KESK Kadın Emeği Çalıştayının ardından
Kadın işçiler, ‘eşit ücret’ talebinin öncüleri olmuşlar, olmaya devam ediyorlar. Bu talep ırk, ulus, kast vb ayrımlarla ezilenleri, esnek, güvencesiz çalışanları da kapsayan kurtuluş yolunu sunuyor.

Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) geçtiğimiz 9-10 Kasımda “Kadın Emeği ve İstihdamı” başlığıyla 2 günlük bir çalıştay düzenledi. İlk günün sabah oturumunda Doç. Dr. Aynur Özuğurlu, “Geçmişten bugüne kadın istihdam politikaları ve mevcut durum”, Dünya Çalışma Örgütü Türkiye Ofisinden Ebru Özberk Anlı “Kadın istihdamına, iş güvencesine ve sosyal haklara dair uluslararası normlar”, Prof. Dr. Nilay Etiler “Kadın emeği ve istihdamındaki dönüşümün kamudaki biçimleri” başlıklarıyla birbirinden değerli sunumlar yaptılar.

Benim de konuşmacı olduğum ikinci oturumdaysa Zuhal Zehra Bilir “Toplumsal cinsiyet istihdam ilişkisi” başlığında, sosyal politika ve istihdam programlarının içerikleriyle birlikte ulusal ve uluslararası birçok rapordan derlediği verileri anlamlı bir bütün olarak sundu. Sendikal mücadelede yer almış çoğu kadının tanıdığı, yıllarca sendikalarda kadın emekçilerin özel soru ve taleplerinin yer bulması için özel emek vermiş, sendikaların süreli kadın yayınları çıkarmasına öncülük etmiş olan Necla Akgökçe “Ekonomik krizlerin kadın emeğine ve istihdamına yansımaları” başlığı altında yaptığı sunumda “Krizler nötr kavramlar değildir,” diyerek krizin cinsiyeti olduğu temel önermesiyle ekonomik krizlere toplumsal cinsiyet perspektifinden bakmak gerektiğini ifade ederek, feminist araştırmacıların 1990’lardaki Meksika ve Güney Asya krizlerinin kadınlar üzerindeki etkilerine ilişkin yaptığı araştırmalardan sonuçları paylaştı. Patriyarkanın kadının ev içi emeğini, kapitalizmin kadının ücretli emeğini sömüren iki ayrı sistem olduğuna, dolayısıyla ayrı iki mücadeleyi gerektirdiğine dair bilindik ikili sistem teorisine dayanan feminist bakış açısıyla mevcut ekonomik durumu bu iki sistemin arasındaki bağın güçlenmesi olarak okudu, kadın bankaları ve kadın sendikaları kurulması önerisinde bulundu.

“Kadın emekçilerin örgütlenme, mücadele ve dayanışma deneyimleri” başlığında yaptığım sunumun çerçevesini ve özünü burada anlatmaya çalışacağım. İster istemez diğer arkadaşlarınkinden daha uzun yer vermiş olacağım. Bunun iki sebebi var; birincisi, çalıştayda büyük bir tartışmaya yol açan kendi sunumuma, doğal olarak, daha hakim olmam. İkincisi de, farklı görüşlerde olduğumuz arkadaşlarımın söylediklerine dair detaya girersem ola ki yanlış bir şey aktarma ihtimalim olur, zinhar istemem.

BAŞLARKEN: TÜRKİYE’NİN ÖZGÜNLÜKLERİ
Emekçi kadınların uluslararası ölçekte mücadele deneyimlerinden bir şeyler öğrenmek oldukça önemli. Ancak öğrenmenin sağlıklı olabilmesi, karşılaştırmanın bilimsel olabilmesi için, neyin neyle karşılaştırılabilir veya karşılaştırılamaz olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Yani Türkiye ile diğer ülkeleri karşılaştırırken ülkenin özgünlüklerini hesaba katmak gerekiyor. Örneğin, Türkiye tarihsel olarak ne tam sömürge ne de sömürgeci bir ülke; gelişkin bir kapitalist ülke olan İngiltere’deki deneyimlerin bize söylediği ile uzun yıllar sömürge olmuş Hindistan’ın söylediği arasındaki farkı akılda tutarak karşılaştırmak gerek yani. Ayrıca geç kapitalistleşmiş, dolayısıyla hızlı sanayileşmiş bir ülke. Marmara, Ege, Orta Anadolu’daki birkaç merkezi saymazsak manüfaktürden fabrikaya geçişin son 30-40 yılın neoliberal politikalarıyla gerçekleştiği geniş bir coğrafi alanı var. Bunu hızlı küçülen tarım, hızlı büyüyen hizmetler sektörü ve görece orta hızla büyüyen bir sanayi istihdamıyla birlikte düşünmek lazım. “Tarım dışına itilen kadınların sayısı milyonlarla ifade edilirken, sanayide istihdama giren kadınların sayısı ancak on binlerle ifade edilebilir durumda.”(1) Türkiye neoliberalizme geçişi askeri darbeyle gerçekleşmiş bir ülke. Bu bize benzer süreçler yaşamış Latin Amerika ülkeleriyle sonuçları bakımından karşılaştırma olanağı sunuyor mesela. Ayrıca ne yazık ki kuruluşundan itibaren çözülmemiş ulusal sorunla boğuşan bir ülkeyiz. Kürt sorunu, başta Ermeni soykırımı olmak üzere tarihteki diğer kırımların uzun erimli sonuçlarıyla birlikte, Türkiye burjuvazisinin oluşum tarihinin kurucu sorunlarından biri olmaya devam ediyor, işçi sınıfı ve emekçiler arasındaki ön yargı hatlarından en önemlisini oluşturuyor.

Bu özgünlüklerin toplamı, yeni emek süreci örgütlenmeleri, emek denetimi modelleri, sosyal politika ve diğer birçok şey gelişkin kapitalist ülkelerde, onların sermaye ihraç ederek sömürdüğü ülkelerde denenerek Türkiye’de uygulandığı bir zemini de sunuyor. Örneğin, kamu emekçilerinin en çok muzdarip olduğu konulardan biri olan performans yönetimi uygulamalarını ele alalım. 1990’lı yıllar bizzat kapitalistlerin ve devletlerin «işyerinde performans yönetiminin bilançosunu (kâr-zarar hesabını) yapan araştırmalara sahne olmuştu. Uluslararası ve ulusal burjuvazi bu deneyimle Türkiye’deki uygulamalarını devreye sokuyor. Yarı zamanlı çalışma, sağlıkta bölge/şehir hastaneleri deneyimi, polis yetkilerinin ve terör kapsamının genişletilerek emekçilerin eylemlerinin kriminalize edildiği zora dayalı müdahale pratikleri için de benzer örnekler verilebilir. Uluslararası deneyimlerle bu durum gözetilerek yapılacak karşılaştırmalar sağlıklı olabilir, kısacası demek istediğim bu.

ULUSLARARASI MÜCADELE DENEYİMLERİ
Son birkaç yıldır yerkürenin neredeyse her yerinde işçi ve kamu emekçisi kadınların irili ufaklı grev ve eylemlerine tanıklık ediyoruz. Talep ve sorunların artık daha can yakıcı hale bürünen biçimleriyle ifade edildiği eylemler bunlar. Örneğin, tüm zamanların en büyük sorunu şiddet ve taciz sorununun “işyerinde taciz”, ücret artışı talebinin “eşit işe eşit ücret” talebi olarak, tam iş ve istihdam güvencesinin kadroya geçiş şeklinde talep edildiği bir talepler bütünü, sağcılaşan hükümetlere veya siyasi partilere karşı demokratikleşme mücadelesiyle birlikte ele alınıyor en ileri örneklerde. 

Bu durumu büyük bir göç ve göçmen emeği dalgasıyla birlikte düşünmekte fayda var. Neoliberal dönüşümün bir parçası olarak üretim süreçlerinin sanayisi gelişkin, işçi sınıfının örgütlü olduğu kuzeyden güneye ve batıdan doğuya doğru parçalanarak, esnekleştirilerek ve güvencesizleştirilerek kaydırıldığı düşünüldüğünde bunun tam tersi yönde, yani güneyden kuzeye, doğudan batıya milyonlarla ifade edilen bir göç dalgası bu. Aynı zamanda bu neoliberal politikaları uygulamak üzere otoriterleşen hükümetlerinden kaçıyor insanlar. Asya ve Afrika ülkelerinden Avrupa’ya gitmeye çalışanları transit ülke Türkiye’de görüyoruz zaten. Güney ve Orta Amerika’dan ABD sınırlarına dayanan göçmenlere de onlara karşı sınıra binlerce asker yığan Trump’a da dünyacak tanıklık ediyoruz.

Bu göç güzergahı bize aynı zamanda emekçilerin grev ve eylemlerini izleme güzergahı da sunuyor, kanımca. Bu yüzden, KESK çalıştayında yaptığım sunumun insanlığın tüm hikayesinin başladığı Afrika’yla başlayıp, kapitalizmin doğduğu yerde, Avrupa’da bitirdiğimiz bir emek yolculuğu olarak da düşünülmesini isterim.

Tarihinin büyük oranda sömürgecilik ve kölelikle yazıldığı, 20. yüzyılın ikinci yarısında dahi “apartheid” gibi ırkçılığa dayalı rejimlere, iç savaşlara sahne olmuş Afrika kıtasında neredeyse tüm kadınların ortak dertlerinden biri cihadist örgütlenmeler. Nijerya’daki Boko Haram’ın kız çocuklarına ve kadınlara yaşattığı vahşet(2) henüz hafızalardan silinmemişken, IŞİD’e en çok katılımın olduğu ülkelerden biri olan Tunus’taki kadınların kadına yönelik her türlü şiddeti suç sayan bir yasal kazanım elde etmesi, dini-ideolojik radikalleşmeyle kadına yönelik şiddet arasındaki bağa, laiklik mücadelesi ile şiddete karşı mücadelenin iç içeliğine de dikkat çekiyor. Tarımdaysa kendiliğinden, örgütsüz, bir anda patlak veren ve sönen iş “vahşi” grevler gerçekleşiyor. Kenya’daki gül çiftliklerinde ücretle birlikte kullandıkları sentetik kimyasallara karşı korunma talep eden kadınların eylemleri gibi. Güney Afrika’nın üzüm çiftliklerinde mücadele bir tuvalet talebiyle başlayan mücadele, -çünkü tuvalet demek ihtiyacını gidermek için tarım arazisinin ücra köşelerinde gitmek zorunda kalmamak, dolayısıyla tecavüze karşı korunma demekti- kolektifleşme tipi örgütlenmelerden sendikalaşmaya doğru meyleder durumda.(3)  Kamuda ise Kenya’daki sağlık emekçisi, hemşire kadınlar hükümetin tüm provokasyonlarına ve fiziki saldırılarına, medyanın “grev yüzünden insanlar ölüyor” kışkırtmalarına rağmen ücret talebiyle ve sağlık emekçilerine yönelik şiddete karşı aylar süren grevler örgütlediler. Doğu Kape’de acil müdahale ekipleri ödenmeyen mesai ücretleri için ve kesintilere karşı, işverenle görüşmelerinde bir türlü sonuç alamayan 4 ayrı sendikada örgütlü olmalarına rağmen ortak eyleme geçtiler, hem işvereni hem de sendikaları fiili olarak tabandan zorluyorlar.

Yine sömürge tarihi olan, kast gibi sınıf-dışı değişkenlerin de etkin rol oynadığı, Hindistan, Bangladeş, Myanmar (Burma), Tayland, Kamboçya gibi Zara, H&M, Tommy Hilfiger gibi büyük firmalara üretim yapan Asya ülkelerinde evlerden fabrikalara uzanan üretim bandı boyunca zora dayalı çalıştırma ve borç karşılığı çalıştırma gibi kölelik koşullarına rastlamak mümkün. İşçilerin çocuklarının rehin alınarak üretimin devamlılığının sağlanması, genç kızların evlenecekleri erkeğin ailesine verilecek çeyiz parasını biriktirmeleri için 3-4 yıl boyunca karşılıksız çalıştırılması, işyerinde bir yere hapsetme cezaları emek denetiminin en uç örneklerinden. Buna karşılık kadın işçilerin direnişleri genel olarak ücretle ve iş güvencesiyle alakalı, son derece spontan ve kendiliğinden, plansız ve örgütsüz, dolayısıyla patron karşısında pazarlık gücünden yoksun olsa da yakın zamanda Myanmar’da 1400 işçinin çalıştığı Çinli bir konfeksiyon fabrikasında 300 kadının sendikalaşma mücadelesinin kazanımla sonuçlanması umut verici. Hindistan’da aylarca stajyerlik sömürüsüne karşı direnen sağlık emekçilerinin ücret artışı grevleri, kırsaldaki bölgelere kamu hizmeti götüren, çocuk açlığıyla savaşmak amaçlı kurulan anganwadilerde bakım emekçisi kadınların eyaletlere yayılan grev ve mitingleri kamudaki emekçi kadın hareketinin aktif damarını oluşturuyor. Asya bize “her koşulda örgütlenmenin mümkün olduğu”nu söyleyen bir deneyim sunuyor.

Latin Amerika ülkelerinin gündeminden düşmeyen şiddete karşı mücadelenin detaylarına girmeyeceğim, Ekmek ve Gül bu konuda zengin bir deneyimi yansıtıyor zaten. Ancak buradaki emek mücadelesinin, son Brezilya seçimlerinde seçilen Bolsonaro gibi aşırı sağcı-gerici faşist hükümet ve yönetimlerle birlikte düşünülmesi gerektiği aşikar. Nitekim Bolsonaro’nun “ülkücü” gençliğinin ilk fiziki saldırılarının yöneldiği topraksız köylü hareketi MST’den kadınlarının 69 kişiye taciz skandalıyla gündeme gelen bir çiftlik sahibine karşı yürüttüğü mücadeleyi de tarım reformu mücadelesinin şiddete karşı mücade ile birleşmesinin güzel bir örneği olarak cebimize koyalım.Arjantin’de özellikle elektronik sektöründe cep telefonu, klima gibi ürünlerin parçalarının ve montajlarının Asya’ya kaydırılmasıyla başlayan işsizleşme örnekleri göze çarpıyor. Kamu emekçilerinin IMF programına karşı mücadelesinde sağlık ve eğitim emekçisi kadınların oynadığı ve oynayacağı rol büyük. Brezilya’da Bolsonaro’nun indoktrinasyona karşı başlattığı “tarihi yeniden yazma hamlesi” kapsamında öğrencilerin öğretmenlerini fişlemesi yasal olarak da teşvik ediliyor, birçok eğitim emekçisi tutuklandı bile. Ne var ki bu coğrafyanın en büyük gündemi ülkelerinde darbeler düzenleyen, köylüleri topraksızlaştıran, işçileri güvencesizleştiren ABD’ye yürüyen göçmen kervanı şüphesiz. Göç yolunda ve sınırda kolluk kuvvetlerinin taciz ve tecavüzüne uğrayan ve buna karşı mücadele başlatan yoksul kadınların haberlerinin çoğalması muhtemel. Mirabal kardeşlerin doğduğu topraklarda yeni kelebekler kanat çırpıyor.

Soğuk savaştan tek kutuplu bir dünya yaratarak çıkan emperyalist ABD’de Trump, kadına yönelik tüm ayrımcılığın, nefret ve şiddetin sembolü uzun zamandır. Obama döneminin icraatları ortadayken, temsilciler meclisinde demokratların çoğunluk sağlamasının yeni vergiler, sosyal kesintiler, uluslararası yaptırımlar ve emekçilerin haklarına yönelik saldırılar bakımından “dengeleyici” olacağını düşünmek için sebep yok. Düşünmeye değer olan ABD’deki iki deneyim üzerinden çıkan iki sonuç. Birincisi dünyanın en büyük üzüm işleme firması Sun-maid’de eylülde 16 gün süren ücret grevi. Beyaz, hispanik ve pencabi işçilerin kendi içlerindeki bu ayrımları ve önyargıları grevle birlikte kırması, grevin sadece ekonomik değil aynı zamanda politik içerikli bir sınıf eylemi olduğunu gösteriyor. İkincisi “işyerinde taciz” bağlamında, Hollywood yıldızlarının başlattığı #MeToo (Ben de!) hareketiyle, onlara hitaben yazdıkları #UsToo (Biz de!) başlıklı bir mektupta(4)  “Muhteşem sahnelerde ya da spot ışıklar altında çalışmıyoruz. İzole edilmiş tarlalarda ve paketleme firmalarında gözden uzak, adeta bir gölge gibi çalışıyoruz,” diyen 700 bin çiftlik işçisi kadının şiddete yönelik mücadelelerinin ortaklaşma oranında, geniş ya da dar, sınıfsal ayrımların oynadığı büyük rol.

Nihayet kapitalizmin doğduğu yerde, Avrupa’da, neredeyse her yerde patlak veren “eşit ücret eylemleri” her şey bir yana, kapitalizmin, toplumsal yaşamı şekillendiren geçmiş üretim biçimlerinden devraldığı ataerkini nasıl da yeniden üretiminin bir parçası haline getirdiğini bir kez daha kanıtlar nitelikte. Kadının ev içinde karşılıksız bırakılan emeğinin alınır satılır bir hizmet kapasitesine dönüştürülerek metalaştığı bakım ve sağlık hizmetleri gibi alanlarda Fransa’da yaşlı bakımevlerinde işten atmalara karşı çıkan kadınların, Yunanistan’da tasarruf tedbirlerinin ilk hedefi haline gelen sağlık emekçisi kadınların grev ve eylemleri, doğası gereği kapitalizmin yeniden üretiminin ataerkil karakterine yönelik bir öfkeyi barındırıyor. İsviçre’de erkeklerden ortalama yüzde 20 (aylık 620 Euro) daha az ücret alan kadınlar, “eşit ücret” ilkesinin yasal güvenceye alınması mücadelesini patronlara eşit ücret raporları sunma yükümlülüğü getirilmesi talebiyle detaylandırıyor. İzlandalı kadınlarsa “eşit ücretin yasallaşması” mücadelesinin geçen yıl kazanımla sonuçlanmasına rağmen eşit ücret grev ve eylemlerine devam ediyor, bize mücadele süreklilik arz etmediği sürece hiçbir hakkın geri alınamaz olmadığını bir kez daha hatırlatıyor. İngiltere’de Greenwich’de yarı zamanlı çalışan Unison sendikasında örgütlü 5 bin eğitim emekçisi kadın, geriye dönük izinlerinden kazandıkları 4 milyon sterlin değerindeki kazanımla bu esnek çalışma türünün ücretli/ücretsiz izin hakkı üzerinden yarattığı muğlaklığı dağıtan bir örnek sunuyor.

Ve İskoçya’da, Unison ve GMB sendikalarında örgütlü Glasgow belediyesi emekçisi 8 bin kadının eşit ücret grevi, kapsamı çok daha geniş ve dönüştürücü bir deneyime işaret ediyor. Herhalde ne yazsam sendika temsilcisi kadınların sözlerinden daha sarih ifade edemem:(5)

GMB Sendikasından Nadine Houghton: “Kadınların yaptığı işler için değerlerinin altında ücret ödeniyor. Bunu değiştirmek için anahtar strateji, kadın işçilerin kendi öz örgütlenmesini yürütmesi ve gerektiğinde grev silahını kullanılmasıdır.”

GMB Glasgow Şube Sekreteri ShonaThomson: “Biz sendikalarımızdan bizi ciddiye almalarını talep eden kadınlardık. Şimdi belediyenin bizi ciddiye almasını istiyoruz.”

GMB Sendikası örgütçüsü Rhea Wolfson: “Bunu düzeltecek tek şey harekete geçmektir. İşte bu yüzden bugün buradayız. Eşit ücret, işverenin bize verdiği bir hediye değil. Bu bizim hakkımız. Kötü işverenlere ve onların altı rakamlı maaşlarına karşı savaşmak için bir ordu gerekiyor, ama bizim de bir ordumuz var. Bu kavga sadece cinsiyetle ilgili değil. Sınıf ile ilgili. İşçi sınıfından kadınlar savaşarak karşılık veriyor.”

Bu sözlerden çıkan bir sonuç; kadın işçilerin, işçi sınıfının mücadele örgütlerindeki erkek egemen yapıları kırdıkları oranda, kendilerine özgü sorunlardan doğan ve bu yüzden öncüsü oldukları talepleri işçi sınıfının ortak talebi haline getirebildikleri. Bu aynı zamanda bir bütün olarak kapitalizme, özel olarak da kapitalizmin ataerkil karakterine karşı yürüttükleri mücadelede onlara bir “ordu” sağlıyor. Nitekim bu ordu mefhumu, Glasgow direnişinde tüm polis şiddeti ve ücret kesintisi tehdidine pirim vermeyerek grev kırıcılığı yapmayı reddeden erkek işçilerin de katıldığı 10 bin kişilik, ülke tarihinin en büyük “eşit ücret” yürüyüşünde ete kemiğe büründü. Dolayısıyla hem tarihsel olarak hem de özünde bir işçi sınıfı talebi olan “eşit ücret” talebini pratikte de bir sınıf talebi haline geldiği bir örnek sundu.

Bu yukarıda özetlemeye çalıştığım mücadele deneyimleriyle de birleştirildiğinde, kapitalizmle ne yapacağımız sorusunun önemini artırıyor. Yapmamız gereken ne: “Kapitalizmi toplumsal cinsiyet eğitimden geçirip, ehlileştirip, iyileştirmek mi? Yıkmak mı? İşte bütün mesele bu!”

PARANTEZ: TAŞLARI TEMİZLEYELİM
Yukarıda özetlediğim sunumu bu cümlelerle bitirdim ve kadın emekçiler adına çok önemli ve verimli bulduğum iki tartışmaya sebep oldu. Birincisi eşit ücret talebinin bir sınıf talebi mi, yoksa bir kadın talebi mi olduğu,ikincisi kapitalizmle ne yapacağımız.

Fakat aslolan bu tartışmaya geçmeden önce, bu verimli tartışmaya giden yolu tıkayan birkaç tartışmaya parantez açmak gerekiyor. Sunumumdan sonra şöyleşi yorum ve “eleştiriler” oldu: “Muhafazakarlığın ve gericiliğin güçlenmesiyle birlikte feminizme saldırılar da güçlendi” denilerek sunumum buna bir örnek olarak gösterildi. 5 yıl önce Glasgow’da bulunmuş bir arkadaşımız “Meselenin hiç de [benim yansıttığım gibi] öyle olmadığını” söyledi. Kapitalizmle ne yapacağımız sorusuyla birlikte feminizmi zan altında bıraktığıma dair bir yorum oldu. Gürültü ve hengame arasında en son şunu not alabildim: “Feminizmi eleştirmek moda oldu.”

Çalıştayda da öncelikle asıl tartışmanın önünü tıkayan bu yorumlara cevap vererek ilerlemeye çalıştım, burada da öyle yapacağım. Öncelikle muhafazakarlık ve gericiliğin güçlenmesi bağlamında kastedilenin ben ve sunumum olduğunu düşünmek istemem. Burayı tartışmaya açarak vakit kaybetmeyelim, derim.

Şimdiye kadar yazdıklarımdan da anlaşılacağı üzere aslında meseleye temelden farklı iki yaklaşım var: Çok kabaca ifade edersek, toplumu ve verili gerçeğini “sınıf” kavramını temel alarak analiz eden bir yaklaşım ile “(toplumsal) cinsiyet”i temel alarak analiz eden bir yaklaşım. Kuramsal düzeyde adını koymak gerekirse, Marksizm ve feminizm. İkisi arasındaki tartışma, karşılıklı birbirini eleştiren, yer yer besleyen ve artık bir tarihi olan bir tartışma. Meselenin külliyatı var! Dolayısıyla feminizmi eleştirmeye dönük yeni bir moda varsa en azından ben bihaberim, ben oldukça “demode” bir tartışmanın bir tarafında duruyorum.

Glasgow’daki verili gerçeğe dair çelişir gibi görünen bilgiler, sunumum üzerinde şüphe bulutları yaratmıştı. Yukarıda yaptığım alıntılar, bu ve diğer konulara ilişkin verdiğim tüm bilgiler, kendi ürettiğim değil, iletişim araçları kanalıyla denetlenebilir bilgiler. Bu bilgilerden farklı yorumlar ve sonuçlar çıkarmak başka bir mesele. Glasgow’daki kadın emekçilerin sendikal mücadelede ısrar ederek ama kendi sınıfdaşlarının zihnindeki ve zikrindeki ataerkil kodlara, pratiklere karşı mücadele de ederek bir dönüşüm yarattığı ortada gibi geliyor bana.

Kapitalizmle ne yapacağımız, aramıza nicel ve/ya nitel nasıl bir mesafe koyacağımıza ilişkin son sözüme gelecek olursak. Çalıştayda da belirtmeye çalıştığım gibi, bu sadece feministler ve Marksist kadınlar arasındaki bir tartışma değil, hiçbir zaman da olmadı. Sol içerisinde de sosyal demokrasi, anarşizm, sosyalizm arasındaki “reform mu, devrim mi” soru etrafında şekillenen bir tartışma var. Kadın mücadelesinin sorusu da bununla tarihsel, kuramsal ve politik bağlantılara sahip. Ayrıca, bu tartışma,yapay olarak dışarıdan üretilmiş bir tartışma değil, feministler arası, feminizm içi bir tartışma. Çalıştayın ilk oturumunda özlü bir sunum yapan Aynur Hocanın (Özuğurlu) derlediği 21. Yüzyıl Feminizmine Doğru kitabında da yer verilen bir tartışma örneğin. Elbette, Marksistler “feminizm şöyle değil de böyle olsun” diyecek değil, zira feminizmi geliştirmek gibi bir amaçları yok, olmaması da çok doğal. Ama bir Marksizmin, Marksist kadınların, bu meseleye, feminizm dışından, birçok farklı toplumsal kesim ve düşünsel akımla birlikte sözünü ortak kurmaya çalıştığımız kadın hareketinin, milyonlarca kadının emeğini sömüren kapitalizme mesafe koymasını tartıştığı oranda dahil olması da çok doğal.

Kaldı ki, 8 Martta, yılın 365 günü kadınların emeğini sömüren Arçelik’in, Koç’un, Sabancı’nın, TÜSİAD’ın feminizmin yıllar içerisinde ürettiği toplumsal cinsiyet terminolojisini kullanmasını patron erkeklere karşı bir zafer olarak okuyan feministler olduğu gibi emek sömürüsünü meşrulaştırmanın bir aracı mı oldu, sorusunu düşünen feministler de olmadı mı? Ya da küresel ölçekte International Women’s Day kampanyasının örgütleyicisinin 140 ülkede 250 bin çalışanı olan denetim ve danışmanlık şirketi Ernest&Young adlı tekelci sermaye grubu olmasıyla, sponsorlarının son 5 yılda verdiği düşük ücretler, çalışma koşulları ve taşeron çalıştırma yüzünden İrlanda, Yunanistan, İspanya ve Gana’da greve gitmek zorunda kalan çağrı merkezi işçilerinin patronu Vodafone olmasıyla, Asya, Latin Amerika ve Avrupa’nın bir kısmında yaklaşık 60 bin emekçinin ucuz iş gücünü sömüren, Amerika’daki merkezlerinde maaşlı veya saat başına çalışan işçilerin geçici işten çıkarmalar ve ücretlerdeki tavizler yüzünden yüzde 93 gibi tarihi bir oranla grev kararı aldığı Caterpillar olmasıyla, nerede savaş ve kriz çıksa orada bir şube açan, sadece halkın sağlığıyla oynamakla kalmayıp üç kuruşa çalıştırdığı göçmenleri, kadınları ve çocukları açlığa mahkum eden McDonald’s olması, bir diğerinin Türkiye’de de faaliyet gösteren, Gebze, İzmir ve Manisa’daki fabrikalarında metal işçilerinin grevsiz ya da direnişsiz zam alamadığı Schneider Electric olmasıyla derdimiz olmayacak mı?(6) Kadın hareketinin bir parçası olan Marksist bir kadın olarak bu durumu eleştirme hakkımı savunmak zorunda kalacağım bir hatta gerilemenin, “ortak platform hukuku”muzun bunca yıldır aldığı yolda geri adım atmak olacağını düşünüyorum.

ASIL MESELE: EŞİT ÜCRET KİMİN TALEBİ?
Çalıştayda çok açık ve net bir şekilde eşit ücret talebinin bir işçi sınıfı talebi olduğunu ifade ettim. “Eşit ücret bir kadın talebidir” şeklinde, dediğime tezat gibi görünen ama esasında “kadın işçiler” gibi çok önemli bir kesişim kümesi olan bir önermeyle birlikte, 3 tartışma zemini ortaya çıkmış görünüyor: tarihsel, ekonomi politik ve ideolojik.

Tarihsel zemin, kapitalizmin sanayileşme sürecinde, büyük oranda topraksızlaştırma yoluyla mülksüzleştirilen kadın kitlelerinin işçileştirildiği, ücretli emek ordusuna katıldığı dönemlere dayanıyor. New York, New England, Lowel Mill, Londra, Lyon grev ve eylemleri… aklıma ilk gelen örnekler. Burada, karşılıklı olarak, “kadın işçi” öznesinde “kadın” kimliğini ya da “işçi” kimliğini cımbızlamak gibi bir indirgemeciliğe düşülmemesi gerektiğini düşünüyorum. Tarihsel olarak, işçi kadınların bu eylemleri örneğin aristokrat, örneğin burjuva ve küçük burjuva kadınlarla birlikte mi ortaya çıkmış, yoksa fabrikalarda, atölyelerde ya da fabrikaya üretim yapan evlerden yürüyen bir sınıf eyleminin bir parçası, unsuru olarak mı ortaya çıkmış? Bilimsel olanın tartışma bu soruyla başlamak olduğunu düşünüyorum.

İkincisi ekonomi politik zemin. Çalıştayda ifade ettiğimden daha detaylı -ama ne yazık ki yine çok kısıtlı bir şekilde- ifade etmeye çalışacağım. Kadın hareketinde ücretli emek bağlamında yoğunluklu tartışma kapitalizmin kadınları proleterleşmesinin kadın emeği, bedeni, istihdamı üzerindeki etkilerine bakmaktır. Bu işi hiç de fena yapmıyoruz, Türkiye’deki feministler ve sosyalistler olarak. Ancak kadının işçileşmesinin kapitalizm üzerindeki nicel ve nitel etkilerini, yani düşük ücretle esnek çalıştırılan kadının “mutlak ve göreli artı değer üretimi”ne sunduğu muazzam katkıyı, bunun kapitalizmin gelişiminde oynadığı rolü daha az tartışıyoruz sanki. Derdimi anlatmak için Kapital’deki işgünü kategorisinden faydalanacağım. Kabaca, emekçinin ücretinin karşılığının 4 saat olduğu, geri kalan 6 saatinde karşılıksız olarak patrona çalıştığı 10 saatlik bir iş gününü ele alalım. Kapitalist daha çok kar etmek için ne yapar? Artı değerin kaynağı olan bu 6 saati 8 saate çıkarır, iş gününü 12 saate uzatır. Buna ek olarak ücretleri de düşürmek ister, bu da ücretin artık 4 saate değil, 2 saate tekabül etmesi anlamına gelir. Yani elimizde emekçinin 2 saat kendine 10 saat kapitaliste çalıştığı 12 saatlik bir iş günü olur. Buna makinelerin gelişmesiyle birlikte, örneğin, 1 makinenin saatte 1 adet ürettiği bir malı artık 10 adet üretmesiyle emek üretkenliğindeki muazzam artışı da eklersek artı değer oranı devasa düzeyde artar. Kamudan örnek verecek olursak, teknolojik bir gelişme olarak bilgisayarın kamu hizmetlerini ne kadar hızlandırdığı ve üretimi artırdığı da düşünebilir. Uzun yıllar çalışanlar, 20 yıl önce hizmet verdikleri vatandaş sayısıyla, evrak sayısıyla bugünkünü kıyaslayabilirler.

Bilindiği gibi kadınlar büyük oranda sanayi devriminin sunduğu makineleşme olanaklarıyla fabrikalara girip işçileşmiş, erkeklerden daha düşük ücretlere daha uzun saatler çalıştırılmıştır. Kısacası emek üretkenliğiyle “mutlak ve göreli artı değer”in üretiminde muazzam bir artış sağlanmıştır. Ek olarak, kadın ve erkek işçiler arasında rekabet yaratılarak kadın erkek tüm işçi sınıfının ücretleri düşürülmüştür. Kapitalizmin, sermayenin yoğunlaşmasında ve tekelci aşamaya geçebilmesinde kadınların işçileşmesinin yarattığı bu artı değer üretiminin rolü büyüktür. Bir başka deyişle, kadının proleterleşmesi kapitalizmde nitel bir değişikliğin yaşanmasına yadsınamayacak bir katkıda bulunmuştur. Bu nedenle “eşit ücret” kapitalizmin karşısında duran işçi sınıfının o iş gününün 8 saate indirilip, ücretlerin de, örneğin, 6 saate tekabül edecek şekilde artırılmasının, yani işçinin 2 ya da 4 saat değil de 6 saat kendine, 6 ya da 10 saat değil de 2 saat kapitaliste çalışmasının, yani artı değer sömürüsünün zayıflatılmasının formüle edildiği, 8 saat iş günü talebiyle birleşmiş bir taleptir.

Kısacası, kapitalizm ataerkini sadece ev içinde, ailede düzenlenen “emek gücünün yeniden üretimi” sürecinin bir unsuru haline getirmez. Kadın ve erkek işçi arasındaki ücrete fark koyup, zamanla ücretlerin en geride, kadın işçilerinin düşük ücret seviyesinde eşitlemenin, yani artı değer oranını artırmanın bir unsuru haline de getirir. Ataerki, fabrikada da çalışır, meta (ve artı değer) üretiminin yeniden üretiminin de bir unsurudur, bu nedenle kapitalizmin özünün bir parçasıdır.

Bu da bizi üçüncü zemine, yani ideolojik zemine taşıyor. Kadın işçiler, doğalında kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olan ataerkil karakterini de hedef aldığı kapitalizme karşı mücadelede “eşit ücret” talebinin öncüleri olmuşlar, olmaya da devam ediyorlar. Bu talep giderek ırk, ulus, kast vb ayrımlarla ezilenleri ya da esnek-güvencesiz-taşeron olarak sömürülenleri de kapsayacak bir kurtuluş yolu sunuyor. Örneğin, Hindistan’daki düşük ve yüksek kastlardan emekçileri birleştirmeyi… Örneğin, Türkiye’de Kürt işçilerle Türk işçileri birleştirmeyi… ve hatta taşeron kadın emekçiyle kadrolu kadın emekçiyi artı değer oranının artırılmasına karşı, kapitalist sömürüye karşı birleştirmeyi vaat ediyor. Bu anlamda “eşit ücret” talebini dile getiren asli ve ana gövde kadınlardır, bu evrensel bir gerçektir. “Eşit ücret talebi bir kadın talebidir” bu bağlamda asla yanlış değildir. Ancak kadın işçiler, tarih sahnesine çıkardığı bu talebi ulusu ya da ırkı nedeniyle ezilen, esnek, kayıt dışı, güvencesiz çalıştırılarak katmerli bir sömürüye maruz kalan cinsiyet gözetmeksizin bütün emekçiler için talep ederler ve etmelidirler. Çünkü ortaya attıkları talep, tarihsel, ekonomi politik ve ideolojik olarak kapitalist sömürüye başkaldırı çağrısını içinde barındırır.Tam da bu yüzden, kadın işçilerin formüle ederek öncülük ettiği “eşit ücret” talebi ve mücadelesi, kapitalizmi yıkma iddiasını içerisinde barındıran en ileri ve yüksek aşamasında/biçiminde bir sınıf talebidir!

Nitekim, Necla’nın (Akgökçe) çalıştaydaki şu düzeltmesi çok önemliydi, mealen yazıyorum:(7) “Feministlerin formüle ettiği talep, ‘eşit ücret’ten ziyade ‘eşdeğer ücret’tir. Çünkü feministler kadının ev içerisindeki karşılıksız emeğinin de karşılığını alması gerektiğini savunur, bu yüzden de ‘eşdeğer’ kavramını geliştirmişlerdir. Ne var ki feminizmin sendikal mücadele içerisinde güçsüzleşmesi sonucu talep ‘eşit ücret’ şeklinde formüle edildiği halinde kalmıştır.”

“Eşit ücret” ve “eşdeğer ücret”, formülü Marksizm ve feminizm arasındaki temelden fikir ayrılığının bir başka görünümüdür. Gerçekten de, Necla’nın dediği gibi, Marksistler… burada spesifik bir parantez açmak ve Marksist-Leninistler demek lazım, çünkü ev için emeğin ücretlendirilmesi gerektiğini savunan post-Marksist akımlar da var… Marksist-Leninist sosyalistler kadının, emek gücünün yeniden üretiminin bir unsuru olan ev içerisindeki karşılıksız emeğinin ücretli emek kategorisine sokulması şeklindeki feminist öneriye katılmazlar. Onlar, ücretlendirmenin aksine bu angaryayı tüm topluma mal ederek yok etmek gerektiğini, ataerkil ilişkilerin ancak bu şekilde bertaraf edilebileceğini düşünürler.

Çalıştayda bize ayrılan kısacık zamanda koca koca meselelere ilişkin hızlı hızlı konuşmak zorunda kaldık. Önyargılardan arındırıldığında –elbette ilk defa açılmayan ama- verimli bir tartışmaya vesile olduğunu düşünüyorum, olacağını düşünmek istiyorum. Ne sosyalistlerin ve feministlerin kadın özgürleşmesine farklı çözüm ve yöntemler geliştirmesi ne de bunu emekçi kadınların bilgisine ve değerlendirmesine sunması yeni bir şey. Kadın hareketinin sözü dediğimiz şey böyle böyle oluşuyor zaten. Zira bu kadim tartışmanın KESK çalıştayında bir kez daha belirmesini emekçi kadınların ulaşamayacağı platformlara hapsetmek de hem onlara hem de bize haksızlık olur. 

1 http://teoriveeylem.net/2017/03/kadinlik-referandum-esiginde/
2 Kadınların buradaki kan dondurucu deneyimlerine dair bir fikir edinmek istiyorsanız Wolfgang Bauer’in Çalınan Hayatlar kitabını mutlaka okumalısınız.
3 Buna ilişkin detaylı bilgi için keyifle çevirdiğim Kayıtdışı Ekonomide Örgütlenen Kadın İşçiler kitabını tavsiye ederim, naçizene.
4 Mektubun tamamı için BAKINIZ 
5 İngiltere’den Sarya Tunç’un haberi için BAKINIZ (İngilizce kaynaklardan takip etmek isteyenler BURADAN ulaşabilir 
6 Konuyla ilgili detaylı tartışmam ŞURADA
7 Olası bir yanlış aktarım yapmamak için elimden geleni yaptığımı dikkate alarak okuyun lütfen. Keşke bu tartışmaların çekildiği videolar deşifre edilse de elimizde yazılı biriktirdiğimiz kaynaklar olsa. Söz uçuyor, yazı kalıyor nihayetinde :)


İlgili haberler
700 bin tarım işçisi kadın ‘Biz De!’ diyor

Cinsel taciz ve istismara kalan Hollywood yıldızı kadınların başlattığı MeToo kampanyasından sonra L...

Aynı ‘performansı’ 1 Mayıs’ta da bekliyoruz

Hükümet, patronlar, medya…8 Mart’ta hepsi eşitlikçi oldu. Gerçek olan emeği sömürülen, bedeni kuşatı...

Glasgowlu kadın işçiler: Eşit ücret hediye değil h...

‘Bu kavga sadece cinsiyet ile ilgili değil. Sınıf ile ilgili. İşçi sınıfı saldırılara karşılık veriy...