Uzun yıllardan beri kadın emeği, uluslararası emek göçü üzerine çalışan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Gülay Toksöz’le son kitabı olan “Emanet Emek: Göç Yollarında Kadınlar” üzerine konuştuk.
Kitapta, İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze, üretim birimleri üzerinden önce Batı Avrupa ülkelerine, daha sonra Güney Avrupa ülkelerine doğru hareket eden göçmen kadın emeğinde üç tarihsel dönemden bahsediyorsunuz. 1945-75 yılları arasında imalat sanayindeki vasıfsız ucuz iş gücü ile 1980 sonrası yükselen hizmet sektöründeki göçmen kadın emeğini, kitaba da adını veren “emanet emek” olarak kavramlaştırıyorsunuz. Bu temel kavramdan hareketle çalışmanın yönteminden, sınırlarından ve neden bu şekilde bir dönemlendirmeye ihtiyaç duyduğunuzdan bahseder misiniz?
Çok uzun yıllardan bu yana kadın emeği ve göçmen emeği üzerinde çalışıyorum. Bu çalışmaların akademik yönü belirleyici olmakla birlikte benim için aynı zamanda toplumda var olan sınıfsal ve toplumsal cinsiyet temelli eşitsizliklerin açığa çıkartılması ve bunlarla mücadele edilmesine yönelik bilgi sunması hep çok büyük önem taşıdı. Araştırmalarımda feminist yöntemden yararlandım, araştırmalarımın öznesi olan kadınların sesini duyurmaya çaba harcadım. Bu kitap çalışması ise 1980’lerde doktora tezimle başladığım araştırmalarımın, yani göçmen kadınların işgücü piyasasındaki durumları ve hak arama mücadelelerinin günümüze kadar değerlendirildiği bir anlamda tarihsel bir analiz oldu. Buradaki dönemlendirmeye temel olan, bir üretim ve birikim rejimi olarak kapitalizmin genişleme ve daralma, bir diğer deyişle kriz dönemlerinde ihtiyaç duyduğu işgücü talebinin kendi içinde nasıl bir evrim geçirdiği ve bunun göçmen işgücü talebine yansımaları. Ben bunu araştırmalarda çokça ihmal edilen bir konu olduğu için göçmen kadınlar açısından ele aldım.
Kuşkusuz bir araştırmanın başlangıcında onun sınırlarının çizilmesi, belirli bir zaman içinde gerçekleştirmenin ön koşullarından biridir. Dolayısıyla 20. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak günümüze kadar Batı ve Güney Avrupa ülkelerine yaşanan emek göçünü konu aldım ve üç ana başlık altında inceledim: ilk dönem İkinci Dünya Savaşını izleyen ve 1970’lerin ortasına kadar süren dönem. Bu dönem özellikle madenlerde, imalat sanayiinde ve hizmetler sektörünün özellikle otel-lokanta gibi işkollarında göçmen işgücüne ihtiyaç duyulan dönem. Hepimizin bildiği gibi Türkiye’den çok sayıda işçinin gittiği dönem.
İkinci dönem 1970’lerdeki ekonomik krizle birlikte işgücü alımının durdurulduğu, yasal göç kanallarının kapatıldığı ve göçmenlerin düzensiz yolları kullanarak geldikleri, göçmen emeğinin güvencesizleştiği dönem. Bu dönem aynı zamanda Batılı ülkelerde yaşanan sosyo-demografik dönüşüme bağlı olarak hanelerde bakım açığının ortaya çıktığı, ev ve bakım işlerini yapacak göçmen kadınlara ihtiyaç duyulduğu dönem.
Üçüncü dönemi ise 2000 sonrası dönemin baskın özelliği olması nedeniyle beyin göçü dönemi olarak tanımlayabiliriz. Elbette bu dönemler birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılamaz ancak bir dönemi öne çıkan özellikleriyle ele almak ve tanımlamak bize kesintisiz süreci kavramak bakımından kolaylık sağlar. İlk iki dönem açısından emeğin geçici olarak görülmesi emanet emek olarak nitelendirmeme yol açtı.
1970’LER: AKORT BANTLARINDAN LOKANTA MUTFAKLARINA
Göç literatüründe özellikle 1970’lerin ortalarından itibaren kadın emeğinin görünür olmaya başladığını biliyoruz. Burada en temel tartışma noktalarından biri elbette ev dışında ücretli emeğin kadını tek başına özgürleştirip özgürleştirmediği. Siz bu yaklaşımların özellikle sınıfsal boyutu yönüyle yetersiz kaldığı noktaların altını çizerek, göçmen kadınların tüm bu örüntüye rağmen (kültürel farklılıklar, ülkelerin patriyarkal geleneği, kurban analojisi gibi) iş gücü piyasasında yer aldığını vurguluyorsunuz. Sizce göçmen kadınların iş gücü piyasasındaki konumlarını belirleyen temel dinamikler neler?
Göç literatüründe uzunca süre işçi olarak gelenlerin erkekler olduğu varsayıldı, kadınlar ilerleyen yıllarda aile birleşmesi kapsamında gelen eşler olarak görüldü. Başından itibaren çalışmak üzere işçi olarak gelen kadınlar görmezden gelindi. 1960’lı ve 70’li yılların ilk yarısında işçi olarak gelenler içinde erkekler çoğunlukta olsa bile ülkelere ve işkollarına göre büyük farklılıklar vardı. Kadınlar Batı Avrupa ülkelerinde ve İngiltere’de fabrikaların akort bantlarını, otel ve lokantaların mutfaklarını ve kat hizmetlerini, hastanelerin temizlik birimlerini doldurdular, evlerde hizmetçi olarak çalıştılar.
Kadınların çalışmadığına dair baskın bakış açısına 1970’lerin ortasından başlayarak feminist araştırmacılar tarafından eleştiriler getirildi ve bunun bilimsel bir sapma olduğu ortaya kondu. Dünyanın çok farklı yerlerinden gelen kadınların hepsine aynı kültürel geçmişi atfedip onların geleneksel ve patriarkal baskıya boyun eğen kadınlar olarak temsil edilmesi ve karşılığında Batılı kadının “modern ve özgürleşmiş” olarak sunulması eleştirildi. Çünkü bu etnosentrik bakış açısıyla kültürel farklar üzerinden yapılan analizlerde göçmen kadınların göç alan toplumdaki sınıfsal konumları ve o toplumlardaki toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri göz ardı edilmiş oluyordu. Göçmen kadınların işgücü piyasasındaki durumlarını anlamak için onların durumlarının üç temel eksende ele alınması gerekiyordu. İlki, işçi sınıfının bir bileşeni olarak ele almak ve yerli işçilerle kıyaslamak. İkincisi, toplumsal cinsiyet temelinde ortaklaşan ve farklılaşan özelliklerini görmek bakımından yerli kadın işçilerle kıyaslamak. Üçüncüsü, toplumsal cinsiyet temelinde ortaya çıkan farkları görmek için göçmen erkeklerle kıyaslamak. Bu farklılıkların göz ardı edilmesinin, göçmen kadınların toplumsal cinsiyet, sınıf ve etnisitenin kesişimindeki konumları doğru anlaşılmasını engelleyeceğini düşündüm.
KOLEKTİF EYLEMİN KADINLARIN GÜÇLENMESİNDE ANAHTAR ROLÜ
Göçmen kadınların ücretli çalışmaya katılmalarının onları ne ölçüde özgürleştirdiği, o dönemden başlayarak feminist sosyal bilimciler arasındaki tartışma konularından biri oldu. Her ne kadar kadınların ücretli çalışmayla erkeklere karşı ekonomik bağımsızlıklarını elde etmeleri söz konusu olsa da ağır sömürü koşulları altında çalışmalarının onları işverene bağımlı hale getirdiğini öne süren görüşler vardı. Daha sonraki yıllarda özellikle kalkınma literatüründe önem kazanan güçlenme yaklaşımına dair feminist tartışmalarda kadınların istihdama artan katılım koşullarında gelir getirici çalışma ile kadınların refahı, güçlenmesi ve eylemliliği arasında doğrudan bir ilişki kurulup kurulamayacağı sorusu hep soruldu, halen de soruluyor. Ben bu noktada kadınların kolektif ya da bireysel eylemlilik biçimlerinin, istihdamın koşullarının sermaye ve emek arasında bir pazarlık sürecine tâbi olduğunun ve kadınların bu pazarlık sürecine katılabilmeleri halinde koşulları değiştirebileceğinin göz önünde tutulması gerektiğini düşünüyorum. Nitekim kitabımda 1970’li ve 80’li yıllarda imalat sanayiinde çalışan ve sendikalarda örgütlü olan kadınların hak arama mücadelelerine dair örnekler var. Hatta 2000’li yıllarda hizmet sektöründe temizlik işlerinde çalışan kadınların sendika öncülüğündeki greve aktif katılımları çarpıcı bir örnek sunuyor. Kolektif eylemin kadınların güçlenmesinde anahtar konumunda olduğunu belirtilmeliyim.
Fotoğraf: Cahit Akgün / DHA
1980’LER: GÖÇMEN EMEKÇİLER ARASINDA KADINLARIN SAYISI ARTIYOR
Kitapta ele aldığınız ikinci evrede, özellikle 1973’te yaşanan petrol kriziyle birlikte Batı Avrupa’da göçmen işçi alımlarının durdurulmaya başlandığı bir süreç yaşanıyor. Ancak sermaye birikim rejimindeki dönüşümle birlikte uluslararası alanda yeniden dizayn edilen bir iş bölümünün hemen ardından, 1980 sonrasında yeni biçimleri ve statüleriyle göçün devam ettiğini ve giderek kadınlaştığını, güvencesizleştiğini ifade ediyorsunuz. Neden bu sürecin temel öznesi kadınlar oldu?
Ekonomik krizden çıkış için neoliberalizm olarak adlandırılan yeni bir dönem başladı. Üretim ve birikim rejimi yeni bir uluslararası iş bölümünü gerekli kıldı. Avrupa ülkelerindeki kimi çok-uluslu şirketler emek yoğun imalat birimlerini kapatarak fabrikalarını gelişmekte olan ülkelere taşımayı tercih ettiler. Artık imalat sanayiinde vasıfsız göçmen işçilere olan ihtiyaç azalmaya ve göçmenler arasında işsizlik hızla artmaya başladı. Diğer yandan esnekleşme adı altında işgücü piyasalarının kuralsızlaştırılması ve emeği koruyucu düzenlemelerin gevşetilmesiyle tam zamanlı, güvenceli, sendikalı işgücünün yerini giderek istihdamı geçici ve güvencesiz olan veya kısmi zamanlı çalışan bir işgücü aldı. Prekarya olarak adlandırılan bu işgücünün önemli bir bileşeni göçmen işçiler oldu. Buna paralel olarak neoliberal politikalar Kuzey ve Güney arasındaki ve ülkelerin kendi içindeki eşitsizlikleri artırıyor, insanları yaşamlarını sürdürmek için gelir elde etmek üzere göçe zorluyor. Düzensiz göç kapsamında gelen, sayıları giderek artan, ağır koşullar ve sömürü altında çalışan göçmenler arasında kadınların payı hızla yükseliyor.
BAKIM AÇIĞINI DOLDURAN GÖÇMEN KADINLAR
Bu gelişmenin gerisinde tüm Batı dünyasında yaşanan sosyo-ekonomik ve demografik bir gelişme var: yerli kadınların işgücüne artan katılımı ve hanede ortaya çıkan bakım açığı. Cinsiyete dayalı iş bölümü çerçevesinde yeniden üretici emek olarak da tanımlanan ev ve bakım işleri hane içinde kadınlar tarafından yerine getirilen, çoğu zaman görünmeyen ve karşılığı ödenmeyen bir emek. Başta erkekler olmak üzere ailenin bireyleri ve tüm toplum bu karşılıksız emekten yarar sağlıyor ve kadınların bunu sürdürmelerinde çıkarları bulunuyor. Ancak kadınların artan istihdamıyla hem çocukların bakım ihtiyacı, hem de nüfusun yaşlanması yani yaşlı nüfusun toplam nüfus içinde artan payıyla bakım ihtiyacı ortaya çıkıyor. Sosyal refah devletinin gelişmiş olduğu ülkelerde, esas olarak İskandinav ülkelerinde eskiden beri bakım ihtiyacı kamusal hizmet sunumuyla karşılanıyor ve kadınların istihdam oranları yüksek. Buna karşın Güney Avrupa ülkelerinde (Yunanistan, İtalya, İspanya, Portekiz) bakım hizmeti esas olarak ailedeki kadınlar tarafından sunuluyor ve istihdam oranları düşük. Ancak kadınların istihdama giderek daha çok katılımıyla bulunan ucuz çözüm, boşluğun göçmen kadın emeği ile doldurulması oluyor. Böylece sayıları giderek artan göçmen kadınlar birçok ülkede sosyal refahın sağlanmasına katkıda bulunuyor ve hem devlete hem hanelere düşük maliyetli bir çözüm sunuyor. Ev ve bakım işleri piyasada ücret karşılığı yapıldığında vasıfsız, düşük değerli ve düşük statülü bir çalışma olarak görüldüğünden, çoğunlukla yasal düzenlemelerin ve sosyal korumanın dışında tutuluyor. İşte bu nedenle göçmen kadınlar prekaryanın önemli bir bileşeni olarak tanımlanıyor.
Fotoğraf: Unplash
2000’LER: SAVAŞTAN KAÇANLAR, BEYİN GÖÇÜYLE GELENLER
Kitabınızın üçüncü bölümünde, 2000 sonrasında artık kalıcılaşan, bu anlamda vatandaşlık almış kuşaklarla birlikte yeni gelen statüsündeki göçmen kadınların, çalışma rejimlerindeki konumlarından bahsediyorsunuz. 2011 sonrası savaş ve çatışmalara bağlı olarak yükselen yeni mültecilerle birlikte, göçmen kadın emeğinde eğitim, statü farklılıkları gibi giderek boyutlanan bir süreç görüyoruz. Bu dönemde yine dikkat çekici olan ve bugün de yakıcılığı devam eden göçmen karşıtı, aşırı sağ ve ırkçı politikaların yükselişi oluyor. Bu yönüyle, göçmenliğin farklı uç noktalarındaki kadın kuşakların sınıfsal karşılaşmalarına ve yaşadıkları ayrımcılıklara dair neler söylemek istersiniz?
1980 sonrası Batı Avrupa ülkelerinde göçmenler açısından belirleyici olmaya başlayan kalıcılaşma süreci. Ailelerini yanlarına alan, çocukları orada doğan ve okula giden göçmenler açısından özellikle orada doğan veya büyüyen ikinci ve üçüncü kuşak açısından bulundukları ülke vatanları haline geliyor. Ancak göç kökenli ailelerden gelenler bulundukları ülkelerin vatandaşlığını kazanmış olsalar dahi işgücü piyasalarında cinsiyet ve ırk temelinde yaşanan ayrışmalara bağlı olarak hala çok çeşitli ayrımcılıklarla yüz yüze gelebiliyor, çoğunlukla işgücü piyasasının alt basamaklarını dolduruyor. Göçmen kadınlar arasında işsizlik oranları ile kısmi zamanlı ve geçici çalışma yerli kadınlara kıyasla daha yaygın.
Yeni gelen göçmenler ise ülkeye hangi yollardan giriş yaptıklarına, eğitim düzeylerine ve sahip oldukları becerilere göre önemli farklılıklar gösteriyor. Bir yanda beyin göçü kapsamında özellikle bilişim, sağlık, fen ve mühendisliğin belli alanlarında ihtiyaç duydukları vasıflı göçmenleri çekmek için Batılı ülkeler çeşitli önlemler alıyorlar, diğer yanda vasıfsız olarak gördükleri göçmenlerin özellikle mültecilerin önünü kesmek için koşulları daha da ağırlaştırıyorlar. İstenmeyen mülteci grupları özellikle Suriye, Afganistan gibi Müslüman ülkelerden gelenler ve göç alan ülkede bulunan Müslüman topluluklar aşırı sağ ve ırkçı gruplar tarafından körüklenen düşmanlıkla karşılaşıyorlar. Neoliberal düzenin bu ülkelerde geniş kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarını zorlaştırması, daha güvencesiz koşullarda çalışmaya veya işsizliğe mahkum etmesi, bu tür toplumsal hareketlerin göçmenleri günah keçisi olarak gösterdikleri manipülasyonlara uygun zemin hazırlıyor. Göç konusu refaha, kültürel ve hatta bir ulusun etnik özelliklerine tehdit olarak sunuluyor, işsizlik, şiddet, suç, uyuşturucu ticareti, insan ticareti, güvensizlik gibi konulardan ırkçı ve yabancı düşmanı bir söylemle göçmenler sorumlu tutuluyor. Göçmenler içinde özellikle Müslümanlar tehdit unsuru olarak gösteriliyor. Müslüman kadınlar köken kültürlerinin esareti altında sömürülen kurbanlar, özgürleşme, dolayısıyla Batılı toplumlara entegre olma kapasitesinden yoksun kişiler olarak sunuluyor. Kamuoyunda Türkiye kökenli göçmen kadınlara ilişkin negatif stereotiplerin yaygınlığına rağmen kamusal alanda yer alan sanatçı, gazeteci, yazar gibi ünlü kişilerin yanı sıra bulundukları ülke vatandaşı olarak siyasette aktif rol oynayan, bakan düzeyinde sorumluluk alan ve ailesinin Türkiye’den göç geçmişi bulunan çok sayıda kadının varlığı dikkat çekici. Göç kökenlilerin büyük bir kısmının eğitim-öğretim alanındaki dezavantajlı durumlarının nedenlerine dair çok sayıda araştırma kültürel farkın ötesindeki yapısal nedenlere dikkat çekiyor: ailelerin düşük sosyo-ekonomik durumu, ayrımcılık, dilin yetersiz düzeyde bilinmesi, savaştan kaçarak gelen mülteci çocuklarının eğitimlerindeki kesintiler, onların okul sistemine dahil olmasını zorlaştıran çeşitli yasal düzenlemeler, okul başarısı için önem taşıyan okul öncesi eğitim kurumlarına göçmen çocukların daha düşük katılımı. Sonuçta düşük düzeyli okullardan mezun olan veya okulu bitirmeden eğitim sisteminden ayrılan göç kökenli gençler işgücü piyasasında ya geçici ve güvencesiz işlerde çalışıyor ya da işsiz kalıyor.
SENDİKALARDAN ÖZGÜN DERNEKLERE: GÖÇMEN KADINLARIN MÜCADELE ARAÇLARI
Deneyimler üzerinden dünyada özellikle devrimci ve sendikal örgütlenmelerin olmadığı ya da zayıf olduğu yerlerde (Güney Afrika, Asya, Latin Amerika gibi) çoğunlukla kayıt dışı, güvencesiz çalışan kadın göçmenlerin çok yönlü eşitsizliklerle kuşatıldığını görüyoruz. Göçmen kadınların buralarda yürüttükleri mücadelenin, ayrımcılığa, erkek şiddetine ve bazen kastlara karşı bir tanınma çabasıyla başladığını ancak hareketlerin güçlendikçe emek eksenli örgütlenmeye doğru geliştiğini gösteren çalışmalar var. Siz de kitabınızda, 1970’lerden sonra artan sermaye hareketliliğiyle sendikal stratejileri baskılayan süreçleri, uzun yıllar göçmen işçiler konusundaki açmazları ve özellikle taleplerine duyarsız kalınarak cinsiyetsizleştirilen kadınları Batı ve Güney Avrupa’daki tarihsel deneyimlerle anlatıyorsunuz. Bu yönüyle yani mücadele ve kazanımlar açısından bir karşılaştırma yapmanız gerekirse kadınların göç ettiği coğrafyalar içinde tarihsel olarak Avrupa’yı nasıl konumlandırırsınız?
Geçmişte göç alan Avrupa ülkelerinde göçmen kadınlar özellikle imalat sanayiine bağlı işkollarında çalışmaları ölçüsünde sendikalara üye oldular ve sendikal örgütlenme içinde yer aldılar. Her ne kadar sendikalar esas olarak yerli vasıflı erkek işgücünün çıkarlarının temsilcisi olarak önceliği onların çıkarlarını korunmasına verseler ve göçmen işçilerin başını çektiği grevleri nadiren destekleseler de göçmen işçiler açısından o dönemin önde gelen örgütlenme araçlarından oldular. Kitabın ilk bölümünde sendikalarda örgütlü göçmen kadınların direniş ve mücadelelerine ilişkin çeşitli örnekler verdim. Ancak 1980’lerdeki neoliberal yapısal dönüşüm sonucu imalat sanayiinin istihdamda azalan payı sendikaların güç kaybetmesine yol açtı. İşsiz kalan göçmen işçilerin sendika üyelikleri de son buldu. Göç kökenli gençler arasında sendika üyeliğinin ilk kuşak kadar ilgi çekmediğini ve yaygın olmadığını da belirtmek gerekir.
1980’li yıllarda göçmen kadınlar açısından yeni örgütlenme biçimleri gündeme geldi. Bulundukları ülkelerdeki kadın hareketleriyle ilişkileri de gerilimli idi; Batılı kadın örgütlerinin diğer kültürlerden kadınların Avrupalı kadınlara kıyasla daha fazla ezildiğini düşünmeleri ve aralarında bir hiyerarşi oluşması, farklı önceliklerinin bulunması, ortak talepler etrafında örgütlenememelerine ve direniş stratejileri geliştirmemelerine yol açtı. Giderek göçmen kadınlar kendi örgütlerini kurmaya başladılar ve çok çeşitli alanlarda faaliyetlerde bulunuyorlar, ırkçılık karşıtı çalışmalar bunların başında geliyor. İltica/yabancı hakları, ayrımcılık karşıtı yasa, göç sürecinde kadınlara yönelik şiddet, kadın ticareti, eşcinsellik ve çift milliyetli evlilikler, köken ülkede edinilmiş diplomaların denkliği, köken ülkeye yönelik politik çalışma, vb. bunlar arasında sayılabilir. Örneğin 2012’de kurulan ve 20’den fazla Avrupa ülkesinden 50’den fazla taban ve savunuculuk grubunu kapsayan Avrupa Göçmen Kadınlar Ağı kendini Avrupa'daki göçmen, mülteci ve etnik azınlıklardan kadınların ve kızların haklarını, özgürlüklerini ve onurunu savunan, göçmen kadınların öncülüğündeki feminist, laik bir platform olarak tanımlıyor.
AB ülkelerinin demokrasinin tüm yetersizliklerine rağmen kurallar çerçevesinde işlediği, temel insan hak ve özgürlüklerinin kabul edildiği ülkeler olarak özellikle kadınlar açısından çekim merkezi durumunda olduğu söylenebilir. Suriye ve Irak’tan iltica başvurusunda bulunan kadınların bazılarının Almanya’nın kadın haklarına saygılı bir ülke olduğu, burada okumak, çalışmak gibi hedeflerini daha kolay gerçekleştirebileceklerini düşündükleri için başvurduklarını söylemesi bunu açığa koyuyor. Nitekim Türkiye’den son yıllarda Almanya’ya gelen yüksek eğitimli ve vasıflı göçmen kadınların kurduğu bir dernek olan Pudu Hepa Dayanışma İçin Kadın İnisiyatifi kendini “Türkiye‘deki sınırlamalardan yaşam alanı bulamayıp Almanya’ya gelerek yeni bir hayat kurmaya çalışan kadınlarız. Almanya’ya ne zaman ve hangi nedenle gelmiş olursak olalım, yalnız olmadığımızı hissetmek ve hissettirmek, birbirimizin sesini duyabilmek için bir araya gelmiş, birbirimizden güç alan kadınlarız” şeklinde tanımlıyor.
Manşet fotoğrafı: Evrensel
İlgili haberler
Göçmen meselesi bizim meselemiz, çünkü…
Tek adam hükümeti Taliban’la, ‘Bizim Taliban’ın inancıyla ters bir yanımız yok’ diyerek iş tutuyor....
Pandemi sürecinde tarımda çalışma hakları ve kadın...
‘Önümüzdeki süreçte hem işçilerin sağlığı için hem de her yıl çocuklarıyla birlikte seyahat eden kad...
Göçmen kadın emekçilerin intiharları tesadüf mü?
Ev içi hizmetlerinde çalışan kadın emekçileri modern sistemin kölesi haline getirmek yerine insanca...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.