‘İstanbullu Gelin’in Zor Kararı
Süreyya’nın bebeğinin engelli doğacağını bile bile doğurmak istemesi bir nevi “annelik” tescili haline geldi dizide. Peki ama meseleler böyle çözülebilir mi?

“İstanbullu Gelin” Süreyya’nın gebeyken yaptırdığı test sonuçları, doğacak bebekte Edward Sendromu’nun belirtileri olan organ yetmezliği, zeka geriliği, erken ölüm v.b. olasılığının çok yüksek olduğunu göstermektedir. Bu rahatsızlığın kız bebeklerde görülme sıklığının yüzde seksen oluşu kız çocuk isteyen Süreyya’yı ayrıca üzmüştür. Doktor Begüm, bir hekim olarak gebeliğe son verilmesinin en doğru karar olacağı kanısındadır. Çalışan kalbi durdurmaksa bir anne adayı için kuşkusuz çok zordur. Süreyya da muayene sırasında kalp seslerini dinlediği bebeğinden vazgeçmek istemez. Ama bunun eşiyle birlikte verilmesi gereken bir karar olduğunu düşünerek eşi Faruk ile konuşur.
Faruk onu destekler; ailenin toplandığı iftar sofrasında, aile bireyleri üzerinde dramatik bir etki yaratmaktan kaçınarak bebeğin doğması yönünde birlikte aldıkları kararı açıklar. Süreyya ile bir türlü yıldızı barışmayan kayınvalide Esma, “İşte sen şimdi anne oldun” sözleriyle gelinine sahip çıkarak sofradakileri şaşırtır. Ancak gerçek yaşamdan uyarlandığı belirtilen dizide, bu üçlünün aldıkları ortak karar izleyiciyi şaşırtmaz. Nedenine gelince:
Süreyya’dan başlayalım. Annesiz babasız büyümüş, insani dramlarla daha çocukluğunda karşılamış, haksızlıklar karşısında susmayan, duyarlı, onuruna düşkün bir kadın . Konsevatuvar eğitimi almak ve oradaki çevre, belli ki onun toplumsal duyarlılıklarını da artırmış. ( Çocuklar için müzik okulu açar, konağın hizmetlilerinin sorunlarıyla ilgilenir v.b.) Doğumun sonuçlarını üstlenecek güçte görünmektedir. Faruk, iş yaşamında ve ailesiyle kurduğu ilişkilerde otoriter, aşık olduğu eşine karşı geleneksel rol kalıbını kırmaya yönelik çabasıyla, eşitlikçi bir erkek görüntüsü sergiler. Karı- koca Batılı yaşam tarzı kadar Batı’nın liberal görüşünü benimsediklerini her fırsatta dışa vururlar. Kendisi de bebek bekleyen elti İpek ise onlara benzemez; modern görünüşünün altında tutuculuk yattığını gizlemez. Süreyya’nın doğacak bebeği bir engelli değil, bir çeşitlilik, bir zenginlik olarak görmesini yadırgar. Kayınvalide Esma, dul kaldıktan sonra dört oğlu üzerinde hükümranlık kurmuş, kendisini besleyen dini inançların verdiği güçle geleneğe bağlanmış; ailenin bütünlüğünü ve güvenliğini sağlama ve aile değerlerini gelecek kuşaklara aktarma görevini içselleştirmiştir. Ancak, Süreyya’nın bebeğine sahip çıkarken yaşadığı duygusal gel- gitleri arasında, köklü Boran ailesinin gücü engelli bebeğe bakmaya da yeter, büyüklenmesini sezdirir. Esma, anneliği yüce bir değer olarak kabul etmekle birlikte, arzuladığı gelin tanımına uymadığı için Süreyya’ya karşı sınıfsal kinini kusup kıyıcı olabiliyor; öyle ki, bebeğin rahatsızlığı ortaya çıkmadan önce Süreyya’yı, doğumdan sonra bebeği alıkoyup kendisini konaktan kovacağını söyleyecek kadar.

”BU İŞTE BİR SAKATLIK VAR”
Denilebilir ki dizide, engellilik olgusu hakkında toplumsal bilincin gelişmesine yönelik bir çaba göze çarpıyor. Senaryo bu anlamda yaşamdaki gerçeklerle örtüşüyor. Örneğin, 10 – 16 Mayıs Engelliler Haftası’ndaki “En büyük engel sevgisizliktir”, “Her insan bir engelli adayıdır”, “Engelliye saygı, insana saygıdır” türü sloganlar içimizi ısıtıyordu. Ama geleneksel kültürel alt yapımız kolayına değişmiyor. Şöyle bir belleğimiz yoklarsak; bazı yorumcular Kur’an–ı Kerim’de mecazi anlamda engellilerden söz edilirken örneğin kâfir, müşrik ve münafıklara kör dendiğini iddia ediyor. Engelli olmayı, Allah’ın izni ve iradesiyle ve ilâhi imtihanla açıklayan dini yorumlara da rastlıyoruz. Halk tabirlerini de unutmayalım: “Bu işte bir sakatlık var”- ki çoğumuz kullanıyoruz bunu- , “kör topal gitmek”… (Daha beterlerini biliyoruz.) Dolayısıyla Süreyya’nın doğacak engelli çocuğunun toplumdan dışlanmadan yaşamını sürdürebilmesi için karşılaşacağı sıkıntılar kaçınılmazdır. Çocuk, geleneğin baskın olduğu bir çevrede yaşamına sahip çıkmaya çalışacaktır. Öte yandan bizim geleneksel aile yapımızda çocuğun tüm sorumluluğu anneye yüklenmiştir, çocuk engelli de olsa bu değişmez. Üstüne üstlük toplumsal denetim anneye suçluluk duygusu yaşatır. Yoksul ailelerin işi daha da zordur: Annenin başına bir şey gelirse çocuğa kim bakacak? Çocuğun özel eğitimi için doktor, hemşire, psikolojik yardımda bulunacak uzmanlardan oluşmuş bir ekip gerekir; fiziksel engelliye protez, ekipman, rehabilitasyon v.b. hizmetler… Engelliye maaş bağlanmasından, sosyal hizmet kurumlarında eleman eksikliği, tedavinin, rehabilitasyon hizmetlerinin yetersizliğine kadar bir dolu sorunla karşılaşılmaktadır. Kaldı ki, gelecek kaygısı “sağlıklı” çocuk için bile söz konusudur. Doktor Begüm de, ölümcül rahatsızlığını öğrenince, gençlik yıllarında Faruk’tan olma oğlunu güvenilir ellere bırakmak için yurt dışından kesin dönüş yapmadı mı? Kapitalist sistemle yönetilen tüm ülkelerde ‘çocuk aileye aittir’ zihniyeti yaygındır. Dolayısıyla devletin, sivil toplum kuruluşlarının, vakıfların sınırlı yardımları soruna kesin çözüm getirmemektedir. Dini çevrelerin işleviyse engelli çocuğun ailesine, sorunlarına katlanabilme gücü ve teselli vermektir.


EVET AİLE... PEKİ AMA TOPLUM NEREDE?
Süreyya liberal görüşleriyle, içtenliğiyle sempati topluyor. Biraz da metafiziğe yatkınlığı nedeniyle eltisine doğmamış bebeğinden , “engelli değil, çeşitlilik, zenginlilik” diye söz etmesi elbette ki insani, otantik bir tutum; ama adaletsizlikler üzerine kurulu bir sistemde yaşadığının ne kadar farkında acaba? Sorunlar çığ gibi büyürken, iş o raddeye vardı ki, engelli çocuğun anaokulunda sandalyeye bağlanıp tecrit edildiği, engellinin suni solunum cihazının, akülü engelli arabasının çalındığı türü haberleri de pek sık işitir olduk.
Engelliye yalnızca ailenin değil, toplumun sahip çıkması gerekir; dahası toplumun o düzeye gelmesi… Toplumsal ilişkilerde köklü bir değişime gidilmeden sevgi ve diğerkâmlık kavramlarının ardına gizlenip süslü püslü laflarla engelli sorunu çözülebilir mi? Her birey için gerekli olan insan haklarının hayata geçirilebilmesi için ekonomik, kültürel koşulların yerine getirilmesi gerekir; sorumluluk da devlete aittir. Kadınlar ancak o zaman hiçbir engelle karşılaşmadan çocuklarını gönül rahatlığıyla doğurabileceklerdir.
Dizinin sezon finalinde, Süreyya’nın bebeğinin kalbi durur ve sorunsal da böylece kendiliğinden tartışma dışı kalır. Bir diziden de başka türlüsünü beklemek gerçekçi olmaz. Ama bu “İstanbullu Gelin”den umudu kesmek anlamına gelmemeli; dizinin önümüzdeki sezonda da dizi formatının sınırlarını zorlayıp çağdaş temalara el atmasını bekliyoruz.

İlgili haberler
Yalnız Bir Kadının Denge Arayışları

Tülin Tankut’un otuz yıl önce yazdığı “Yalnız Bir Kadının Denge Arayışları” adlı romanı, aralık ayın...

Bitmeyen ve birbirinin aynı diziler

“Dizi izlememin nedeni genelde can sıkıntısından, yalnız kaldığımdan; belki de gerçek hayatta bulama...

Azize Hemşire Miralay Tevfik’le neden evlendi?

Azize, eski ve yeni kocanın uğrunda birbiriyle kıyasıya mücadele ettiği ödül durumuna girdi adeta. A...