Ayşe Tuba’dan öncesi ve sonrası: İstanbul Sözleşmesi’nin anlamı ve iktidarın kadınlara bakışı
Ayşe Tuba Arslan’ın ve Nahide Opuz’un yargısal süreçlerinin benzerliği İstanbul Sözleşmesinin uygulanırsa yaşatacağını hatırlatıyor… Avukat Neriman Ersin yazdı…

“Ayşe Tuba Arslan, 23 kez adli makamlara başvuruda bulundu hakkında verilmiş birçok koruma kararına rağmen eski eşi eşinin satırlı saldırısı sonucu hayatını kaybetti. Çantasından ‘ben ölünce mi beni koruyacaksınız’ yazan bir başvuru dilekçesi daha çıktı”  

Ayşe Tuba’nın katledilmesinin ardından Adalet Bakanı;“Bir ilimizde defalarca kolluğa, emniyete, yargıya ve ilgili kurumlara ihbar ve şikâyette bulunmasına rağmen ve tüm hikayesi bütün birimlerce bilinmesine rağmen bir kadın eski eşi tarafından katledildi. Bir kadının yaşam hakkı feryat figanlar arasında gasp edildi. Herkesin iki elini başının arasına alıp düşünmesi gerekir. Kolluk makamları olayı ne için önleyemediği, savcılık makamları hangi aşamada ne gibi eksiklikler var hepsini masaya getirmesi gerekir. Ayşe Tuba Arslan, bugün aramızda olabilirdi. Onun gibi nice kadınlar, anneler, eşler aramızda olabilirdi. ‘Bu can kurtarılabilirdi’ dediğimiz nice canlar zalimce cinayetlere kurban gitti. Artık bu çığlığın son bulması gerektiğine hepimiz inanıyoruz. Adalet son bir ümitle, son bir çareyle kapısına gelen kadının feryadına sessiz kalamaz, kulağını kapatamaz. Bu feryadı işitmeyen bir uygulama Hakimler Savcılar Kurulu (HSK) tarafından denetlenmektedir. Bu konuda da yargısal boyutuyla da en ufak bir ihmal dahi tespit edilmesi halinde HSK titizlikle takip ederek, gerekli her türlü müeyyideyi yapacaktır.” şeklinde bir açıklama yapmıştır. Hemen ardından Eskişehir Cumhuriyet Savcılığı, Ayşe Tuba Arslan’ın, Eskişehir Cumhuriyet Başsavcılığına ve Emniyet Müdürlüğü’ne hakaret, tehdit ve basit yaralama iddialarıyla yirmi üç kez başvuruda bulunduğunu açıkladı. Bu açıklamalarla birlikte İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı tarafından genelgeler yayımlanarak 6284 sayılı Kanunun uygulamasındaki yanlışlıklarla ilgili yargı mensuplarına bir iki ödev yüklenmiştir. Konu ile ilgili Eskişehir Cumhuriyet Başsavcılığı ve HSK tarafından soruşturma başlatılmışsa da tam on bir aydır bu soruşturmanın neticesi kamuoyu ile paylaşılmamıştır.

Peki Adalet Bakanının “defalarca kolluğa, emniyete, yargıya ve ilgili kurumlara ihbar ve şikâyette bulunmasına rağmen ve tüm hikayesi bütün birimlerce bilinmesine rağmen” diyerek bahsettiği, sorumluluğuna başvurulacağından öz-eleştiri yapmak zorunda hissettiği mesele nedir? Bu açıklama ile iktidarın “İstanbul Sözleşmesi nas değildir, yuva yıkıyor” söylemleri çelişmiyor mu? Bu noktada akla bu anlayıştaki iktidar İstanbul Sözleşmesinin nasıl ilk imzacısı olur, ne oldu da bu sözleşmeyi çekincesiz imzaladı? sorusu geliyor. Aslına bakarsanız Adalet Bakanının açıklaması ile iktidarın İstanbul Sözleşmesini imzalaması aynı sebebe dayanıyor. Adalet Bakanının Ayşe Tuba’nın katledilmesinin ardından hikayesinin tüm birimlerce bilindiğine dair cümlesi kadınların kazanımı olan ve neticesinde bunun sonucunda da iktidara İstanbul Sözleşmesini imzalatan AİHM’in OPUZ-Türkiye içtihadına dayanır. Bu konunun üstüne düşmesi ilk defa özeleştiri yapmış olması da Ayşe Tuba Arslan’ın ve Nahide Opuz’un yargısal süreçlerinin benzerliğine ilişkin korkudur.

ORTAK BİR HİKAYE: AYŞE TUBA, NAHİDE OPUZ...

Nedir iktidara İstanbul Sözleşmesini imzalatan bu OPUZ -Türkiye kararı ve Ayşe Tuba’ya benzeyen Nahide’nin hikayesi? Nahide Opuz, kocasının şiddeti sebebiyle defalarca şikayetçi oldu, ama devlet tarafından korunmadı. Bu şiddet sonucunda annesi gözlerinin önünde katledildi. Nahide, Hüseyin Opuz’un bıçaklı saldırı ve araçla ezme girişimi dahil pek çok şiddet eylemine maruz kaldı. Hakkında dava açılan Hüseyin Opuz, “delil yetersizliği” gerekçesiyle serbest bırakıldı. Araçla ezme girişimiyle ilgili üç ay hapse mahkûm edilen şiddet faili Hüseyin Opuz’un cezası, sonrasında paraya çevrildi. 11 Mart 2002’de Nahide Akgün’ün annesi Minteha Beybur, Hüseyin Opuz tarafından silahla katledildi. Nahide, davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdı. Türkiye, Nahide Opuz davasında “başvurucunun birçok kez yetkili makamlara başvurması ile yerel makamların fail tarafından öldürücü bir saldırı gerçekleştireceğini öngörebilecek durumda olduğu tespit edilmektedir. Mahkeme, yetkili makamların başka türlü davranması halinde, neticeyi değiştirme veya zararı hafifletme yönünde gerçek bir ihtimal içerebilecek olan makul tedbirlerin alınmamasının Devlet sorumluluğuna başvurulması için yeterli” diyen AİHM tarafından cezalandırıldı. AİHM, tarihinde ilk defa, ev içi şiddette bir tarafın kadın olduğu için ayrımcılığa uğradığı gerekçesiyle bir devleti mahkûm etti. Bu ülkenin Türkiye olması, iktidarın uluslararası platformda kadına hakları konusundaki sarsılan itibarını düzeltmek amacıyla İstanbul Sözleşmesi’nin ilk imzacısı olmasına neden oldu.

Peki nedir bu Nahide’ye, annesine, katledilen birçok kadına savunmayı borçlu olduğumuz bu İstanbul Sözleşmesi? Neden bu kadar önemli?

Kadına yönelik şiddeti kapsamlı bir şekilde ele alan “Kadına Yönelik Şiddetin ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” -kısa adıyla İstanbul Sözleşmesi- 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılmış ve Türkiye tarafından imzalanıp onaylanmıştır. 1 Ağustos 2014 tarihinde ise sözleşme yürürlük maddesi gereğince 10 ülkenin onaylaması sonucunda sözleşme yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, bu konuda uluslararası yaptırım gücü ve bağlayıcılığı olan ilk sözleşme olmanın yanı sıra şiddetin kadın erkek eşitsizliğinin bir sonucu olduğunu vurgulamaktadır. Anayasanın 90. Maddesine göre; taraf olunan uluslararası sözleşme hükümleri, kanun hükmündedir. Türkiye Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ne taraf olmakla birlikte sözleşmenin uygulanması konusunda yükümlü hale gelmiştir. Anayasa m. 90 hükmünün bir sonucu olarak, İstanbul Sözleşmesinin imzalanması ve usule uygun bir şekilde yürürlüğe girmesi ile kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddet konusundaki yasal düzenlemeler ile hazırlanacak tüm kanunlar, tüzükler, yönetmelikler, genelgeler kadar bu alandaki tüm uygulamalar da bu sözleşmede belirtilen ilkeler ve standartlara uygun olmak zorundadır.

İstanbul Sözleşmesi kapsam olarak çok geniş ve ayrıntılı olsa da temelinde dayandığı dört ilke vardır; kadına yönelik her türlü şiddetin önlenmesi, şiddet mağdurlarının korunması, suçların kovuşturulması, suçluların cezalandırılması ve son olarak, kadına karşı şiddet ile mücadele alanında bütüncül, eş güdümlü ve etkili işbirliği içeren politikaların hayata geçirilmesi.

İstanbul Sözleşmesi eğer uygulanırsa kadınların katledilmediği bir ülke vadediyor. Somutlaştırırsak İstanbul Sözleşmesi’ne göre, Ayşe Tuba Arslan’ın ilk şikayetinde devletin bir yükümlülüğü olarak kolluk risk değerlendirmesi ve yönetimi yapabilmeli etkin bir şekilde önleyici tedbir sağlamalıydı. Ayşe Tuba kolluğa ilk başvurusunda can güvenliğinin olmadığını ifade etmiş ancak kendisine matbu bir evrakın ötesine geçmeyen etkisiz ve işlevsiz bir önleyici tedbir kararından başka bir koruma sağlanamamıştır. Sonrasında da Ayşe Tuba Arslan’ın defalarca başvurması ve hakkındaki tedbir kararının bir işe yaramadığını neredeyse her ifadesinde, her dilekçesinde belirtmesine rağmen Mahkeme başkaca bir tedbire hükmetmemiştir. İstanbul Sözleşmesi uygulanmış olsa idi, etkin bir tedbir kararı ile korunabilir hala yaşıyor olabilirdi.

Ayşe Tuba’ya verilen işlevsiz tedbir kararları katili tarafından defalarca ihlal edildi, Ayşe Tuba bu konuda da defalarca başvuru yapmıştır. Ancak yine İstanbul Sözleşmesi ihlal edilerek bu kararların tebligatı yapılmadı gibi bahanelerle mahkeme katilini yine serbest bıraktı.

İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet vakalarında uzlaştırmayı açıkça yasaklamasına rağmen Ayşe Tuba’nın şikayetleri bir bir uzlaştırmaya gitmiş, yine katil bu durumdan cesaret almıştır. İstanbul Sözleşmesinin ihmali kadın katillerinin en büyük cesaretidir.

Ayşe Tuba’nın katlinden sonra Bakanlıklarca genelgeler yayımlandı, özeleştiriler yapıldı, başkaca kadınlar öldürülmesin denildi. Peki biz o zamandan bu yana ne okuyoruz?

“Emine Bulut, öldürülmeden 4 saat önce sığındığı karakoldan can güvenliğine dair bir risk olmaması sebebiyle koruma kararına gerek duyulmaması sebebiyle bırakılmış. Bakanlık ihmali olan kolluk görevlerinin soruşturmasına izin vermedi.”

“Türkçe bilmeyen Altınmakas’ın ifadesinde Kürtçe tercüman bulundurulmadığı için tecavüze uğradığını ve darp edildiğini anlatamadı. Başvurusundan iki gün sonra kocası Kazım Altınmakas tarafından öldürüldü.”

“Sevtap Şahin (40), gördüğü şiddetten kaçıp 6 Ekim’de annesinin evine sığındı. 60’a yakın şikâyette bulunulan Sevtap Şahin için koruma kararı verildi. Korkudan 9 ay boyunca annesinin Ankara’daki evinden çıkmayan Sevtap Şahin, 15 Haziran’da eşi tarafından boğularak komaya sokulduktan 3 gün sonra yaşamını yitirdi.”

Kadına yönelik şiddete karşı mücadelede gerekli mekanizmaları kurmak ve işlevselleştirmek devletin kadınlara karşı görevidir. Devleti tekrar kadınlara karşı olan sorumluluklarını hatırlamaya, kadın düşmanı söylemlerle mücadele etmeye ve İstanbul Sözleşmesi’ni tartışmaya açmak yerine gerektiği gibi uygulamaya davet ediyoruz. Uygulanırsa İstanbul Sözleşmesi yaşatır.


İlgili haberler
İstanbul Sözleşmesi için Pendik’te yerel kurumlar...

İstanbul Pendik'te bulunan Esenyalı Kadın Dayanışma Derneği İstanbul Sözleşmesi'ni tartışmak üzere E...

İstanbul Sözleşmesi eşit ücret talebimizin de daya...

Kadın erkek eşitliğinin ve hayatın her alanında yaşanan ayrımcılığın engellenmesi sözleşmenin temeli...