Bir kitap: Çulluk
Genç Cumhuriyetin ilk işçi romanı özelliği taşıyan Çulluk, Cibali Tütün fabrikası işçilerini anlatıyor. Okunması umuduyla...

Yazarımız 1895'te İstanbul'da doğmuş. Osmanlı döneminde solaklara atfen Yesari soyadını alan yazarımız 50 yıllık kısacık hayatına sayısız eser sığdırmış. Sanayi-i Nefise eğitiminden sonra karikatür ve tiyatro uyarlamaları, romanlar, hikayeler yazmış. Genç Cumhuriyetin ilk işçi romanı özelliği taşıyan Çulluk, Cibali Tütün fabrikası işçilerini anlatıyor. Kor yayınlarından işçi sınıfına “tereke” niteliğinde değerlendiren kitap Ocak 2024'te yayınlanmış.

Gerçekten de bizlere nitelikli ve zengin bir miras bırakan yazar, sırf bu romanı için Cibali'ye girip işçilik etmiş. 1945 yılında da veremden ölmüş.

Ormanda bir av sahnesiyle başlayan romanın Mukaddime (giriş) bölümündeki betimlemeler muhteşem. İnsanın içini üşüten, iliklerine işleyen soğukta av olan çulluk; etiyle, kanıyla, canıyla her şeyiyle sanki bir insan:

“...fakat onda kaçıp kurtulmak için ne bir gayret, ne küçük bir çırpınış hiç bir hareket yoktu. Helecanlı bir teslimiyet o kadar. Birçok canlı kuş, hayvan tutmuştum, onu da hemen kesmeye kıyamadım ve ellerim arasında seviyor ve temiz gagasını öpüyordum. Küçücük yuvarlak gözlerinde bir kin nefret yanıyordu....
Fakat o bir kuş gibi bir hayvan gibi değil aczini zaafını anlamış lakin her şeye rağmen vakarını muhafaza eden, hissiyatını saklamaya lüzum görmeyen izzetinefis sahibi bir esir gibi bakıyordu. Bir taşın üzerine çöktüm, göz göze bakışıyorduk... Yavaş yavaş nazarlarındaki parıltı sönmeye başladı, göz bebeklerindeki ışık söndü, gözleri kapanıverdi, başını asil bir infialle çevirdi… Yüreği halsiz yorgun yorgun çarpıyordu... Çok geçmedi, avuçlarımdaki hararet de azaldı...”

Hemen ardından “Kaya, uçurum, ölüm, hiçbir tehlikeyi görmeyen, aldırmayan, set, mani tanımayan, aklı inkâr, muhakemeyi reddeden kör bir iman ve cesaretle kaderin boşluklarına atıveren...” tekeler... Dişiler için verilen kıyasıya savaşı resmediyor.

Birinci bölüme birdenbire bağlantısız bir girişi açıkçası yadırgadım. Yazar aniden Cibali Tütün fabrikasına daldı ve işçilerin zorlu, dayanılmaz koşullarının yanı sıra; dostluklarını, düşmanlıklarını, beklentilerini, umutsuzluklarını anlatmaya girişiverdi. “Fabrikanın sofalarından merdivenlerine, avlusundan odalarına kadar her tarafını kaplayan tütün tozu bulutları burada daha az kesif, daha az göze çarpıyordu. Fakat havada keskin bir tütün kokusu vardı. Bu, çıplaklığı, sefaleti göz üşüten oda; sabahleyin şafak sökmeden kar, yağmur, rüzgar, güneş, hiçbir mani dinlemeyip fakrin, açlığın emriyle ıslana üşüye, titreye sendeleye, sessiz şikayetsiz sürüne sürüne gelen ve bu musdarip, yorgun vücutların istirahat hakkını vermeden yine aynı emirle işe başlayan, kıyılan tütünlerin ince, katil tozuyla yalnız ciğerleri değil, gözlerine, mesamatına (gözenek) kadar zehirlenen işçi kadınlara iştiha vermekten çok uzaktı...”

O yıllarda yiyeceğini çıkınına sarıp getiren işçi fabrikaya yayan gidip gelir. İşbaşı yapmadan önce değil de, paydostan sonra üstü başı aranır sigara çalmışlar mı diye, şimdiki gibi. İşçi dayanışma sandıkları vardır ama bin dereden su getirilir yararlanmak için. Doktorlar hasta işçiye iyi beslenmelerini, güneş banyolarını, dinlemelerini önerir sanki bu mümkünmüş gibi. Gün yüzü görmeden ömür çürütülen, merhametsiz bir törpüdür oysa kadın işçiler için yaşam. Sadece erkeklerin değil hemcinslerinin de hep bir mal gibi gördüğü kadınlar arasında çekişme de vardır, bağlılık ve yardımlaşma da...

İkinci bölümde ise adını bilmediğimiz bir Anadolu köyünde yaşam şartlarını, insan ilişkilerinin karmaşıklığı içinde ağalık düzenini, kaçakçılığı, aman vermeyen kolcuları; menfaatçi, fırsatçı, işgüzar, ikiyüzlü, inatçı, kindar, kurnaz, tutarsız ve aynı zamanda; onur, namus, saygınlık kavramlarını altüst eden köylülerle; her muameleye ram olan, ağızları mühürlü kadınları seyrederiz.

Asıl mekanımız olan İstanbul'un bir başka yüzünü de resmediyor yazar: Kimler yok ki bu resimde; bıçkın delikanlılar, serkeş kabadayılar, sarhoşlar, sık sık karakolluk olan “hep malûm eşhas”...

İstanbul'un yorucu keşmekeşinden çaresizce yolu köyüne düşen kahramanımız Murat Çavuş'un sığ, kapalı ve küçük çevresindeki yalnızlığı, giderek tutkuya dönüşen aşkını okuyoruz. Bildiğini okuduğu zamanları özlese de ataerkil aile düzenine içten içe kızıyor:

“Aile denilen bağ, acaba tabii bir mecburiyet miydi? Bazı zarurî kayıtlar mı ona tabii bir şekil veriyordu? Bilmiyordu, anlamıyordu, anlamak istemiyordu... Dimağında, inandığı, iman ettiği bir tek şey vardı: Kendisi için yaşamak!”

Elinden pek bir şey de gelmeyen kahramanımızın nasıl da adım adım şartlara, hiyerarşiye boyun eğip olup bitene alışıverdiğini görüyoruz.

Roman, Dr. Mutlu Dursun tarafından yeniden gözden geçirilmiş. Kimi yerlerde eski sözcüklere takılsa da okur, cümlenin gelişinden ne demek istendiğini anlıyorsunuz ve metin su gibi akıp gidiyor, elinizden bırakamıyorsunuz.

Kitabın sonunda o ayrıksı duran giriş bölümü aydınlanıveriyor o muhteşem kurguyla, ağzınız açık kalıyor.

Okunması umuduyla...

Türkiye işçi sınıfının tarihinde dönüm noktası denilebilecek işçi direnişlerinde ve grevlerde kadınların oynadığı kritik rolleri hatırladığımız podcast, yazı dizisini dinlemek ya da okumak için TIKLAYIN

Fotoğraf: Nuran Gezer/Ekmek ve Gül

İlgili haberler
Bir kitap: Geride Kalanlar

Hiçbir kitap hakkında yorum yaparken Geride Kalanlar kadar zorlanmadım. O kadar tanıdıktı ki…

Bir kitap: Grev Bildirisi

Grev Bildirisi insana, emeğe dair bir öykü kitabı. Alın terinin gerçek karşılığı ödenmediği müddetçe...

‘Cibali dendi mi aklıma siz gelirsiniz, kadınlar’

Artık Cibali Sigara Fabrikası olmayan bu yabancı binadan kulaklarımda makinaların seslerine karışmış...