Akşamın son seferini yapan minibüsle, Etlik’te bir tepeyi sahiplenmiş gecekonduların ortasından, ağır ağır yukarı tırmanıyoruz. Mahalleye çalışan belediye otobüsü kalkmayacak dediler. Vasıta bulduğumuza şükrederek, can havliyle bu minibüse atladık. Şoförümüz, yola çıkmadan önce, çetin bir işin arifesinde olduğunu hissetmiş gibi, arı kovanı sesi çıkaran radyoyu kapattı, gözlük camlarını sildi. Gözlüklülere güvenirim, belli bir nedeni yok. İçerideki ışıkları da söndürünce, sus pus olup, tavandan yeşilimsi bir ışık sızdıran led lambaya kaldık; görünmez yolun hayalet yolcuları... Aralarında tek kadın ben… Sabahtan beri yağan kar yolu iyice tutmuş. 50 santim falan olmalı. Bu daha mevsimin ilk karı... Her yağdığında böyle olacaksa… Yıllardır iki kuruşu denkleyip elden düşme bir araba almayı bile becereme, elinde ne varsa boşanmaya razı edeceğim diye kocana ver, sonra da böyle dağ başında yaşa. Gerçi kimse zorlamadı, kendi elimle yaptım ne yaptımsa. Hesabıma göre, az önce inen üç kişiden sonra, şoförle beraber altı kişi kalmış olmalıyız. Yanında bir erkek olmaksızın gece vakti yollarda olmanın huzursuzluğu…
Kuralsız, düzensiz çatılmış evlerin aralarından, bir bahçe hortumu gibi kıvrıla büküle geçen yol insana rahat bir nefes aldırmıyor. Buralar bir başkente dâhil… İnanmak zor... Silecekler cama hücum eden karın hızına yetişmeye çalışırken tedirgin bakışlarım sağı solu, yokuşun taa yukarılarını tarıyor. Her gün işe gidip gelirken gördüğüm bildik karaltılar neredeyse silinmiş. Sadece belediyenin geçen hafta yolun kenarına diktiği tek bacaklı, ışıklı pano capcanlı; tepesinde kocaman “Başbakanımız Teşekkürler” yazıyor. Başbakan, gururlu bir gülümsemeyle gözünü ufka çevirmiş. Az da yere çevirse ya… Resmin altında; “Ankara Sana Minnettar!” Panonun ayaklarının dibinde ıhlaya tıslaya geçiyoruz. Çok minnettarız… Minibüsün farlarının önündeki birkaç metre küplük tekinsiz boşluk, biz ilerledikçe tekrar tekrar oluşuyor. Arkada bıraktığımız şehir çok eskilerde kalmış bir huzur adası gibi. Daha yarım saat önce Kızılay’da sıcak bir restorandaydım. Tayini çıkan bir arkadaşımıza veda yemeği verdik. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamışım bile. Ben ayrılırken herkes kaygısızca oturuyordu masanın etrafında. Dışarıda, kar değil de neşeli yıldızlar dökülüyor gibiydi gökten. Ana güzergâhlardaki asfalt tuzlanmıştı, yola otomobillerin farlarından ışıklı kolyeler takarak akıyordu trafik. Kaldırımlarda yürüyenler, şakalaşanlar, kartopu oynayanlar…
Buralara ise, kar mutsuz, yol kör, insan yalnız gibi dokunaklı sözler yakışıyor ancak. Şimdiden özledim şehri… Ev uzak olunca, arkadaşlardan bırakayım diyen de çıkmıyor artık.
Aralıklarla belirir gibi olan ve sonra hemen kaybolan sağdaki elektrik direklerinin ölgün ışığıyla var olabilen yolumuz, minibüsü, şoförü ve bizi stres testine sokmuşçasına daha da dikleşiyor. Şoför, virajlar arasındaki mesafeleri tecrübesiyle aşağı yukarı tahmin ediyor olmasa her an bir bahçe duvarına ya da gecekonduya bindirebiliriz. Motordan gelen ses sinir bozucu bir hırıltıya dönüşüyor. Sağ salim eve ulaşabilecek miyim? Ya o karanlık arsayı nasıl geçeceğim? Taşındığımda mevsim yazdı. Gecekondu dense de adına, tek katlı, bahçe içinde müstakil ev… Üstelik mahalledeki diğer gecekondulardan uzak… Çok önemsediğim “bireysel hayatımın” bir sigortası… Çevredeki ağaç, çiçek, toprak kokusu aklımı almış; kuru, yavan, renksiz Ankara’dan sonra bir vaha… Budalayım ben. Romantik ve budala… Ayağımın dibindeki borunun üflediği, bacaklarımı kavuran, oradan da vücuduma yayılan harlı ısı terletmeye başladı. Korkak değilim aslında… Yıllardır yalnız yaşayan kim? Ama gecenin bu vaktinde beş erkeğin arasında olmayı kafaya takıyorum işte... Sadece ve sadece kadın olmaktan kaynaklanan, içselleştirilmiş, aşağılık bir korku… Ya şarap kokuyorsam? Gece vakti dışarılarda gezen bir kadın. Üstelik içkili… Daha da beteri; dul. Minibüstekilerin arasında tanıyan var mıdır ki beni? Vardır… Mahallede herkesin, herkes hakkında, her şeyi bildiğine eminim. Olan bitenden habersiz biri varsa, o da ben… Atkımı, ağzımı kapatacak şekilde sıkıca boynuma doluyorum. Vıcık vıcık ter…
Telefon… Adres listesindeki “155 Polis İmdat”ı aranmaya hazır hale getiriyorum; çaresizlik işte… Bu havada polis falan gelemez buralara. Önümde oturan adam yaşlı... Binerken şoföre lastiklerinin kalitesini sordu. Kar lastiği amca, cevabını aldıktan sonra, acelemiz yok, sen gene de ağırlak git deliganlı, deyip koltuğun köşesine büzüldü. Canın yaşı yok, hep tatlı. Deliganlıya kalsa uçacak ama bu arabayla ancak kaplumbağa hızını yakalayabilmişiz. Yaşlıyı, ilk kalemde eliyorum; bana gücü yetmez. Yanında oturansa daha çocuk; annesi sayılırım. Şoförü tanımıyorum ama gözlüklü. Hem bu mahallede yaşadığını sanmam. Bizi tepeye bırakıp geri dönecektir. Böylece kalıyor arkadaki iki kişi. Binerken birini gördüm tek kolu askıdaydı. Yanındakine anlatıyordu; belediyede işçiymiş, kaymış kolunu mu kırmış, incitmiş mi ne öyle bir şey. Ya hiç konuşmayan, yanındaki? Bizden önce gelip arkaya oturmuş olmalı.
Tepedeki küçük meydanın elektrik direğinin solgun ışığı uzaktan göründüğünde, yaşlı adam, sağda eğle deliganlı, deyip yerinden kalkıyor. Ancak bir ceket boyunda, bej rengi sentetik kabanın, yıkanmaktan tüyleri eprimiş kapüşonunu kaldırmış, minik örgü takkesi tepesinde. Atkısı eldiveni yok.
Hazır yolu kavramışken durmasak da tepeden aşağı insen dayı, diyor şoför.
İnemem yaşlıyım, yolum uzun, diyor beriki yalvarır gibi.
Şoför çaresiz, yokuştaki arabanın direksiyonunu iyice sağa kırınca, tekerler yana birikmiş kar yığınının içine garç diye oturuyor. Adam bize dönüp, cümleten iyi yolculular, dedikten sonra kalkıp büyük bir temkinle iniyor aşağı. Ankara-Kars yolcusuymuşuz da bir kişiyi köyünün yolunda indirmişiz duygusuna kapılıyorum. Onun eksilişiyle artan tedirginliğimi örtbas etmek istercesine sağ ol, diye bağırıyorum arkasından. Eyvallah dayı, diyor şoför de… Tipiden görünmeyen muhtemel bir eve doğru bacaklarını kara saplaya çıkara uzaklaşıyor adam. Durmuşken ben de ineyim abi, diyen genç çocuk da ardından atlayınca, minibüste üç yolcu kalıyoruz. Arkadaki kırık kollu, hemşerim, diyor şoföre; işin zor, bunun bir de yokuş aşağı dönüşü var.
El mecbur napacaksın, diyor şoför, arabayı patrona teslim etmem lazım. Yukarıda zincir takacağım her ihtimale karşı…
Araba kendinin değilmiş. Demek başkasına çalışıyor. Ekmek parası işte…
Saplandığımız kardan çıkamayınca, söylenerek aşağı atlayıp, elleriyle tekerin önündeki karı temizlemeye çalışıyor. Elleri üşüdükçe ovuşturup devam ediyor. Bir süre sonra, sabırsızlanan arkadaki yolcu kalkıp aşağıya iniyor. Orta boylu, şişmanca. Nihayet profilden görüyorum yüzünü. Pis bıyık, basık burun. Sevmedim tipini… İner inmez, şoförü eğildiği yerden kaldırıp, öyle olmaz böyle olur der gibi sağa doğru tekmelemeye başlıyor saplandığımız karı. Şoför ister istemez yana çekiliyor. Adam her nedense arada bir minibüsün içine doğru kaçamak bakışlar atıyor. Benim oturduğum yere… Üstüme kondurmamaya çalışsam da nafile… Tekeri engelleyen kar tepesini adeta döve döve eritiyor. Minibüse çıkarken, bembeyaz karın üzerine küfredercesine kallavi bir balgam tükürüp boğazını temizliyor. Sırtım ürperiyor. Bütün duyularım alarmda ama yüzüme sakin bir ifade vermeye gayret ediyorum. Adamın bakışlarını ensemde hissediyorum. Ben de gözümü koltuğuna yerleşmeye çalışan şoförün ensesine dikiyorum, güvenebileceğim tek noktaymışçasına… Bu arada dudaklarımı ısırmışım farkında değilim; ağzıma kan tadı geliyor. Minibüs hırıltılı bir kaç hamlenin ardından, yeniden ilerlemeye başlıyor. Sağ salim bir ineydim… İnsan haddini bilmeli, buralarda yaşamak herkesin harcı değil, benimse hiç değilmiş. Babamdan miras kalan parayı, üvey anneme kaptırdığıma yanıyorum. Nasıl da nazlanmıştı: Bu ev bana Muhittinimin hatırası, parayla değişilmez ama sana da kıyamam. Cahil diye beğenmediğim kadın benden kat kat akıllıymış. O, şehirde mis gibi ev aldı oturuyor. Ben? İner inmez koşmaya başlarım. Yok yok, panik yapmamalıyım. Zaten elimdeki şu poşetle ne kadar hızlı koşabilirim ki? Şoförden yardım istesem... Ya kimsenin niyeti kötü değilse, benim kuruntumsa? Keşke çantama bir bıçak koysaymışım. Saçmalama! Et kesmeyi bile beceremezsin… Neden bu kadar geç vakte kaldın?
Minibüs zoru başarıyor, sağ salim tepeye ulaşıp, elektrik direğinin altında duruyoruz. Şoför kapıyı açıyor inelim diye. Kendisi de arabadan atlayıp vakit kaybetmeden arka taraftaki bagaj kapısına yöneliyor, zincir takacak galiba. Biraz rahatlıyorum.
İki yolcu da indikten sonra ağırdan alarak ben de çıkıyorum. Kırık kollunun yanındaki, yüzüne doğru savrulan kardan kurtulmak için montunun yakalarını ağzına doğru çekiştirip duruyor. Çok çirkin… Yüzü kesinlikle kötü insan yüzü… Atkısı yok, eldivensiz elleri, kaba saba. Ellerini görmek tedirginliğimi iyice artırdı.. Karıları, kızları, yazın kapı önlerinde toplaşıp dantel öreceklerine, şu adamlara birer atkı eldiven örseler daha makbule geçermiş diye yersiz bir düşünce geçiyor aklımdan. Böyle durumlara psikologlar, kişinin içinde bulunduğu yoğun stres halini inkâr etmesi diyorlardır herhalde. Gitmekte ağırdan alıyor sanki… Dönüp;
Yardım ister misin zincire, diye soruyor şoföre.
Sağ ol, alışığım, beş dakkada takarım, diyor beriki.
Kolay gelsin o zaman, deyip, tam da benim gideceğim yöne doğru ağır ağır ilerlemeye başlıyor. Kırık kollu da sağlam kolunu havaya sallayarak kendince vedalaştıktan sonra, karşı istikamete… Meydandaki berber, manav, bakkal, hepsi kapanmış, kahvehane bile. Bari o açık olsaydı. Gözlerim mahallenin köpeklerini arıyor. Köpekten korkarım oysa… “Yolunu kaybedene köpek sesi bülbülden tatlı gelir” diye bir söz mü vardı? Yoksa da ben uydurdum işte... Ama sesleri de kendileri de ortada yok köpeklerin. Şu beni görür görmez peşime takılan yaşlı, topal kangala bile razıydım oysa. Kaç kere karnını doyurdum, şimdi eve kadar ardımdan ağır aksak yürüse fena mı olurdu? Atkımı, beremi çekiştirerek, telefonu açıp kapatarak, poşeti bir elimden diğerine geçirerek oyalanıyorum. Bekliyorum ki adamlar uzaklaşsın ben de evime gideyim. Şoför, zincirin birini yere sererken, hâlâ direğin dibinde durduğumu fark edip, eğildiği yerden bir şey söyleyecekmiş gibi başını çeviriyor, sonra vazgeçiyor. Ona hesap vermek zorundaymışım gibi, telefonu göstererek; kardeşim almaya gelecek, onu bekliyorum, diye bir yalan uyduruveriyorum. Özellikle bağırıyorum ki gidenler de duysun. Adamlar gözden kaybolunca, telefonu kulağıma götürüp; haa tamam o zaman, ben eve doğru yürüyorum, karşılaşırız, diyorum. Şoför zincirlerle meşgul, günahını aldım belki. Züppelik yapmayıp şurada bir iki kişiyle komşuluk yapsaydın, şimdi kapılarını çalıp birinin eve kadar eşlik etmesini isteyebilirdin. Bunlar sana, rahmetli Muhittin Usta’nın kızı, hiç babasına çekmemiş, burnu kaf dağında haspam, diyorlardır eminim.
Çoğunun ışığı sönmüş, bacalarındaki dumanı can çekişen evlerle çevrili meydan bitiyor. Göreli emniyet hissim de… Bedenim, minibüsten beri ince ince yoklayan ikinci dalga korkuyu göğüslemek üzere yay gibi geriliyor. Arsanın ayak değmemiş karlarına dalarken, dönüp arkama bakıyorum; minibüsün silueti belli belirsiz. Önümdeyse, karın cirit attığı tekinsiz boşluk… İleride, benim bahçe duvarının kenarındaki elektrik direğinin kar tanelerine yansıyan ışığı hayal meyal görünüyor; içinde ince kristal parçalarının tozduğu ışıklı ve mutlu bir çember gibi… Bir an evvel ulaşmalıyım oraya.
Adımlarımın karda çıkardığı gacırtıdan bile ürkerek birkaç metre ilerledikten sonra, arkamdan gelen biri varmış hissine kapılıyorum. Hırıltılı bir nefes sanki… Beynim, yüreğime oyun oynamaya mı başladı? Hızlanmaya çalışıyorum ama dizkapağıma kadar karda bu hiç kolay değil. İş işten geçmeden, geri minibüse binsem, şehre dönsem? Dönebilsem bile, bu saatte evli barklı insanların kapısını çalıp zoraki misafirlik dilenmek… Evime ulaşmaktan başka çarem yok. Bu lanet arsadan da yine hiçbir vasıta geçmemiş. Bir ayak izi bile yok içine basabileceğim. Bir ara, arkamdaki hırıltılı soluk alış verişi yok oluyor. Kulak kesiliyorum, yanılmışım demek ki. Ama yeniden başlıyor hırıltı. Minibüsteki adam? Yoksa sokağa girer gibi yapıp saklandı mı duvar arkasına? Şoför? O olamaz, zincir takıyor. Hiç tahmin etmediğim biri? Belki rüzgârın sesidir. Bu havada aklı olan insan böyle bir işe kalkışır mı? Sıcak evleri dururken… Kötü için bunlar engel değil, kurt bulanık havayı sever. Hızlanmaya çalışıp başaramamak, duyduğum paniği büyütüyor. Hani sen korkak değildin? Sağduyunu avucunun içine al ve korkuyla yüzleş! Ya geri döndüğümde heyula gibi bir adamla karşı karşıya gelirsem? Tatlı su cesuru… Şu halimle, bir cüceyle bile baş edemem. Minibüse bindiğim yerdeki market tam kapanırken apar topar satın aldığım, içinde bir kangal sucuk, ekmek, bir kilo soğan ve yumurta olan poşetin altı kara sürünmekten yırtıldı. İçindekiler patır patır dökülüyor. Poşetten geriye kalanları göğsüme bastırıyorum. Yürüyüşümü daha da yavaşlatıyor bu. Sonunda, safra atar gibi bırakıveriyorum hepsini… Böylece daha hızlı ilerleyebiliyorum. Arkamdaki, istese şu ana kadar bana yetişemez miydi? Akıllıca bir soru. Sakin ol. Geriye bakma. Yol bitmek üzere. Eve doğru son birkaç adım… Gücümü son noktasına kadar zorlayarak yaptığım bir hamleden sonra, ayaklarım birbirine dolanıyor, yığılıyorum karların içine. Omzumdaki çanta benden geriye düşmüş. Dönüp almam lazım. Ama cesaret ister. İlerlemeliyim. Güçlükle doğrulup birkaç adım daha attıktan sonra tekrar yığılıyorum. Dermanım tükendi. Kurtlara teslim olmuş bir kuzu gibiyim. Değil direnmek, buna yeltenecek dahi mecalim yok; yeltenmiyorum. Saldıracak, tecavüz edecek, öldürecek her ne ya da kimse, bir kaygı olmaktan çıkıyor. Her şeyi kaybedeceğini hissettiği anlarda, insanın hayatı bir film şeridi gibi geçermiş gözünün önünden. Benimkinden geçmiyor. Hiç öyle öyküsel bir an değil bu... Boşlukta, yer çekiminden kurtulmuş bir bedenle hafifledikçe hafifliyor ve yükseliyorum. Tek algıladığım, ağzımdaki tuhaf tat. Bir zamanlar içtiğim zemzem suyuna benziyor. Öldüm sanırım. Cennet?.. Pek ıssızmış.
Belki bir an, belki daha uzun bu hiçlik sonrasında kendime geldiğimde, duyularım yeniden canlanıyor. Ellerimde kar soğuğu… Kulaklarım arka taraftan gelen bir hışırtı algılıyor. Göz ucuyla arkama bakıyorum; kocaman beyaz bir köpek… Az önce fırlattığım poşeti didikliyor.
Derin bir nefes alıyorum yaşamdan; bir şükür gibi… Çantam? Gidip düştüğü yerden alıyorum. Köpek, kar yiyor. Sucuk yakmış ağzını. Benimle ilgilenmiyor bile...
Nihayet evime ulaşıyorum.
Sabah elektrikler kesik miydi? Değildi; çamaşır makinesini çalıştırmıştım. Koridorun ışığını kapatmamış mıyım?.. Ama, pencereleri, ışıkları, ocağı mutlaka kontrol ederim çıkmadan önce.
Peki, dış kapının üzerinden sızan bu ışık?..
…
Gayriihtiyarî dönüp baktığım meydanda kar minibüsün egzoz dumanından kalanları da yutmak üzere... Motor homurtusu ve zincir şıngırtıları gecenin içinde hızla kaybolmakta…
Öykünün yazarı Ayla Şenel kimdir?
1957 Kayseri doğumlu. İktisat doktorudur. 1981-2010 arasında, bankacılık sektöründe çeşitli kademelerde görev aldı. Çeşitli öykü yarışmalarından kazanılmış dereceleri ve Yüksekten ve Paraşütsüz (2017) isimli bir öykü kitabı var. Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi Yayın Kurulu üyesi. Evli ve iki çocuk annesidir.
İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kırda bir pazar
Küçük bir kız çocuğunun öyküsü bu. Yasemin Yazıcı’nın kaleminden hayatın acımasızlığı ile çok erken...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kulaktan Kulağa
Annesinin o gün kulağına fısıldadığı; yıllar sonra bir akademisyen olduğunda “erkeklik çalışmaları”...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.