. Edebiyatçılar arasında kadın dayanışması (dolayısıyla kadın edebiyatçı dayanışması) diye daha spesifik bir başlık altında bu dayanışmadan söz etmek gerekirse, çoğu kere sahicilik sıkıntısı patlak veriyor. Hâlihazırda konuyu camia bağlamında ele aldığımızda da hayli oynak bir zemin söz konusuyken, meseleye bir de kadını dâhil ettiğimizde işler daha da zorlaşıyor. Kadın dediğimizde onun sezgisel derinliği, duyuşu gibi etmenler de işin içine giriyor. Bu da yaraları, zaafları görme yetisindeki ustalığa denk geliyor. Kadının, kadını bildiği kadar erkek, erkeği bilemez. Bu bilgi kimin/kimlerin eline geçtiğine bağlı olarak iyi ya da tehlikeli olabiliyor. Kadın yazarlar arasında çok sağlam, çok güçlü dostluklar, yol arkadaşlıkları elbette var. Fakat bu dayanışama ve dostluklar, kaideyi bozmakta etkisiz kalan istisnalardan öteye geçemiyor çoğu kere. Deneyimlerim sonucu vardığım kanı bu maalesef.

Edebiyat, kadınların hayatında neleri değiştirebilir?
Funda Dörtkaş:
Yakın zamanda hayatını kaybeden Ursula K. Le Guin'in şu cümlesinin bu sorunun derinliğine dokunduğunu söylemek isterim: "Çünkü yaşam bir yanıt değil, bir sorudur, bunun yanıtını sadece siz bulabilirsiniz.” Yaşadıklarımız deneyimlediklerimize dönüştükçe bize birtakım hakikatleri de öğretirler. Bu hakikatler her zaman insani ilişkilerimizin üzerinden yükselmez. Veyahut hayal ile gerçek arasında biçimlenmezler. Hayat usturasını biledikçe bizden bir tavır geliştirmemizi bekler. Bu tavır ki ruhen ve aklen mevcudiyetimizin temsilidir. Edebiyat, yanıtlardan çok soracağımız soruların önemine hayat tavrımızı ekler. Sormayı öğrenmek düş kapısını da açandır. Edebiyat kadınların hayatında mevcut toplumsal sisteme, eril zihniyetin belirleyiciliğine bir ayak direme alanıdır. Yüzleşme ve yeniden inşa etmenin anahtarıdır beri yandan. Var olabilmek adına verilen her türlü mücadelenin hem anlamıdır hem de özgürleşme zeminidir.

Sizlere teşekkür eder, Dünya Öykü Günü’nüzü kutlarız. Ömürlerimizin birer güzel öykü olacak denli kıymet kazanacağı zamanlara dair umutla…

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kendine ait bir oda ve daha başka şe...

Mutfak masasında yazı yazan, başka gezegenden gelen birine bir gazete sayfasından dünyayı anlatan ka...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Yoğun bakım notları

Hastanelerin bekleyiş sürgünleri kadınlar en çok. Hayatın gizli hemşireleri ve gerektiğinde açık bek...

Dayanışma ve öyküyle iyileşen kadınlar

“Öykülerimizi yazıyoruz” diyen eğitim emekçisi kadınların sözleri, bizler için umut oldu. Şiddete uğ...