977 Yılında, İtalya’nın güneyinde sarışın bir oğlan ve aynı gün Mısır’da bir kız dünyaya geldi. Mayısın altısıydı. Bahar İtalya’da yumuşak bir serinlikle sürerken Mısır çöl sıcağıyla boğuşuyordu. O yıl üst üste Nil nehri taşmış, sel baskını ekinlere zarar vermişti. Kuraklığın ardı kıtlıktı ve ölümdü. On iki aileden oluşan köy halkı son çare olarak topraklarını terk etmeye karar verdi. Kervan hazırlığı yaptılar, denize yakın bir yere gitmek üzere yola çıktılar. Orada ne yapacaklarını bilmeseler de ılık esecek rüzgârdan, ağlara takılacak balıklarla karınlarını doyurmaktan başka bir şey düşünemiyorlardı şimdilik. Çocuklar, kadınlar zayıftı, güçleri tükenmek üzereydi. Geceleri ateşleniyorlardı. Denize ulaşmak hiç kolay değildi. Arada sonu görünmeyen engel vardı. Kayaları eleyip kuma döndüren, canlıları susuzluktan öldüren acımasız çöldü engel. Gündüz ilerlemek imkânsız gibiydi. Akşamları çıkan keskin soğuk da yolculuğu çekilmez hale getiriyordu. Yolcular suskundu. Her birinin aklından su, ekmek, yumuşak yatak geçiyordu. Yaşamak istiyorlardı. Karnı gerilmiş, dudakları sarkmış Esma Hatun’un ise tek isteği erkek çocuğu doğurmaktı. Aylardır taşıdığı yükün, çektiği ağrıların bir an önce sona ermesi için sürekli dua ediyordu.
Deve üstünde ilk derin sancı geldi. Kendini tutamayıp çığlık attı Esma. Hayvanlar aniden huysuzlanıp ayaklarını kuma sapladılar. Bu işareti anlayan kadınlar gözleriyle anlaştı. Esma’nın kocası Zeyd’le kardeşi Bekir’in çadırı kurması kısa sürdü. Kadın devenin üstünden adımını attığında bacaklarının arasından incecik su süzülüyordu. Zor olacaktı doğum. Üç ezan vakti geçti. Kadın artık sadece ölümü düşünür olmuştu. Doğursa ve ölse... Keşke… Bir ara annesi alnını okşadı. “Kader” dedi ve gitti. Gözlerini açtığında kapkara saçlı bir kafa gördü. Hafifçe kalkıp gülümsedi ama boşuna. Kız doğurmuştu. Yine kız doğurmuştu.
O an aklını yitirecekti nerdeyse. Doğumu yaptıran Hüma Hatun’un koluna yapıştı:
“Kuma gömelim kızı, ne olur biz gömelim. Öldü de onlara.“
Hüma Hatun kara kanlı bebeği elinden bırakamadı. Eti seğiriyor, aç dudakları meme bekliyordu kızın. Nasıl kıyacaktı? Çadırın dışında sevinçli haber bekleyen gölgeler, ayaklarının dibinde kum fırtınasını fısıldayan kıpırdanma, kucağında her şeyden habersiz bir bebek. Neydi bu başına gelen? Dördüncü kızını da, Esma’yı da istemeyecekti Zeyd bundan böyle. Geleneklere göre kendine ikinci eş seçecekti.
Sabah ayini çanı çalıyordu. Kadın tombul bir erkek çocuğunun müjdesi ile çektiği tüm acıları unutuverdi. Şimdi yanaklarını sevinç gözyaşları ıslatıyordu. Başını kiliseye doğru çevirerek Baba, oğul, kutsal ruh adına haç çıkararak şükranlarını sundu. Kabul olunmuştu dileği. Bir gün, bir gece boyunca paskalya bayramında mum yakmak için gittiği Meryem Ana şapeli aklına geldi. Rahibe onun üzgün ve umutsuz halini görünce, karnını okşayarak:
“Yüce annemizi düşün. Ondan yardım iste,” demişti.
Asil aileye bir erkek torun vermişti. Sonunda onlarla aynı sofraya oturabilecek ve adıyla hitap edilebilecekti. “Anita” diyeceklerdi. Aylardır karanlık bir odada geçirdiği günler bitecekti belki de. Bu güzel bebeğin yüzünü görür görmez her şeyi unutacaklardı. Biricik oğulları Luca tavşan avında mantar toplayan bir köylü kızı Anita’ya âşık olmuştu. Evlenmek istediğini ailesine açıklayınca kadın oturduğu koltukta bayılıvermişti. Luca annesinin yapmacık davranışını çok iyi bildiğinden gülerek:
“Üzgünüm anne. Boşuna numara yapma. Bu kez senin istediğin olmayacak. Evleneceğim.”
Ancak Luca babasıyla göz göze geldiğinde kararsızlık ve endişe içinde kalmıştı. Adam sırtını döndü oğluna. Sadece:
“Madem o kızla evlenmeyi bu kadar istiyorsun, sonuçlarına katlanırsın,” dedi.
Luca kapıdan çıktığında Anita’dan başka hiçbir şey düşünmüyordu. Ormandaki eve sabaha karşı vardı, Anita’nın odasına gizlice girdi. Kız yatağın içinde uyumamış, sanki Luca’yı bekliyordu. Sarıldılar. Anita atın arkasında tanımadığı bir adamın beline kollarını dolayarak yepyeni hayata doğru koşuyordu. İlk gecelerini terk edilmiş bir kulübede geçiren iki âşığın yüzü gülüyordu. Kavuşmuşlardı işte. Yeryüzünde bundan büyük mutluluk yoktu.
Luca Anita’yı Toscana’daki malikânelerine götürürken yolda hiç konuşmadı. Ailesinin onları nasıl karşılayacağını merak ediyordu. Ulu ağaçların dallarından süzülüyorlar, rüzgâr genç yüzlerini üşütünce daha sıkı sarılıyorlardı birbirlerine. Luca’nın kulağına babasının sözleri geliyordu arada. Açıkçası korkuyordu. Sınırsız arazileri verimli topraklardı. Bugüne kadar rahat yaşamış, ava çıkmaktan, içki içmekten başka hiçbir şey yapmamıştı. Babası yıllardır dedelerinden kalan mirası korumayı bilmiş, akıllı biriydi. Otoritesi de annesinin saçma kaprislerine pek benzemezdi. Evlatlıktan ret edilebilir ve bunca zenginlikten bir anda mahrum kalabilirdi.
Gümüş sofra takımının süslediği, kandillerin aydınlattığı görkemli avizenin altında akşam yemeğini yiyen anne ve babasının karşısına cesurca çıktı Luca. Ancak Anita yanında değil arkasında duruyordu. “İyi akşamlar,” derken sesi titredi. Baba lokmasını çiğnemeye devam etti, oğlunun yüzüne bakmadı. Annesi bakışlarını Anita’nın üzerinde gezdirmeye başladı. Çelimsiz, bakımsız bir köylü kızıydı gördüğü. Tavşan avlarken ormanın azgın yeşilliğinin içinde sapsarı saçlar Luca’ya ilginç gelmişti olsa olsa. Kısa bir sanrı anı, hoşa gitme, hepsi bu. Kadın dudağının kenarına alaylı gülümsemesini yerleştirerek omuzlarını dikleştirdi.
Malikânenin içinde Anita’nın yok sayılması gurur kırıcı, aşağılayıcı davranışlar o akşamdan sonra hiç değişmedi. Luca’nın eşi olarak kabul görmeyeceği gerçeği hizmetçiler aracılığı ile sık sık kendisine hatırlatıldı. Karanlık tavan arasında geçirdiği günler ona korkunç geldi. Toprağa alışık ayaklarına bakarak ağaçların arasında özgürce dolaşmalarını unutamadı bir türlü Anita. Luca önceleri yanında kalıyordu. Bir süre sonra odanın havasızlığını bahane edip gelmez oldu.
Anita hamile olduğunu Luca’ya söylediğinde genç adam dondu kaldı. Ne mutluluk, ne üzüntü… Hesapta olmayan, planlanmamış bir şeydi bu. Bir bebek mi?
“Sakın,” dedi,”kimseye ağzından tek kelime kaçırmayacaksın.”
Karnı günden güne büyüyen Anita keder içindeydi. Başına gelenlerden sonra yaşadığı pişmanlık onu kahrediyordu. Babası aklına geldikçe öfke duyuyordu, öfke. O değil miydi tüm bunların sebebi? Sabahları şarapla güne başlayan adam akşama doğru kör kütük olur, sudan bahanelerle Anita’yı döverdi.
Yutkundu Anita. Bunları artık düşünmemeliydi. Hatırladıkları geçmişte kalmalı, tombul sarışın oğluyla mutlu yaşamalıydı. Hayallere dalarak uyuduğunda Luca’nın anne ve babası bebeğin haberini almış, çoktan harekete geçmişti. Bebek kaçırılıp tapınak şövalyelerinin manastırına verilecek, ondan sonsuza dek kurtulacaklardı. Bu kısa süreli macera sır olarak kalacaktı. Asil kanlarına yaraşan yeni sağlıklı torunlar verecek gelinleri olmalıydı. Anita’nın doğurduğu yarısı köylü kanı olan bebek aileleri için utançtan öteye gitmezdi.
Hüma Hatun çadırın içinde hurma dalını gördü. Birini bebeğin ağzına verip susturdu. Kızın yüzünü kapayarak dışarı çıktı.
“Allahuekber,” dedi,” bebek cennete gitti.”
Allah’tan gelen her şeye razı olmak emirdi onlara. Ve karşı konulmaz, isyan edilmezdi. Sessizce başlarını eğdiler. Kimselere bebeği vermedi Hüma Hatun. Kervanın uzağında bir yere çocuğu bıraktı.
“Hacer’i nasıl koruduysan, bu bebeği de öyle koru,” diyerek geri döndü.
Kaskatı tevekkül sahibiydi Hüma ama Esma Hatun o günden sonra hiç konuşmadı ve uyuduğunu gören olmadı.
Anita bebeğinin kaçırıldığını anlayınca saçlarını yolmaya başladı, kollarını, bacaklarını yumrukladı. Taş duvarları kamçı yerine koyup sırtını kan gölüne çevirdi. Cezasını çekmeliydi.
Kumların üstünde buldukları kızın Müslüman olduğunu anlayan Rahip Tanrı’dan bir işaret saydı. Bu gözler sadece çölde doğanlarda olurdu. Toskana’dan aldıkları sarışın bebeği kucağında taşıyan Rahibeye seslendi:
“Bir bebek daha geldi.”
“ Kader,” dedi, rahibe, “yazılırken hiç kimseye sorulmuyor. Bir günde de yazılmıyor.”
Fatma Nuran Avcı kimdir?
1966 Aksaray doğumlu. Anadolu Üniversitesi İktisat mezunu. 2012’den bu yana öyküler yazıyor, kitap
ve yazar tanıtımı yapıyor. Ürünleri Notos, Edebiyatist, Vagon, Lacivert, Edebiyat Nöbeti, Roman
Kahramanları, Ihlamur gibi dergilerde yayınlanıyor. 2016 Nilüfer Belediyesi Yaşar Kemal Öykü
Yarışması’nda “Son Cevizlik” adlı öyküsü birinci oldu. “Beştaş” adlı öyküsü kısa film yapıldı. Evli, bir kız,
bir erkek çocuk annesi. İzmir’de yaşıyor.
İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kevser’in kıllarla dansı
‘Babam bir hafta sonra gelebildi; uçak parasını denkleştirememiş. Kapıcının evinde yatıyordum. Yüzüm...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Soğan da doğramıyordum ama
“Yüzümü anama dönüp ‘Sonunda doğru bir cümle kurdun ama bu sana yetmiş yıla mal oldu be anam’ dedim....
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Van Gogh sarısı
Zeytin ağacının dibinde açıverdi ışıl ışıl gözlerini Sevda. ”Toprağın kızı” dedi Ayşe kadın, “Bu top...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.