Koronanın kaldırdığı örtüler
Sağlıksız koşullara terk edilen emek gücünün ayakta kalma sorunu ortadayken yalnızca sermayenin ihtiyacını gözeten paketler kadim burjuva kaygıların bile kalmadığını gösteren emarelerdir.

Hükümet her zamanki gibi ajandasını oluştururken sınıfsal koordinatlarına uygun hareket etti. Sermayenin çıkarlarından asla taviz vermeden, her koşul altında çalışmaya gönderdiği kitlelerin canı üzerinden bu salgın günlerinden “ekonomik büyümeyle” çıkmayı umduğunu alenen söyledi Erdoğan 19 maddelik paketiyle.

İşçiler her sabah toplu ulaşım araçlarına binip, kaygılı bir şekilde işe gidip, kimi zaman göstermelik önlemlerin bile alınmadığı koşullarda çalışıp, akşam eve işyerinin ve iş yolunun tüm sıkıntılarını taşıyarak varırken, “krizi fırsata çevirmekten” bahsedildiğinde bunun onların ve ailelerinin canları pahasına yaratılacak bir fırsat olduğunu daha açık görür hale geldiler.

Çorlu’da plastik fabrikasından bir işçi “İlaçlama olacak dediler, hem önlem alınıyor hem de biraz dinleniriz diye düşündük. İlaçlama başladı ama üretim durmadı. Fenalaşınca kendimizi dışarı attık, az kalsın sinek gibi ölüyorduk” diye anlatıyor işyeri “önlemlerini.”

“Aslında çok korkuyorum. Ama fabrikalarda çalışmanın durmasını istemiyorum. Çünkü bir sürü ödememiz var. Faturalar var. Nasıl yaparız, nasıl öderiz? Ücretli izin vereceklerini sanmıyorum” diyen Fidan, yapılması gerekeni apaçık seriyor ortaya: “Devlet ve patronlar bizi hiç düşünmüyor. Gerçekten bizi düşünen devlet olsa hem çalışanların izne çıkmasını sağlar, hem de bu süreçte kira, fatura, yemek, sağlık gibi hizmetleri vatandaşa ücretsiz sağlar…”

Koronavirüsle mücadele sermaye için “halk sağlığı” dışında aynı zamanda “emek gücünün biyolojik yeniden üretimi” sorunu da... Tüm dünyada pandemi ilan edilirken sermayenin işçinin tümüyle “içgüdüsüne” bıraktığı korunma önlemleri, neoliberal dönemde toplumsal yeniden üretimin hayati unsurlarının (sağlık alanı mesela…) tümüyle piyasalaştırılmasının nasıl da hayati sorunlara yol açtığını ortaya seriyor. Kapitalizmin bir çelişkiler yumağı olduğunu, hep söylenegeldiği gibi “rasyonel”, “akılcı” değil, irrasyonel bir sistem olduğunu da. Tümüyle sağlıksız koşullara terk edilen emek gücünün nasıl ayakta kalacağı sorunu ortadayken, yalnızca sermayenin ihtiyaçlarını gözeten “önlem paketleri”, artık sermayenin ortak çıkarını genel çıkar gibi sunmak gibi kadim burjuva kaygıların bile kalmadığını gösteren emareler.

Salgın, keskin sınıf ayrımlarını ortaya sererken aynı zamanda sahte sınıfsal ayrımların örtüsünü de kaldırdı. Home-office çalışma “lüksüne” sahip olan beyaz yakalıya, ne kadar önlem alırsa alsın, her gün büyük bir salgının parçası olmak üzere evden çıkıp işe gidenlerin, kapısına gelen kargocunun, postacının, sucunun, marketteki kasiyerin, AVM çalışanının, düşük ücretli çalışan ve herhangi bir iş güvencesi olmadığı için işe gitmek zorunda olan işçinin makaslanan tüm haklarının esasen “toplumsal” bir sorun olduğunu da gösterdi. “Evde kal” çağrısına uyamayacak milyonlar, evde kalanların da yaşamının tehlikeye girdiği bir toplumsallığın parçası.

Tüm dünyada sağlık teknolojileri son hızla gelişse de, eşgüdümlü bir biçimde kapitalizmin yığınsal meta üretimi, neoliberal devlet biçimi sağlık hizmetlerine erişimi de kısıtlıyor. Bir yanda solunum cihazına bağlanacak bir vanayı evde 3D yazıcıda üretme bilgisine ve olanağına sahip olsan da o cihazın patentine sahip olan şirketin buna izin vermeyişinin, bir yanda da sağlığın piyasa üzerinden örgütlenmesi nedeniyle kâr getirmeyen ama halk sağlığını yakından ilgilendiren alanların tamamen terk edilmesinin iç içe geçtiği bir süreç bu.

Koronavirüs ya da herhangi bir başka felaketle kimsenin eşitlenmediği, aksine eşitsizliğin belirginleştiği bu süreçlerde “Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve insanlar kendi gerçek yaşam koşulları, diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor…”

Tüm bu felaket dönemlerinde egemenler aynı zamanda toplumu “yanlış” krizlere yönlendirip, tamamen işe yaramayacak çözümlere inandırırken, geniş halk kesimlerinin bu düzenin varoluşuna içkin krizlerini aşmak noktasında araçlara sahip olmadığı koşullarda “otoriterlik” güç kazanabiliyor, otoriter tedbirleri normal görmek yaygınlaşabiliyor. (Bu tartışma için Evren Balta’nın “Covid 19 Demokratik bir Virüs mü?” yazısını tavsiye ederim) Sokağa çıkma yasağından medet umma, olağanüstü halin olağanlaşması, savaş uçakları ile moral aşılama çabaları, salgınla mücadeleyi “askeri savaş taktiklerinin bir unsuru” gibi göstermek vs… Bunlar halk sağlığı ile ilgiliymiş gibi gösterilse de aslında sermaye devletinin müdahale “kapasitesini” ve araçlarını göze sokan pratikler. İlk bakışta bu biyolojik tehdit karşısında elimiz kolumuz bağlı, hakkımızda alınan her türlü karara çaresiz uymak zorundaymışız gibi hissettiren bu ortam, aslında bir avuç yönetici tarafından kendi bekalarını sağlama almak için halkın “muhataplığının” da devre dışı bırakılmasıyla iç içe yaratılıyor. Sendikalar, meslek örgütleri, uzman birlikleri yok sayılıyor.

Bu salgın ve düzenin özüne içkin başka başka felaketler, karşı karşıya olduğumuz risklerin esas kaynağını da mücadele zeminini de kendiliğinden ortaya koymuyor, koymayacak elbette. O olanağı kendimiz yaratmak zorundayız.

İlgili haberler
Marketlerde risk altındayız, önlem yok

Markette çalışan üniversite öğrencisi bir okurumuz anlatıyor: Marketlerin aşırı yoğunluğundan dolayı...

İşten atılmak değil, iş güvencesi ve ücretli izin...

Boyner’de kasiyer olarak çalışan bir kadın işçi: Biz bugün evdeyiz, ama her güne kaygıyla uyanacağız...

Anaokulunda koronavirüs fırsatçılığı: Öğretmenleri...

Tuzla’da bulunan bir özel bir anaokulunda koronavirüs dolayısıyla okulların tatil edilmesinin ardınd...