AKP’nin hazırlayıp 336 milletvekili imzası ile TBMM’ye sunduğu Anayasa’nın 24. ve 41. maddelerini değiştirecek Anayasa değişikliği teklifini yazımızın 1. bölümünde çeşitli yönleriyle ele almıştık. Özellikle 2011 yılından sonra sürdürdüğü politikalarla cinsiyetler arasındaki ayrımcılığı derinleştiren ve ataerkil tahakkümü artıran AKP yapacağı değişiklikle kadınlara, çocuklara, LGBTİ’lere ne söylüyor, 2011 yılından sonra adım adım nasıl hayata geçirdi politikalar üzerinden bakmaya devam ediyoruz…
Eğer, AKP iktidarı boyunca kadınlara ve çocuklara yönelik olanlar başta olmak üzere anlatılan icraatlar, tanıtılan projeler gerçekten AKP iktidarının kamuoyuna gösterdiği yüzünde anlatıldığı gibi olsaydı, en az 2012 yılından beri Diyanet İşleri Başkanlığınca başlatılan Sıbyan Mektebi uygulaması ile eğitilen 4-6 yaş arası okul öncesi çağdaki çocukların, sonrasındaki süreçlerde zihinsel gelişimlerinin şahlanması gerekirdi.
Nitekim Sıbyan Mektepleri Diyanet TV’de şöyle tanıtılıyor: “2013 yılında 10 ilde pilot uygulamayla başlayan program kısa sürede Türkiye’ye yayıldı; kursların sayısı üç bine ulaştı. Programın öncelikli hedefi, çocukların yaşları gereği ihtiyaç duydukları gelişim süreçlerine katkıda bulunmak ve onlara değerler eğitimi vermek. Diyanet’e bağlı 4-6 yaş Kur’an kursları Milli Eğitim Bakanlığının okul öncesi eğitimlerine yönelik oluşturduğu mevzuata ve yönetmeliğe uygun şekilde planlanıyor.”
Sayısının “üç bine ulaştığı” haber verilen Sıbyan mektepleri, gerçekten “çocukların yaşları gereği ihtiyaç duydukları gelişim süreçlerine katkıda” bulunan ve “onlara değerler eğitimi” veren yerler olsaydı, 4-6 yaş arasında buralara devam eden çocukların son derece sağlıklı zihinleri, hayat dolu gülücükleri ve etrafa taşan cıvıl cıvıl sesleri olurdu.
Oysa, sıbyan mektebi denilen bu okul öncesi kuran kurslarına devam eden çocuklarda gözlemlenen sorunları aktaran Psikolog Birsen Civelek “Biz yetişkinler için bile anlamlandırması zor olabilen soyut kavramların, çocukların hayatına hazır olmadıkları bir zamanda girmesi çocuklarda birçok psikolojik zorluğa neden olabiliyor. Özellikle tek tanrılı dinlerin birçoğunda bulunan “her şeyi bilen ve gören olma” kavramının anlaşılması önemli. Çocuklar “her şeyi gören, her şeyi bilen Tanrı” kavramı ile karşılaştıklarında başa çıkamadıkları bir gözetlenme hissi ile yaşamaya başlıyor. Bu durum hayatlarının her anında korku ile yaşamalarına neden oluyor. Bu korku ise gece kabusları ile gelen uyku bozuklukları, altını ıslatma, gündüzleri ise başa çıkamadığı yoğun korku ve kaygı nedeni ile kendini düzenleme becerilerinde zorlukların görülmesine sebep oluşturuyor.” sözleriyle durumun vahametini gözler önüne seriyor.
Çocukların sağlıklı algı düzeyini aşan okul öncesi yaşlarda dini eğitim adı altındaki kuran kursları /yurtları denilen ortamlarda akıl almaz istismar olaylarına maruz kaldıkları, istisna olmayan çok sayıdaki olayla defalarca ortaya çıktı. Anayasa’nın 41. maddesi son cümlesi “Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır. “Açık hükmüne karşın, bilimsel eğitim ve pedagojik formasyonu olan yüz binlerce öğretmen kadrosuz, işsiz beklerken, dini eğitiminden başka -bu eğitimin niteliği de çok tartışmalı olan- çoğu imam hatip okulu mezunu, çocuk eğitimiyle ilgisi olmayan eğiticilerin ellerine teslim edilmesi bile tek başına büyük bir sakınca ve çocuğun zararına bir durum iken, bunun devlet eliyle sürdürülmesi tasarlanmış bir gelecek kıyımından başka bir şekilde yorumlanamaz.
Ayrıca dini eğitimin 4-6 yaş okul öncesi çocukları yönelik kursların devlet eliyle organizasyonu ve hiçbir hükümet dışı bağımsız ve şeffaf denetime tabii olmaması zaten yeterince güvensizlik yaratmaya yeter de artar bile.
Öte yandan, bir tarikat vakfı kurucusunun kendi kızını 6 yaşında evlendirebildiği ve bu durumun tesadüfen kolluğa yansımasından sonra ilgili bakanlık tarafından 2 yıl süreyle kamuoyuna duyurulmadan nasıl soruşturma sürecinde bekletildiği, iki yıl boyunca faillerin ifadesinin bile alınmadığı bir gerçek olarak ortadayken, ebeveynlerin ve halkın AKP iktidarının Anayasa hükmünün gereği olan “koruma” yükümlülüğünün çocuklara ne zaman, nasıl, ne şekilde yerine getirildiği hakkında ciddi korku, endişe ve adalete güvensizlik yaşamasından doğal ne olabilir?
20 yıllık AKP iktidarları süresince diğer yığınla sorunu bir yana bıraksak bile çocuklara karşı kamusal yükümlülüğün sadece Müslüman Sünni inancın 4 yaşından itibaren devlet eliyle pedagoji biliminin ilkelerine aykırı bir şekilde küçücük zihinlere empoze edilmesi bile başlı başına, tedavisi, bıraktığı derin travmatik izler deneniyle neredeyse imkansız, en hafifinden uzun vadeli bir halk sağlığı sorunudur. Sonuçlar ortada; aynı türden eğitimden geçen tarikat yöneticisi 6 yaşındaki kızını evlendirmekten çekinmediği gibi, kamuoyu tepkisi yoğunlaşıp gözaltına alınınca kelli felli, sarıklı cübbeli koca koca adamlar, failleri savunmakla yetinmedikleri gibi, üstüne üstlük bu iğrenç ve kabul edilemez durumu ortaya çıkaranları “azgınlık”la suçlayacak kadar cüretkâr ve rahatlar! Peki neden acaba? Korunacaklarından ve cezalandırılmayacaklarından çok emin oldukları için!
ÜCRETSİZ BAKIM EMEĞİ, UCUZ EMEK, SÖMÜRÜ CENNETİ…
Kadınlar ve çocuklar neden bu kadar önemli, çok açık. Şöyle ki “dünyada ücretsiz bakım emeği ile yaratılan değer 10,8 trilyon dolar. Bu, teknoloji endüstrisinin yarattığı toplam değerin üç misli.”
Türkiye’de ise 2020 istatistikleri kadınların iş gücüne katılım oranlarının yüzde 31 olduğunu gösteriyor. Prof. Yıldız Ecevit’in değerlendirmesine göre “Tersinden okursak bu, çalışabilecek yaştaki kadın nüfusun yüzde 69’unun iş gücü dışında kalması demek. Kadınların iş gücüne katılımının düşüklüğü, onların istihdam olanaklarının çok uzağında kaldığının önemli bir göstergesi. İstihdam edilenlerin oranı ise daha da düşük; yüzde 26,3. Oysa istihdam, hele ücretli olduğunda, kadınlar ve erkekler arasında mevcut toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin giderilmesinde önemli bir araç. Aynı zamanda bir güçlenme aracı.”
Türkiye’deki ücretsiz bakım emeğinin yarattığı değeri bu yüzde 69’luk istihdam dışı kadın nüfus oranından az-çok tahmin edebiliriz. İstihdam dışı kaldığında “ücretsiz bakım emeği”, istihdama katıldığında ise “ucuz emek” olan kadın emeği sadece “aile”nin değil, tüm hayatın, üretimin, devletin, “temeli”. Böylesine muazzam bir ücretsiz bakım emeği ile böyle ihtiyaç olduğunda el altında olan “ucuz emek” cenneti, bitmez tükenmez bir “kaynak”; önemli olmaz mı? Petrolden, doğal gazdan, elektrikten vb. daha önemli ve daha ucuz, çoğu zaman bedava!.. Özellikle de emek sömürüsünün sistemin işleyişinin temeli olduğu bu düzende.
Çocuklar neden önemli? Bilindiği üzere “çocuk”un embriyo halinden doğumuna, bakım, beslenme, eğitim, gözetme ve diğer işlerine koşma gibi bütün temel ihtiyaçları anne üzerindedir. Çocuk aynı zamanda, ayırt etme yetisi geliştikten itibaren de hukukun iradesine sonuçlar bağladığı bir bireydir. Öte yanıyla da aileden, toplumdan ve kamudan aldığı mirası (mülkiyet, din, kültür, ideoloji vb.) taşıyacak, kendisinden sonrakilere aktaracaktır. Bu nedenle bugün doğan çocuk 18 yıl sonra cezai ve hukuki ehliyeti -istisnalar dışında- tam olarak aynı zamanda oy kullanacak, aldığı aile ve toplumsal eğitimle ve edindikleriyle toplumun ideolojik ve siyasi dokusunu oluşturacaktır. Bu nedenle o, doğduğu andan itibaren “eğilecek yaş bir ağaç”tır. Büyük anneler değil ama “atalar” böyle söyler. Ona “ne ekilirse” ondan “o biçilecek”tir. O nedenle de toplum dokusunu oluşturma uğraşının en önemli “nesne”lerinden biridir. Bu nedenle siyasal iktidar için çok önemlidir.
BU GİDİŞ HİÇ DE ‘HAYIRLI’ BİR GİDİŞ DEĞİL!
Şimdi tekrar, Anayasa değişikliği konusuna dönersek, değişiklik getiren her iki madde önerisi de “kadın” ve “çocuk” ile ilgilidir. Yukarıda anlatılan nedenler, bu ilginin başka yönleri olsa da önemli bir yönüne işaret ediyor.
24. maddeye eklenmek istenen “Temel hak ve hürriyetlerin kullanılması ile kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanılması, hiçbir kadının başının örtülü veya açık olması şartına bağlanamaz. Hiçbir kadın; dinî inancı sebebiyle başını örtmesi ve tercih ettiği kıyafetinden dolayı eğitim ve öğrenim, çalışma, seçme, seçilme, siyasi faaliyette bulunma, kamu hizmetlerine girme ile diğer herhangi bir temel hak ve hürriyeti kullanmaktan ya da kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanmaktan hiçbir surette yoksun bırakılamaz. Bu nedenle kınanamaz, suçlanamaz ve herhangi bir ayrımcılığa tâbi tutulamaz. Alınan veya verilen bir hizmetin gereği olan kıyafet söz konusu olduğunda Devlet, ancak dinî inancı sebebiyle kadının başını örtmesini ve tercih ettiği kıyafetini hiçbir surette engellememek şartıyla gerekli tedbirleri alabilir.” şeklindeki öneride sözü edilen hangi kadındır, bu önemlidir.
Her ne kadar, TBMM’nin resmi sitesindeki kanun teklifi tanıtım metninde “Teklif ile, temel hak ve hürriyetlerin kullanılması ile kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanılmasının hiçbir kadının başının örtülü veya açık olması şartına bağlanamaması, …”ndan bahsedilmekte ise de değişiklik önerisinin güvenceler içeren bölümünde “başı açık kadın…”dan hiiiiç bahsedilmemektedir!
Bahsedilen kadın; “…dinî inancı sebebiyle başını örtmesi VEYA tercih ettiği kıyafetinden dolayı…” şeklinde tanımlansaydı, başörtüsü veya diğer her türlü kıyafeti giyen kadından bahsettiğini söyleyebilirdik.
Ancak, öneri metni o kadar dikkatle tasarlanmış ki, bahsettiği kadın “… dinî inancı sebebiyle başını örtmesi VE tercih ettiği kıyafetinden dolayı…” (sayılan) ayrımcı uygulamalara karşı net bir şekilde korunacaktır.
Ve hatta “…Alınan veya verilen bir hizmetin gereği olan kıyafet söz konusu olduğunda Devlet, ancak dinî inancı sebebiyle kadının başını örtmesini ve tercih ettiği kıyafetini hiçbir surette engellememek şartıyla gerekli tedbirleri alabilir.” Hükmüyle de bu korumayı “…kadının başını örtmesini ve tercih ettiği kıyafetini hiçbir surette engellememek şartıyla...” da tedbirlerle pekiştirebilecektir.
Bu “tedbirler”in neler olabileceğini hayal gücüne bırakmaya gerek yok; çok yakınımızdaki İran’a bakarak somut bir şekilde alınacak “tedbirler”i görebiliriz. Masha Amini’nin, başını örtmediği için değil; “devletin tarif ettiği şekilde” örtmediği için gözaltına alınarak öldürülmesinden, yarın alınacak “tedbirler”in neler olacağını şimdiden ayan beyan görebiliyoruz. Başkaca bir kanıta ihtiyaç yok!
Değişiklikler TBMM veya referandumla Anayasa hükmü haline geldikten sonra, bu değişiklikler doğrultusunda ilgili bütün yasalarda buna göre değişiklik yapılacak, “tedbirler” yasa ile ayrıntılar ise yönetmelikle düzenlenecektir.
Koşullar bizi oraya kadar götürürse, nasıl “aldandığımızı” geri dönüşü olmayan bir şekilde anlamış olacağız.
Geri dönüşü olmayacak; çünkü bugüne kadar yasal düzeyde İslami temelde yapılan hak ve özgürlük kısıtlamalarına, Anayasa’ya aykırı, insan haklarına aykırı diye pek çok yönden hukuk mücadelesiyle birlikte karşı koyabiliyor, en azından itirazımızı, düşüncemizi açıklayıp, kısmen de olsa yayabiliyorduk.
Bu değişikliklerden sonra ise Anayasa Mahkemesi’ne bile bu kapsamdaki bir yasal nedenle bireysel başvuru yapamayacağız! Düşünün ki, “alınabilecek tedbirler” arasında “başörtüsü ve tercih edilen kıyafet” yasayla tarif edildi. Bunun dışındaki kıyafetle, sokağa çıkılamayacağı düzenlendi. Nasıl giyinileceği de yönetmelikle ayrıntılandırıldı. Tıpkı Masha Amini gibi sokağa çıktınız. Artık geçmiş olsun! Yasal hiçbir savunmanız kalmıyor. Sonuçlarını bugünden hiçbirimiz kestiremeyiz. Ama bu gidişin hiç de “hayırlı” bir gidiş olmadığını şimdiden kesin olarak söyleyebiliriz.
EŞİTLİĞİ TAMAMEN ORTADAN KALDIRMA HAMLESİ
Anayasa değişikliği önerilerinden diğeri ise evlilik birliğini Anayasal düzeyde tanımlama ihtiyacı duyuyor. Ne gerek var, denebilir. Ama buradaki ihtiyaç, esas olarak adından söz edilmeksizin LGBTİ bireylerin, yani kadın-erkek evliliği dışındaki cinsel yönelim ve tercihlere dayanan birlikteliklerin bastırılmasına, baskılanmasına Anayasal bir zemin sunma ihtiyacını karşılıyor.
Bunu yaparken “tuzak” olarak nitelenebilecek bir “eşitliğin yok edilmesi” girişimi var. Şöyle ki;
“Madde 41- Aile, Türk toplumunun temelidir. Evlilik birliği, ancak kadın ile erkeğin evlenmesiyle kurulabilir ve (eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar. (Ek fıkra: 7/5/2010-5982/4 md.) Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir. (Ek fıkra: 7/5/2010-5982/4 md.) Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.” (Ek fıkra: 7/5/2010-5982/4 md.)
Görüldüğü gibi, “bir tuşla hak katliamı” diye nitelenebilecek bir durum söz konusu ki, bunu sadece bir “hak” kaybı olarak tarif etmek çok yetersiz kalacaktır. Çünkü, bu değişikliğin geçmesi, Medeni Kanun’un kişi, aile ve mirasla ilgili bölümlerinin tamamen, sil baştan değişmesine sebep olacaktır. O denli tehlikeli, o denli “olağanmış” gibi görünüp, sonuçları öngörülemez derecede vahim bir rejim değişikliği getirebilecek belirsiz, ucu –açık değil- karanlık bir döneme evrilebilir.
Bir başka “Anayasal” sorun daha ortaya çıkacaktır. Bu değişikler yapılabildiği takdirde yapılan değişiklikler, Anayasa’nın “Kanun Önünde Eşitlik” başlığı altındaki 10. maddesi ile birbiri ile çelişik hükümler haline gelecektir.
Anayasa’nın 10. maddesi,
“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
(Ek fıkra: 7/5/2004-5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010-5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.
(Ek fıkra: 7/5/2010-5982/1 md.) Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”
Hükümlerini içeriyor.
Oysa, yine aynı Anayasa’nın 41. maddesindeki (değişikliğin yapılmış olduğunu varsayarsak) “evlilik birliği içinde kadın erkek eşittir” hükmünün (pratikte) bir kıymeti olmayacağı gibi, AY 24. maddede yapılacak değişiklikte açıkça güvencesiz bırakılmış olan “başörtüsü ve tercih ettiği kıyafeti” dışındaki kıyafetleri ve yaşam tarzını tercih eden ‘öteki’ kadınların aile birliği içindeki “eşitliği” de bir hayli kuşkuludur. Çünkü, “Evlilik birliği, ancak kadın ile erkeğin evlenmesiyle kurulabilir” olduğu için, ama bu ifadenin bir kadınla mı birden fazla kadınla mı olabileceği net olmadığı için ve resmi nikah olmaksızın dini nikah yapılması suç olmaktan çıkartıldığı için bu maddedeki “kadın ile erkeğin evlenmesi”nin nasıl geniş (!) yorumlanabileceğini düşünmemek imkansız!.. Bu nedenle “evlilik birliği içinde kadın ve erkek eşittir” hükmünün pratik yaşam gelişmeleri içinde hiçbir kıymeti harbiyesinin kalmayabileceği mümkün ve kuvvetle muhtemeldir.
Diğer çok önemli boyut, bu değişiklik önerilerinin her ikisinin de Anayasa’nın “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. maddesinde tanımlanan,
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. “
Hükmü içinde yer alan, özellikle AKP TBMM eski başkanından başlamak üzere değişik zaman ve şahsiyetlerce açıkça hedefe konduğu ifade edilmiş olan laiklik ilkesinin bu değişiklikler yapılabildiği takdirde artık fiilen ve tamamen ortadan kaldırılmış olacağıdır. Zira kadın ve çocuklarla ilgili ulaşılacak olan Anayasal zemin, laik eğitim ve laik hukuk, laik sosyal hayat düzenlemelerinin ortadan kaldırılmasına da yol verilmiş olacaktır.
OLAĞAN BİR GERİCİLEŞTİRME DEĞİL, SİNSİCE TASARLANMIŞ BİR ADIM!
Sonuç olarak, daha pek çok yönüyle deşifre edilmesi ve durdurulması için cesur, güçlü ve yaygın mücadelelerle TBMM gündeminden çıkarılması gereken bu girişimi asla olağan bir gericileştirme adımı olarak hafife almamak gerekir.
Çünkü bu sinsice tasarlanmış değişiklik önerisinin, artık elindeki bütün olağan yönetme araçlarını tüketmiş durumdaki AKP iktidarının sık sık Anayasayı ihlal etmekle tebarüz etmiş bir iktidar olarak, hukuk dışılıkları normalleştirerek, bunu sağlamak için her türlü kirli yöntemin havada uçuştuğu bir yönetim pratiğiyle ve yoğun, sistemli, sürekli, çok yönlü baskılarla ayakta kalabildiği bir döneme denk gelmesi tesadüf değildir.
Geçmişin mücadele deneyimlerinin, mevcut durumun, gündelik rutinlerin yarattığı ‘iyimserlik’ ve saldırıların yoğunluğunun yarattığı ‘olağanlaştırma’ eğilimi, bu ambalajı iyi tasarlanmış değişiklik önerilerinin arkasından gelecek ağır baskı ve kölelik zincirlerinin görünürlüğünü azaltabiliyor. Bu nedenle bu girişimin çok iyi deşifre edilmesi, TBMM’de bırakalım yeterli çoğunluğu sağlaması, gündeme alınmasının bile engellenmesi için militan bir aydınlatma mücadelesinden başkaca bir çıkış yolu görünmüyor.
Her kadına, lailk yaşam tarzını önemseyen herkese, çocuğunun yarınını dert edinen her ana-babaya, özgür ve eşit yaşamak isteyen her kadına, gence, itilip kakılmak istemeyen her yaştaki herkese tehlikenin boyutlarını göstermek tarihsel bir varoluş mücadelesi olacaktır.
Fotoğraf: Ekmek ve Gül
İlgili haberler
AKP’nin anayasa değişiklik teklifi bize ne söylüyo...
Yasa önünde eşitlik, insan ve kadın haklarımız, laik hukuk, eğitim, sosyal ve kamusal hayat gidecek,...
Anayasa değişikliği tartışmalarına yanıtımız: Açık...
Anayasa değişikliği doğrudan kadınların yaşamlarını ilgilendirirken, değişiklikte kadınların görüşü...
ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ: Lafta eşitlik, anayasada ayrı...
Başörtüsü tartışmalarının ardından Erdoğan’ın gündeme getirdiği anayasa değişikliğinin içeriği ortay...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.