Kadınların yazıdan dışlanışının tarihi ve gerekçeleri
Neden ‘iyi’ eğitim almış kadınlar ‘iyi’ edebiyat eserleri sunabilmişken, bazı kadınların yazma şansları bile olmadı?

Kadınların yazıdan dışlanışının tarihi, yazı kadar eski. Belki hemen bu noktada Hamurabi’nin vahşet dolu yasalarını irdeleyebiliriz ya da militarizmin en saf hali Gılgamış Destanı’nı. İlk yazılı metinlere dair bilmediğimiz pek çok gizem var. Ama sanıyorum ki hepimizin sezgilerimiz yoluyla emin olduğu bir şey de var; bu metinlerin hiçbiri kadınlar tarafından ya da onların ağızlarından yazılmadılar.

Bu durum binlerce yıl boyunca bu şekilde süregeldi. Hatta şu an yirmi birinci yüzyıl yazınında dahi, kadınların edebiyattaki yerlerinin ne olduğunu, neresinde durduklarını tartışabiliyoruz.

Makalede yanıt aramaya çalışacağım en temel soru şu olacak: Neden ‘iyi’ eğitim almış kadınlar ‘iyi’ edebiyat eserleri sunabilmişken, bazı kadınların yazma şansları bile olmadı?

Okuryazarlık, çok uzun bir dönemden beri neredeyse bütün ulus-devletlerin önemsedikleri bir politikadır. Birleşmiş Milletler tarafından da temel bir hak olarak görülen okuryazarlık, nasıl oluyor da okumayı ve yazmayı öğrenme eylemi ile sınırlandırılabiliyor? Okumayı öğrenmekle okur, yazmayı öğrenmekle de yazar olunmadığını hepimiz biliyoruz.

İşte tam da bu noktada eğitimin ve eğitim kalitesinin edebiyat ile doğrudan ilişik olduğunu görebilmemiz mümkün. Yeterli kaynaklara sahip olmayan bir okulda -örneğin temel edebi eserlerin bulunmadığı bir kütüphane; ya da kütüphanesi dahi olmayan bir okulda- öğrencilerin okuma alışkanlığını kazanmasını beklemek; okuma alışkanlığını kazanamamış bu bireylerin yazmasını, üstelik de ‘iyi’ edebiyat eserleri yaratmasını beklemek, ancak çok steril bir zihne sahip olmakla mümkün olabilir. Tabii bu noktada bütün kız çocuklarının da en temel hakları olan eğitim haklarından hiçbir şekilde mahrum kalmadıkları varsayımında bulunmuş oluyoruz ki, bu da gerçeklikten çok ama çok uzak bir söylem.

Eğitime ilişkin bu sorun yalnızca ilköğrenimle de sınırlı değil, zorunlu eğitim döneminde yapılması gerekenlerin dışında, eksikliğini duyumsatan bir konu daha var. Bugün gerek ülkemizde, gerekse dünyanın diğer ülkelerinde yabancı dillerin ve edebiyatlarının detaylıca çalışıldığı yükseköğrenim programları varken, kadınlığın ortak dilinin ve edebiyatının çalışılabileceği ve dolayısıyla yazılı edebiyata katkı sağlanabileceği Kadın Dili ve Edebiyatı bölümüne duyduğumuz ihtiyaç her geçen gün kendisini hissettirmektedir.


Kadınlığın ortak dili, tıpkı başlı başına bir dil gibi, İngilizce ve hatta Arapça kadar kompleks ve incelenilesi bir dildir. Tanıdığımız bir yazarın yazdığı metni okuduğumuzda, kim tarafından yazıldığını nasıl anlayabiliyorsak ya da bir eserin aslının hangi dilde yazılmış olduğu konusunda bir tahmin yürütebiliyorsak, yine aynı şekilde bir metnin kadın tarafından yazıldığını, metindeki dişiliği, hatta dişil dehayı fark edebiliyoruz.

Peki, kadın yazarsa, erkek okur mu? Yazılanı ‘okumaya değer’ bulur mu? Ya da kadının yaşadığı acılara tanık olur mu? Yoksa bunu arabesk, hatta romantik mi bulur?

Kadınların yazdıklarının küçümsenmesi geleneği, kadının yazmaya başlamasıyla başlıyor ve ne yazık ki bugün bile sona ermiyor. Günümüzde, özellikle popüler kültür ürünleri veren kadın yazarlara karşı bir saldırı var. Hatta çok ilginçtir ki bu saldırı popüler kültür yazarı sayılabilecek erkek yazarlardan bile gelebiliyor.

Kadın meselesinin edebiyat üzerinden tartışılmaya başlanması ikinci dalganın bayrağını taşıyan Simeone De Beauvoir ve kız kardeşlerinin feminist edebiyat eleştirisi üzerine eğilmesiyle başladı, diyebiliriz.
Maggie Humm’un Feminist Edebiyat Eleştirisi adlı eserinde bu kadınlara ayırdığı özel bir bölüm mevcut. Humm, de Beauvoir’ın The Second Sex ve Kate Millet’ın Sexual Politics’inde bu “iki yazarın edebiyatın aile kadar önemli bir ataerkil güç olduğu konusunda ısrar ettiğini” belirtip (syf.61) devam eder; “erkekler kadınların bağımlılığını oluşturabilmek için önce onları mit ya da edebiyatta temsil etmek zorundadırlar.” Beauvoir’ın “edebiyat eleştirisini feminizm için hayati kılan da budur” (syf. 68) ve ayrıca Humm “feminist edebiyat eleştirisinin geleneksel edebiyatın erkek duygu ve korkularını temsil ettiğini vurguladığın”ı söyler (syf. 63).

Feminist edebiyat eleştirisinin varolması ile birlikte, ataerkiye ilişkin pek çok saptama yapılabilmesi imkânı oluşmuştur. Mitlerden masallara, politik ideolojilerden psikanalize ve hatta teolojiden bilim kitaplarına kadar, pek çok eser yeniden okuma tekniği ile tek tek incelenmiş ve her biri kendi alanında büyük öneme sahip olan bu eserlerin aslında nasıl da cinsiyetçi bir söyleme sahip oldukları da bu sayede ortaya çıkabilmiştir.
Humm’un adı geçen önemli eserinde özel bir bölüm ayırdığı bir başka konu da Fransız Feminist Eleştirisi üzerinedir. Fakat ben bu konuda daha çok üç melek Kristeva, Irigaray, Cixous üzerinden ilerlemeyi tercih ediyorum.

Humm’un belirttiği üzere, ataerkil konuşmanın yapısını bozmayı amaçlayan bu üç eleştirmen, dil sistemlerinin aranıp bulunabilen ve bölünüp parçalarına ayrılabilen iç çelişkiler üzerine kurulu güç sistemleri olduklarına inandıkları için yapısökümcüdürler. Üçü de dilin erkeklerin dünyayı kendilerine mal ettikleri merkezi mekanizma olduğu konusunda anlaşırlar. (1)

Bu üç feminist edebiyat eleştirmeninin ‘écriture féminine’ tekniğini benimsemiş olmalarının dışında, kanımca bir ortak noktaları daha vardır. Fransız dilinde eserler veren bu üç kadın da ‘safkan’ Fransız değillerdir. Frankofon olmalarına karşın, Fransızca’nın içine doğmamışlar, bir dili sonradan öğrenmenin yarattığı fırsatları değerlendirebilmişlerdir.

Fransızcayı sonradan öğrenen her öğrencinin kafasını kurcalayan belli başlı meseleler vardır. Bir erkek iki kadından oluşan üç kişilik bir topluluk neden erkeğin zamiriyle temsil edilir? Kitap ve gazete neden erilken, hayvanlar dişildir?

Bu sorular en çok bu tür bir yapıya sahip bir dili sonradan öğrenen bireylerin kafasını karıştırır. Hatta üç melek örneğinde gördüğümüz üzere, yer yer dadaizmi kullanarak, dili yap boza çevirebilirler.


Burada kadın edebiyatını incelerken, yalnızca metinler üzerinden hareket etmekle kendimizi sınırlamamamız gerektiği sonucuna varabiliriz. Bir metin cümlelerden, cümleler de kelimelerden meydana geliyorsa kadın edebiyatını çalışma gayesinde olan bizler, kelimelerin yapısıyla da ilgilenmek zorundayız. Aksi halde “anadil” denen şeyin aslında hiç de anneye ait bir dil olmadığını ispatlamamız mümkün olmayacaktır.

Sonuç için düşünebileceklerimiz arasında, yeni bir dil ve hatta fallusu andıran tüm harflerden arındırılmış bir alfabe oluşturmak bile gündeme getirilebilir.

Belki Joyce’un Ulyses’ında sözünü ettiği Babil Kulesi mitini bile hatırlatabiliriz; en tepesinde tanrının yer aldığı bu kule inşa edilirken son derece eşitlikçi bir dağılım söz konusu. Fakat son tuğlanın konulmasıyla birlikte, herkes kendini yaratıcı olarak görmeye başlıyor. Tanrıyı kızdıran bu durum, kulenin yıkılması ile sonuçlanıyor. Kulenin yıkılması, ortak dilin yok olmasını, aynı dilin konuşulamaması da günümüzde eksikliğini çokça duyduğumuz birbirimizi anlayamama halini yaratarak, bitmek bilmez savaşlara ortam hazırlıyor.

Tarihin hangi döneminde olursa olsun, birbirimizi anlayamamaktan kaynaklanan bu sorun, kadın ile erkek arasında her zaman vardı. Herkesin birden fazla dil konuştuğu yirmi birinci yüz yıl ortamında dahi, aynı dili konuşan kadın ile erkek arasında süregelen çatışmanın kaynağının da bu dil sorunu olduğunu inkâr edemeyiz.

Yazarları, yazdıkları eserlerden ayrıştırarak, onları eğitim düzeyleri ve sosyal statüleriyle değerlendirmeye çalışmaktaki amacımı, sonuç kısmında tekrar açıklamam gerekebilir. Makalemin yazılış amacı, bazı kadınların yazma şansı bulup da iyi edebiyat eserleri sunabilmişken, bazılarının ise yazma şansı bile edinememiş olmasını sorgulamaktı. Yazarın edebiyattaki başarısı ile eğitim düzeyinin ve soysal statüsünün doğrudan bağlı olduğu örneklere de başarının ikisiyle de alakalı olmadığını örnekleyen istisnalara da yer vermeye çalıştım. Fakat gerekçesi ne olursa olsun, orada bir yerlerde yazamayan kadınlar hâlâ var. Dolayısı ile kamuya kendi yaşam pratiğini aktaramayan kadınlar var. İster temel eğitim hakkı üzerinden, isterse yeni bir alfabe ile yeni bir dil oluşturmak amacındaki ütopyalar üzerinden, sorunun bir şekilde çözüme ulaşması ve yazamayan kadının edebiyata bir an evvel dâhil olması muhakkak ki şarttır.

Kaynak: Evrensel Kültür
1- Maggie Humm, Feminist Edebiyat Eleştirisi; Say Yayınları, Yayına Hazırlayan: Gönül Bakay Istanbul 2002; Syf. 61-87.

İlgili haberler
GÜNÜN LAFI: Simone de Beauvoir'den

Kadının varlığını her daim savunan ve kadını görünür kılmaya çalışan Simone de Beauvoir'un günümüze...

Dayanışma ve öyküyle iyileşen kadınlar

“Öykülerimizi yazıyoruz” diyen eğitim emekçisi kadınların sözleri, bizler için umut oldu. Şiddete uğ...

‘Yazınca kadınlar değişiyor çünkü, hayat vermek ka...

14 Şubat sadece sevgililer için değil, edebiyatseverler, özellikle de öykü tutkunları için özel bir...