GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Çığlık
Sonraki gün bu kirli odada gözlerimi açtığımda gırtlağım delinmişti. Ellerim, bu bilinmez çukurda gezindi günlerce, korktu, titredi, kana bulandı, görüntümü aklıma çizmeye çalıştı…

Burada, nerdeyse her zaman yapış yapış bir nem içinde dolaştığımız koridorda yalnızca biz yaşıyoruz: gırtlağı delik kadınlar. Buraya nasıl getirildiğimi bilmiyorum, ama hatırladığım kadarıyla kapıdan sürüklenerek sokulurken ürpertici bir çığlıkla damgalamıştım dünyayı, hatta düşmanımın sinirleri bozulmuş. “Bağırma lan” diye tekmelemişti, zaten esir aldığı bedenimi. Artık sesim yok. Nefesim, kestirme bir yol bulup ardında bıraktıklarını unutan arsız bir çocuk gibi akciğerlerimden gırtlağıma süzülüyor, sonra gırtlağıma açılan delikten çıkıp gidiyor, ses yok, çığlık yok. Örneğin; plastik bir poşete hızla nefes veremiyorum artık -çocukken hıçkırık tuttuğunda yapardık ya- Aslında bunu denemedim değil, poşeti gırtlağıma dayayıp göğsümü şişirdim… Olmadı… Vazgeçtim bende, yapacak bir şey yok.

Bana bunu neden yaptılar bilmiyorum. Hatırladığım, insan azmanı iki adamın kollarında, ayaklarım yerde sürüklenerek elektronik kapılardan geçirilişimdi. Masmavi bir kurdeleyle boyunlarına astıkları kartları okutarak açmışlardı kapıları. İşte tam o sırada, bu çıldırtıcı güvenlik ve elektronik çağında, ilkel atalarımın yaptığı gibi çığlığımla damgalamıştım dünyayı, hatırladınız mı?

Çığlık; korku, karşı koyma, yardım isteme, acı, var olduğunu hatırlatmaydı.

Sonraki gün bu kirli odada gözlerimi açtığımda gırtlağım delinmişti. Ellerim, bu bilinmez çukurda gezindi günlerce, korktu, titredi, kana bulandı, görüntümü aklıma çizmeye çalıştı… Evet, kızıl bir çukurdu parmağımın usul usul kaybolduğu yer. Hâlâ göremedim ama biliyorum çığlığımı o kızıl çukura gömdüler. Geç anladım, sıradan bir husumetten değil, eğitimini alarak, üzerinde düşünerek yaptılar bunu. Aslına bakarsanız işlerini yaptılar yani, yoksa beni tanımazlar, nasıl gülerim nasıl yemek yerim bilmezler, örneğin ağlayan insanların beni çıldırttığını, arsız bir küfürbaz olduğumu, azıcık içimin aktığı her adamla seviştiğimi, hasımlarımı- şimdilik- düşlerimde öldürdüğümü bilmezler.

Buraya getirildiğim ilk günlerde korkmuştum, Nazilerin gaz odalarında yok ettiği insanlar gibi, ya da geçenlerde okuduğum romandaki dayı gibi bedenimi eksilte eksilte mi yolcu edeceklerdi beni dünyadan. Ama korktuğum gibi olmadı, onların istediği yalnızca sesimizmiş anladım. Simge, Ilgın ve diğerleri… Aysel dışında hepimizin az çok mürekkep yalamışlığı var, işte bu yüzden sesimizi kaybettiğimizden beri küçük bir defter ve kalem taşıyoruz ceplerimizde. Ah Aysel, onun için her şey daha da zor, içimizde okuma yazma bilmeyen tek kişi de o. Başkasının yerine,yanlışlıkla getirilmiş buraya, gerçek, gırtlağı delindikten sonra anlaşıldı. Şimdi bir de onun başına gelenlerden kendimizi sorumlu tutuyoruz. Kocasına, çocuklarına bakıp itiraz etmeden, sessizce yaşamış bu güne değin. Üstelik en acısı artık arayıp soranı da yok. Oğulları yurtdışında işçiymiş, zaten uzun zamandır gelmiyorlarmış memleketlerine.

Sesimizi alıp gırtlağımız iyileştiğinde bizi sokaklara salacaklar yeniden, peki o zaman Aysel ne olacak? Gidecek evi de yok. Buradakilerden biri işaret dili diye bir not düştü geçenlerde defterine, bakalım, fakat yine de onu anlamak için hepimizin işaret dili öğrenmesi gerekecek. Tüm bunları nereden mi öğrendim. Yemeklerimizi dağıtan o duru bakışlı çocuktan. İçlerinde yalnızca o, bize iyi davranıyor. Gerçi, karşılıklı odaların dizildiği loş koridorda da ondan başkasını gözlerim seçemiyor. Diğerleri koridorun karanlığından bir parçaya dönüşüyor kapıyı aralarken. Yemeklerimizi bir köpeğin önüne bırakır gibi masaya iteleyip gidiyorlar. Yüzleri zaten kapalı. Sonra, koridorun sonundaki kaygan, yapış yapış boşluğa götürüldükten sonra kaybolanlar var aramızda. Bazıları gırtlağımızı orada deldiklerini söylüyor ama ben inanmıyorum. İçten içe çığlığımızı yutan karanlıktan korksam da aldırmıyorum. Artık sesim yok, işte bu yüzden korkacak bir şey de yok. Son bir yılımı zehir eden çığlık bir gecede elimden alındı. Kim bilir size söyleyemesem de bende rahatlamış olabilirim başıma bin türlü bela açan çığlıktan kurtulduğum için. Her şey bir yıl önce başladı, aynı otobüste yolculuk ettiğimiz adam, olduğu yere yığılınca ürpertici bir çığlıkla tepki gösterdim. Otobüstekilerin hepsi şaşkınlıkla bir bana, bir bayılan adama bakıp kaldılar. Yere serilen sıska bedenin üzerine eğilip “Neyin var” dediler. “Açım” dedi adam. Yolcular arasındaki fısıldaşma yapış yapış bir merhamet maskesiyle çoğalıp otobüse yayıldı.- Merhamet, bizi gerçeklerle yüzleşmekten uzak tutan bir maskedir kahrolası yaşamda.- Aç adamın omzuna dokunan bir kadın “Bu günlük bana gel, doyurayım seni” dediğinde içimin derinlerinden gelen bir acıyla, yeniden, çığlık atmaya başladım. Üstelik bu, insanın içini oyan çığlığa dövünmelerim de eklendi. Dur durak bilmez sesim tüm otobüs yolcularını çılgına çevirdi. Arkalardan biri “Aç adamla mı ilgileneceğiz bununla mı, terbiyesiz,” dedi ve ilk durağı bile beklemeden, apar topar otobüsten attılar beni.İşte o gün hepten unuttuğum bir şeyi hatırladım, çığlık.

Burada günler aynı şekilde geçiyor. Sabah özenle yapılan pansumanın ardından tüm gün yatak. Öğleden sonra – yasal yollardan koyulmayan kuralların büyük bir zevkle ihlaliyle-koridorda toplanıp başımıza gelenleri anlamaya çalışıyoruz. Birbirimize geçmişi anlatıyoruz, elbette yazarak. Eskiden keyifle okuduğumuz çizgi romanlardaki duygu işaretlerini bir bir hatırlayıp notlarımıza ekliyoruz. Küfür etmek istediğinde kurukafa çiziyor bazılarımız. Kaç kişi olduğumuzu tam olarak bilemiyorum. Gırtlağı yeni delinenler en az üç gün odasından çıkarılmıyor. Onlara kalsa bizi de yan yana getirmeyecekler fakat sesimizin olmaması kayıtsız davranmalarını sağlıyor sanırım. Geçenlerde Aysel’i yatağında iki büklüm buldum, yanına iyice yaklaşınca yanaklarından süzülen yaşları fark ettim. “Neden” demek-yazmak- çok aptalca olacağından rahatlayana kadar ağlamasını bekledim. Biliyor musunuz hıçkırıklara boğulacak kadar çok ağladı ama hıçkıramadan. Son günlerde çok sinirli, yemek yemiyor, bizimle ilgilenen görevlilere eline geçen her şeyi fırlatıyor, bizse resim çizerek onu anlamaya çalışıyoruz. Fakat bu pek mümkün görünmüyor. Yalnız çay saatlerinde, buğulu bardağı avucunun ortasına alıp çenesine dayadığında biraz rahatlamış görünüyor. Ona sık sık dokunuyoruz, ses olmadan her şey zor, bunu çok iyi biliyoruz, onlarda biliyor… Örneğin öpüşmeyi hiç sevmeyen bir kadın olmama rağmen Aysel’in acılarına onu öperek yakınlaştığımı biliyorum. İlk günlerde yalnızca sarılmakla yetinirken artık bildik bir sevecenlikle öpüveriyorum yanağını… Önceleri o da şaşırıyordu elbette… Ne de olsa biz yetişkinler için hayli zordur başkalarına dokunmak. Bugün elektrik kesildi. İçimizde karanlıktan deli gibi korkanlar varmış anladım. Koridora koşanlar sağa sola çarpa çarpa sıcak bir vücut bulana kadar birbirini aradı. Duru bakışlı, nemli gözlerle odadan odaya koşturmuş karanlıkta… Şaşırdık, içlerinde bir tek o, yüzünü maskeyle örtüp kendini gizlemiyor. Bize acıdığını düşünüyorum. Ses tellerim yerinden koparılıp alındı.Onca suskunun arasından uç veren buses… Duru bakışlı delikanlı… Yine de onu sevmek istemem. “Kaç yaşındasın?” “Yirmi.” Fakültedeki halim…Genç, duygusal. “Dışarıda kar fırtınası var,” yazıyorum defterime, gülüyorlar.

Aysel bir ok gibi odasından fırlıyor. Kaç gündür yataktan çıkmıyordu, seviniyoruz. Elinde tuttuğu parlak cisimle koridorun sonuna koşuyor. Şaşkınız, orada, ilerde, duru bakışlının odası var. Bugün nöbetçi o. Kapılar açılıp çarpılıyor. Koşuyoruz. Aysel çocuğu teslim almış, delikanlının çığlıkları koridoru çınlatıyor. Bizde ses yok. Ağzını kapatıyor içimizden biri, bir başkası odanın kapısını kilitliyor. Tekmelenen kapı kırılıyor, onlarca maskeli odaya doluşuyor. Yumruklar, tokatlar yağmur gibi iniyor bedenlerimize. Ses yok. Küfrediyorlar, yanıt yok. Aysel’i saçlarından sürüyerek çıkarıyorlar. Kaç kişiler, kaç kişiyiz? “Bu akşamlık bana gel, doyurayım seni.” Çığlık, yok. Saçlarımı ellerine doluyor. Dişlerim… Ağzım kan dolu. “Gırtlağını kapat da gebersin.”Kim konuşuyor? Yattığım yerde gözlerimi aralıyorum. Aysel’in ayakları koridorun sonunda kayboluyor.
“Dışarda kar fırtınası var.”

*Bu öykü yazarın Yapı Kredi Yayınlarından çıkan Evlerin Yüreği kitabında yer alıyor.

8 Mart 2011 - 17.10

ŞENAY EROĞLU AKSOY KİMDİR?
Öyküleri ve çeşitli edebiyat yazıları kitaplık, Notos, Özgür Edebiyat, Sözcükler, BirGün Gazetesi Kitap Eki'nde yayımlandı/yayımlanmakta. Evlerin Yüreği adını verdiği öykü dosyası 2012 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. 2013 Haziran ayında Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan Yeraltına Mektuplar adlı kitapta Onat Kutlar'a yazdığı mektupla, 2013 Ağustos ayında Aylak Adam Yayınları tarafından basılan Bağzı Şeylere Öyküler adlı kitapta "Uzun ve Yoksul" adlı öyküsüyle, 2014 yılında Alakarga Yayınları tarafından basılan Karla Karışık adlı kitapta "Pencere" adlı öyküsüyle, 2015 yılında Notos Yayınları tarafından yayımlanan Geri Dön Hayat adlı seçkide "Mavi" adlı öyküsüyle yer aldı. Gece Çığırtkanları adlı ikinci öykü kitabı 2015 yılı Ekim ayında Yapı Kredi Yayınları tarafından basıldı. 2016'da Evlerin Yüreği adlı öykü kitabının ikinci baskısı yine Yapı Kredi Yayınları tarafından yapıldı.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Soğan da doğramıyordum ama

“Yüzümü anama dönüp ‘Sonunda doğru bir cümle kurdun ama bu sana yetmiş yıla mal oldu be anam’ dedim....

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Van Gogh sarısı

Zeytin ağacının dibinde açıverdi ışıl ışıl gözlerini Sevda. ”Toprağın kızı” dedi Ayşe kadın, “Bu top...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Bir günde kader yazılmaz

Anita hamile olduğunu Luca’ya söylediğinde genç adam dondu kaldı. Ne mutluluk, ne üzüntü… Hesapta ol...