Depremin ikinci ayında Antep ve Adıyaman’dan notlar: Emekçi kadınlar umudunu kız kardeşlerinden alıyor
Depremin üzerinden geçen 2 ayın ardından Adıyaman ve Antep'te depremzede kadınların yaşam koşulları ağır, yoksulluk had safha...

Depremin üzerinden geçen 2 ayın ardından hem kadınlarla dertleşmek hem kadınlarla dayanışmak için depremden etkilenen illere doğru yollara koyuluyoruz.

Maraş merkezli depremin etkilediği ilden biri Antep. Yıkımın görece daha az olduğu, depremin 2. ayına yaklaşırken çadırların çoktan kaldırıldığı, halkın hasarlı da olsa korkuyla evlerine girmek zorunda kaldığı bir şehir. Şehrin merkezine doğru ilerlerken geleneksel kırsal mimarinin yoğun hissedildiği işçi kenti…

Bu işçi kenti merkezindeki sokaklarda yürürken iliklere kadar hissedilen çok derin bir yoksulluk ve şiddet. Evlerin kapıları aralandığında o hissedilenin altında ezilenlerin, kadınların ve çocukların sesi duyuluyor. Kadınların açlıkla, yoksullukla, şiddetle, kimsesizlik duygusuyla mücadelesi, çocukların yoldan çevirip “Yardım mı dağıtıyorsunuz?” soruları, bir şey alacakmış hissiyatıyla parıldayan gözleri, umut etmekten başka bir şeyi olmayanların bekleyişini çok iyi anlatıyor.

KADINLAR EV EKSENLİ ÇALIŞARAK ÇOCUKLARININ KARNINI DOYURUYOR

Yoğunluklu Kürtlerin yaşadığı Vatan, Fırat ve Akdere Mahallelerinde dolaşıyoruz. Evini ziyarete gittiğimiz ilk kadın Filiz. 5 çocuğu olan Filiz’in çocuklarından ikisi evli, bir kızı ve iki oğlu yanında yaşıyor. Yaşadığı ev küçük de olsa kendi evi. Oya yaparak, evlere temizliğe giderek, ceviz kırarak biriktirdiği paralarla geçindiğini söylüyor. Eşi evi terk etmiş, başka bir kadınla yaşıyor ve eve gelmiyor. “Boşanmayı çok istedim ama adam beni boşamıyor, çünkü Kürtlerde boşanma yok. Ama bana ve çocuklarıma bir hayrı da yok. Ben aslanlar gibi çocuklara bakıyorum, çalışıyorum yeter ki onlar kimseye muhtaç olmasın” diyor. “Biz Kürt olduğumuz için kimse bize yardım vermiyor. Devletten ne depremde ne öncesinde ne de şimdi yardım görmedik” diyen Filiz, kadın dayanışmasının kendine güç verdiğini de sözlerine ekliyor.

PARASI ZAHMETE DEĞMESE DE KADINLAR CEVİZ KIRMAYA MECBUR

Filiz’in evinden çıkıp kardeşi Aysel’in evine geçiyoruz. Aysel de ceviz kırarak çocuklarına bakıyor. Düzenli çalışmak istese de “15 aylık çocuğum var kime bırakıp çalışayım?” diye soruyor. Onun eşi de bir yıl önce bırakıp gitmiş onları, bebekleri daha 15 günlükken. Amcasının eşleri de ceviz kırmak için yardıma gelmiş. Amcasının biri de yine yengesini çocuklarla bırakıp başka bir kadının yanına yerleşmiş. Hangi eve gitmiş hangi kadınla konuşmuşsak eşler evleri terk edip ya başka bir kadınla yaşıyor ya da eve kuma getiriyor.

Bu mahallelerde yaşayan kadınların pek çoğunun ev eksenli çalıştığını öğreniyoruz. Kabuklarını ayırdıkları cevizleri bir de boyutlarına, cinslerine göre sınıflandırıp ayrıca poşetliyorlar. Ceviz kırmak zahmetli iş, zaman zaman parmakları yaralanırken bu zahmete karşılık bir çuval cevizden kazandıkları ise 20 lira. Cevizin kabuklarını yakacak olarak değerlendirmekle birlikte parası olmayınca yakacak olarak satıyor. Aysel ceviz kırma dışında oya işliyor, lif yapıyor.


‘HAMİLEYİM, DÜŞÜRMEK İÇİN ÇOK İLAÇ İÇTİM, NE YAPACAĞIMI BİLMİYORUM’

Aysel’den sonra durağımız Fırat Mahallesi’ndeki Medine oluyor. Medine kız kardeşi Leyla ile kapının önünde karşılıyor bizi. Hemen bir battaniye getirip oturmamız için kapı önüne seriyor. İstemesem de ısrarla bir minder getirtip koyuyor sırtıma, beni rahat ettirmek istiyor. Leyla’yla sohbet ediyorum, evlendiği ilk günden bu yana eşinden ağır şiddet görmüş, uzun süre ayrı kalmış, 4 çocuğu için 3 ay evvel yeniden bir araya gelmiş eşiyle, “Şimdilik bir şeyi yok ama çok ağır şiddet gördüm, çok doluyum” diyerek anlatıyor bana hikayesini. Anlatırken gözleri doluyor, “Benim yaşadığımı kızım yaşasın istemem. Çok erken yaşta evlendim, yeni 30 yaşıma girdim ama kendimi daha yaşlı hissediyorum. Uzun süredir ayrıydık eşimle, tekrar barıştım, yakın bir zamanda yoğun kanamam oldu hastaneye gittim, meğer 2 buçuk aylık hamileymişim, çocuğu düşürmek için çok ilaç içtim, ne yapacağını bilmiyorum” diye anlatıyor.

Kadınlar mayıs ayına doğru aileleriyle birlikte mevsimlik tarım işçiliğine de gidiyor. Bu yıl ilk durakları Araphan’da sarımsakta çalışmak olacak.

SOKAKTA HER GÖRENİN SORDUĞU SORU: DEVLETTEN Mİ GELİYORSUNUZ?

Yoksulluk dedim ya girişte, şimdi de yoksulluğun en acımasız, en soğuk yüzünün yansıdığı yere, Akdere Mahallesi’ne gidiyoruz. Akdere Mahallesi’ne ulaşmaya çalışırken kadınların da çocukların da durdurup sorduğu soru “Devletten mi geliyorsunuz?” oluyor. Her biri sosyal yardımdan geldiğimizi yardım getirdiğimizi sanırken iş aradıklarını söyleyenler de oluyor. Mahallede ilk uğrak noktamız Gülizar olacaktı ancak yardım kolisi almaya gittiği için karşı komşusu Zarife’nin kapısını çalıyoruz. İçeri buyur ediyor hemen. Zarife aslen Urfalı, eşi teyzesinin oğlu, o da Kobaneli. Suriye’de yaşarken savaşta evini terk edip Antep’e yerleşmişler. Zarife’nin 2 oğlu var, eşi inşaat işlerinde çalışıyor. Kobane’deyken çiftçiymiş. “Yaşadığın bu yoksulluğun üstesinden nasıl geliyorsun?” sorusuna verdiği yanıt, “Her şeyden kısarak” oluyor. Gezmek, daha iyi beslenmek, yeni kıyafet, mobilya istemek, daha yaşanabilir bir evde oturmak… Bunların hepsi Zarife için lüks ve bunların hiçbirini istemeden yaşamını sürdürebildiğini ifade ediyor. “Ben de isterim ama…” sözü insanca yaşam koşullarımızı bizden alan bu düzene ince bir sitem oluyor.

Zarife’yle sohbet ederken Gülizar kapıyı çalıyor, “Geldim” dercesine. Zarife’nin evinden çıkıp Gülizar’ın evinin kapısından girdiğimiz an buz gibi bir esinti çarpıyor yüzümüze. İçeriye girerken aldığımız ağır rutubet kokusunu alsın diye odaların camları açık bırakılmış. Evin giderleri tıkalı olduğundan su basmış evi. Mutfakta elektrik yok, buzdolabı yok, çamaşır makinesinin kazanı düşmüş, evdeki eşyaların hepsi emanet gibi… Gülizar da çok uzun yıllar eşinden ağır şiddet görmüş bir kadın: “Bir sürü darp raporum var. Üç çocuğumu kendi başıma büyütmeye çalışıyorum. Adam başkasına aşık olup başını alıp gitti. Boşanma davası açtım. Aycan abla olmasaydı, Ekmek ve Gül olmasaydı ne yapardım. İyi ki varsınız. Deprem zamanı çocuklarımı doyuracak bir lokma ekmek yoktu, aradım, Aycan abla hemen yetişti, çocuklarımın karnını doyurabildim” diyor.

Antep’teki bu tablo kadınların birbirinden başka dayanağı olmadığını gösteriyor. Bir avuç zengine, böylesi ağır bir yoksulluğa karşı bu sistemin değişmesi gerekliliğini bir kere daha bize hatırlatıyor. Yine yola koyuluyoruz. Bu sefer rotamız Adıyaman.

ADIYAMANLI KADINLAR: ‘ÜZERİMİZDEN SİYASET YAPMASINLAR’
Adıyaman, güneşin en güzel doğduğu kadim şehir. Tarihin bilinen en eski yerleşim yerlerinden biri. Enkazların bir bölümü kalkmış, yollar açılmış olsa da geçtiğimiz her sokakta terk edilmiş binalar, bir zamanlar onlarca insanın yürüdüğü sokaklar bomboş. Bu boşluk, bu sessizlik kimsesiz bırakılmış bir şehir hissiyatı veriyor insana.
Yıkılmak üzere olan binaların önünde bekleyenler, enkaz kaldırma çalışmalarını izleyenler, çadırkentlerde hayatları sürdürmeye çalışanlar… Neredeyse çoğunun fikri ortak: “Bizi yalnız bıraktılar.”
Depremin büyük yıkım yarattığı bu şehre yardımların 3 gün sonra ulaştığını söylüyor sohbet ettiğimiz her kadın. Biri yaklaşıp kim olduğumu sorarken, diğer kadınlar “gazeteci” diye belirtiyor. Çok dolu, akrabalarını kaybetmiş, hemen dökülüveriyor: “Taziyemiz vardı köyde, gittik. Daha kaldırılmayanlar enkazlar altında cenazeler var, yüzde 50’si duruyor. 4 kat 1 kat olmuş. Bir tek biz biliriz, yaşamayan bilmez o kıyameti. Kimseye de yaşatmasın. Tülbentimi çıkarmam, o gece tülbentimi atmışım, yalın ayak kapılar sonuna kadar açık kaçıp gitmişim, aklımızı kaybetmiştik. 2 aydır çok çektik, 3 gün resmen delirdik, oraya gittik olmadı, buraya gittik olmadı, başka yere gittik olmadı… Barınacak bir yer aradık, yine şükür ki bugün buradayız. Bütün insanlar birlik oldu, halk birlik oldu, başka kimse yoktu. Üzerimizden siyaset yapanlara yazıklar olsun, biz kıyameti yaşadık. Gelmiş burada bizim üzerimizden siyaset yapıyorlar, yapmasınlar. Göreceksin daha oyun oynayacaklar bizimle…”

‘KORKUYORUZ, KİMSE ÖZGÜR DEĞİL DİYEMİYORUZ’

Yardımların geç ulaştığını, “Kurtarın bizi” feryatlarının hâlâ kulaklarında olduğunu hangi kadınla konuşsak dile getiriyorlar. Bugün çadırların içinde kurmaya çalıştıkları hayatı anlatıyor, “Yaz gelince, sıcakta çadırların içinde biz nasıl yaşayacağız?” diye soruyorlar.

Çadırların karşısında kurdukları tütün kurutma iskelelerinin önünde oturan birkaç akraba kadınla sohbet etme imkânı buluyorum: “Biz 6 aileyiz, her bir çadırın içinde 2 aile yaşıyoruz. 20 gün sonra yıkanmaya başlayabildik. Kuyudan su getiriyorduk, ateşte ısıtıyor öyle yıkanabiliyorduk. Kaynımın evi tek katlı, o yüzden hepimiz buraya geldik, artık eve girip çıkıyor banyo ihtiyaçlarımızı gideriyoruz. Tehlikeli olduğu için kalmıyoruz evlerde.”

‘2 AYDA DEĞİŞEN ŞEY, HİÇBİR ŞEY’

Nasıl geçindiklerini soruyorum bir diğer kadına, tütün ektiklerini, başkalarının işine de gittiklerini dile getiriyor: “Bir tek tütün beni kurtarmıyor, aylığım yok, mecbur çalışıyorum ki kışın yiyebileyim. Kendi tütünümüz için de işçi tutuyoruz, zor tütün işçiliği. Yevmiyelerin de ne olacağı belli değil, geçen sene 130 liraydı bu sene ne olur bilmiyoruz. 200 olsa ne yazar, tarla sahibi kazanamayınca işçi de kazanamıyor onun dışındakiler kazanıyor zaten hep. Bir de her sene gücümüz yetiyordu yapıyorduk, ekmeye, dikmeye, kırmaya gidiyorduk. 2 yıl önce ameliyat oldum. Ekmeye çok gitmiyorum kırmaya gidiyorum.”

2 ay öncesiyle bugün arasında hiçbir şeyin değişmediğine, sorunların devam ettiğine dikkat çekiyor biri: “Değişen şey hiçbir şey. Yapılan hiçbir şey olmadı, onun dışında elden bir şey de gelmiyor sadece oturup bekliyorsun. Sıcakta, çadırın altında nasıl durup bekleyeceğiz bilmiyoruz. Her şey gittikçe daha kötü oluyor, çok göç döverdi Adıyaman. Bizim hadi bağımız var, evimiz var, bir şeyimiz var tütün yapıyoruz. Başka yere gitsek kimsemiz yok ne yapacağız, devlet her şeyimizi karşılayabilir mi onu da karşılayamaz. Ne ile geçineceksin, nereye sığınacaksın. Bir işçi bile kendini savunamıyor, fabrikada bir şey söylediğin zaman terörist oluyorsun, depremden önce pandemi vardı pandemiden sonra ne oldu zam üstüne zam ben çocuğumun hiçbir ihtiyacını karşılayamıyorum.”

‘BU KADAR PAHALILIK, BU KADAR ZAM OLMAMALI’

Kadınlar yaşadıkları koşullarla birlikte hayat pahalılığına da çok öfkeli. Özellikle deprem bölgesinde ihtiyaçların daha uygun fiyatlı olması gerektiğini düşünüyor: “Markete gittim 15 gün olmamış, çocuk meyve suyu istiyor, bir meyve suyu 25 lira olur mu? Burası bir de deprem bölgesi, biraz indirimli veremiyor musunuz? Tüm marketler senin, çadırların dibinde konteyner market açmışlar, ben nereden getirip para harcayayım, depremzedeyim. Tamam herkesin her şeyi enkazın altında kalmamış ama ya kalanlar? Fukaralar nereden para getirecek düşünen yok.”

Adıyaman’ı başka bir ile doğru terk ederken biriktirdiklerim, halkın acısı ve öfkesi bir yana, kadınların dayanışması, birbirine sarılma isteği bir kare olarak kalıyor zihnimin bir köşesinde.

Fotoğraf: Ekmek ve Gül

İlgili haberler
Malatya’da depremzede kadınlarla #KızKardeşlikKöpr...

Kız Kardeşlik Köprüsü ile hayatı yeniden kuruyoruz diyerek Malatya'da Kadın Dayanışma Merkezimizde d...

Malatya’da tekstil işçisi kadınlarla buluştuk: Enk...

Malatya'da tekstil işçileriyle bir araya geldik. Birçoğunun evi yıkılmış, patronlar ise depremi kâra...

Depremin 2. ayında çağrımız: Bizi ayakta tutacak o...

Depremin 2. ayında tüm kadınları işyerlerinde, mahallelerinde, çadırkentlerinde, okullarında Kız Kar...