Kapitalizmin gölgesinde aşk: Gerçek sevgi, özgür bir dünyaya mı ait?
'Bütün bu gösterinin ardında, insanların birbirine dokunduğunda hissettiği o yalın titreşim, hâlâ kapitalizmin bütün ışıklı tabelalarını delip geçebilecek kadar gerçek kalmayı başarıyor.'

Kapitalizm, yalnızca emeğimizi ve zamanımızı değil; en mahrem duygularımızı da birer metaya dönüştürdü. Aşk, bugün bir ihtiyaçtan çok satın alınabilir, paketlenebilir ve pazarlanabilir bir ürün olarak karşımıza çıkıyor. Ne garip değil mi? Flört uygulamalarında, parmağımızın tek bir hareketiyle hayatımızdan geçen yüzlerce insan, duygularımızı bir “seçim ekranına” indirgerken sevgiyi bulmanın yolları bile “premium paketlere” ve “görünürlük artırmaya” bağlı hale geliyor. Birine gerçekten yakınlaşmayı değil, algoritmanın bizi öne çıkarmasını satın alıyoruz.

Kendi duygularımıza yabancılaşıyoruz
Artık birine dair merak edilen şeyler adımız, yaşımız, burcumuz, mezun olduğumuz okul, koyduğumuz fotoğraflar, takipçi sayımız ya da üzerimizde taşıdığımız marka kıyafetlerle sınırlı. Oysa bu bilgilerle ne kadar sürdürülebilir bir ilişki kurabiliriz ki? Partnerimizin okuduğu okulla mı ilişkileniriz, takipçi sayısıyla mı, yoksa fotoğraflardaki görünüşüyle mi?

Tanışmak kavramını düşünelim: Sahi, birini gerçekten nasıl tanırız? Adını bilmenin ötesinde… Benim için birini tanımak, bir kitabın hangi cümlesini çizeceğini tahmin edebilmek, hangi anlarda öfkeleneceğini, hangi şakalara güleceğini bilmek… Bu hayatla nasıl bir bağ kurduğunu anlamak ve birlikte yürüdüğümüz –belki de yürüyeceğimiz– yolun neresinde konumlanacağımızı sezebilmek… Birbirimize ait olmaktansa, birbirimize dair olabilmek... Karşılıklı değişime açık olabilmek ve değişemediğimiz takdirde o farklılıkları idealize etmeden, yarım bırakmadan, bütünüyle sahiplenebilmek…

Ama bugünün ilişkileri, yalnızca bu bağdan değil, sürekli bir performans baskısından besleniyor. El ele tutuşmak bile sadece iki kalbin yan yana gelişinden ibaret değil artık; doğru filtreyi seçip fotoğrafın kaç beğeni aldığını takip etmekle ölçülüyor. Aşkı yaşamak yerine onu kanıtlamaya çalışıyoruz. Fakat bütün bu gösterinin ardında, insanların birbirine dokunduğunda hissettiği o yalın titreşim, hâlâ kapitalizmin bütün ışıklı tabelalarını delip geçebilecek kadar gerçek kalmayı başarıyor.

Evlilikler de benzer bir piyasa mantığına sıkışmış durumda: On binlerce liralık yüzükler, gösterişli düğün salonları, pahalı balayı paketleri olmadan aşk “eksik” sayılıyor. Kapitalizm, aşkı özgür bir karşılaşma olmaktan çıkarıp performans ölçütleriyle değerlendirilen bir pazar ilişkisine dönüştürüyor. Skorlar tutuluyor, hesaplar yapılıyor; stratejiler, toplamalar, çıkarmalar derken ilişkiler yapay bir zemine oturuyor. Geriye dönüp bakınca, küçükken oynadığımız evcilik oyunlarındaki o basit kurgular –“sen anne ol, sen baba, sen çocuk ol”– bugünkü aşk ilişkilerinden daha sahici geliyor.

Marx’ın yabancılaşma kavramı, bu tabloyu keskin bir şekilde görünür kılıyor: İnsan, kendi emeğine olduğu gibi kendi duygularına da yabancılaşıyor. Kendi sevgimizi bile dışarıdan bakarak ölçer hale geliyoruz: “İlişkimiz sosyal medyada ne kadar beğeni aldı?”, “Sevgilim bana ne kadar pahalı bir hediye aldı?”, “Onunla görünmek statümü yükseltiyor mu?” gibi sorularla aşkın özünü tüketiyoruz. Birbirimizi sevmek yerine, birbirimiz aracılığıyla onaylanmaya çalışıyoruz. Günümüzde aşk bile sözleşmeye bağlanıyor, sevgi bile taksitlendiriliyor, fiyat biçiliyor.

Sistem tahakküm ilişkilerini üretiyor
Ama bu süreç, aşkı bütünüyle yok etmiyor; yalnızca biçimini bozuyor. Fabrikadan çıkıp sevgilisine yürüyen işçinin cebindeki terli mendil, varlıklı bir çiftin lüks bir restoranda ödediği hesaptan çok daha gerçek bir sevgi göstergesi olabiliyor. Dersliklerde hoşlandığın kişiyle denkleştiğinde yüzünün kızarması ve heyecanlanma duygusu gerçekliğini koruyor. Kapitalizmin gölgesinde bile aşk, zaman zaman bu pazar mantığını delip geçen küçük isyanlarla, içten dokunuşlarla, birlikte geçirilen yoksul ama özgür anlarla varlığını sürdürüyor.
Kapitalizm yalnızca aşkı metalaştırmakla kalmıyor; romantik ilişkilerin içine çeşitli tahakküm biçimlerini de yerleştiriyor. Çoğu zaman fark etmesek de ilişkiler güç dengeleriyle örülü. Özellikle kadınlar ilişkilerde duygusal yükün taşıyıcısı haline getiriliyor. Kadınlar, partnerinin duygusal yaralarını iyileştirmek, kriz anlarında ilişkiyi ayakta tutmak, bakım vermek ve sürekli bir “duygusal düzenleyici” rolü üstlenmek zorundaymış gibi bir fikirle büyütülüyor, bu role mecbur bırakılıyor.

LGBTİ’lerin ilişkilerinde de baskı farklı şekillerde işliyor. Kapitalist toplum, heteroseksüel olmayan aşkı sürekli “uygun” kalıplara sokmaya çalışıyor. İki erkek ya da iki kadının aşkı bile reklam afişlerinde, film klişelerinde heteroseksüel ilişki dinamiklerini taklit etmeye zorlanıyor. Maskülen-feminen rolleri yeniden üretmek, “ideal çift” görünümü vermek için bile mücadele edilmesi gerekiyor. Kapitalizm, LGBTİ’lerin aşkının özgürleşme potansiyelini törpüleyip onu da pazarın onayladığı biçimlere indirgiyor.

Güç ilişkileri yalnızca cinsiyetle sınırlı değil; sınıfsal farklar da romantik ilişkilerde bir tahakküm alanı yaratıyor. Ekonomik olarak güçlü partnerin sözünün geçtiği, daha çok karar verdiği ilişkilerde aşk eşitlikten uzaklaşıyor. Yaz dizisi gibi tınlasa da yoksul bir işçi, zengin bir partnerle birlikteyken kendi özgürlüğünü, duygularını savunmakta zorlanıyor; aşk bile bir “hizmet ilişkisine’’ dönüşüyor.

Özgürleşmiş bir dünyada aşk
Ama bütün bunlara rağmen, inanıyor ve biliyorum ki sevginin içinde her zaman bir direniş tohumu taşınır. İnsanlar birbirini gerçekten dinlediğinde; gücün tek elde toplanmadığı, duygusal yükün tek taraflı yüklenilmediği bir bağ kurduğunda, kapitalizmin çizdiği sınırların ötesine geçebilir. Eşit, özgür ve karşılıklı fedakarlıkların olduğu bir ilişki, küçük de olsa bir özgürleşme pratiği yaratır; aşkı pazarın gölgesinden çıkarır.

Özgürleşmiş bir dünyada aşk, bugünkü gibi rekabetin, gösterişin, güç dengelerinin bir aracı olmayacak. İnsanların birbirini tanıma, birbirine yaklaşma biçimi algoritmalarla, reklam sloganlarıyla değil; gerçek karşılaşmalarla, özgür iradeyle, eşitlikle örülecek. Kapitalizm altında kırpılmış, korkuya ve sahiplenmeye sıkışmış sevgi biçimleri, kolektif bir dünyada nefes alacak, büyüyecek.

Komünist bir toplumda aşk, bir sözleşmenin ya da piyasa değerinin değil; iki insanın yan yana yürüyebilme cesaretinin adı olabilir. İlişkiler bir mülkiyet ilişkisine dönüşmez; kimse kimseyi “sahiplenmez”, birlikte özgürleşmenin yolları aranır. Eşit paylaşım, ortak yaşam ve karşılıklı bakım, aşkın yeni dilini yaratır. Alexandra Kollontai’nin dediği gibi, “özgür aşk”, ancak özgür bir toplumda filizlenir; sevgi, kimsenin kimseye zincir vurmadığı bir dünyada gerçek anlamını bulur.

Belki bir ders çıkışı birbirine bakan gözlerde, belki bir meydanda aynı sloganı haykıran ellerde, belki bir şarkının aynı dizesinde buluşan yüreklerde... Aşk, piyasanın pırıltılı vitrinlerinden değil, emekle, dayanışmayla, ortak özgürlük hayaliyle örülür. Ve o gün geldiğinde, aşk ne “satın alınacak” ne de “performans göstergeleriyle” ölçülecek bir şey olacak; yalnızca kalplerin birbirine dokunduğu, dünyayı değiştirme arzusuyla yan yana geldiği gerçek bir bağ olarak yaşayacak.

Görsel: Canva Pro yapay zeka görsel oluşturma aracı

İlgili haberler
Mutlu aşk yoktur

Şebnem İşigüzel’in Duygu Asena Kadının Hâlâ Adı Yok roman ödüllü kitabı Gözyaşı Konağı Ada 1876 “hüz...

Mutlu aşk mümkündür

Nuray Sancar, '14 Şubat Sevgililer Günü'ne ilişkin yazdı: Aşk, ne düzene ne birbirinin kötücül heves...

Aşkın belleğine kadınlar ortaktır

Kadın dilli şiir denizi kuruydu Hafız’ın İran’ında. Su oldu Furuğ. Ardından ılık nefesiyle doldurup...