Babasına göre gül mevsiminin başında, anasına göre soğan koparma ayında doğmuştu Sevda. Filizkıran fırtınaları dinmiş, bağ bahçe canlanmış, gürül gürül akan köpüklü sular sakinleşip durulmuştu. Buğdayların toprağı çoktan itip boy vermeye başladığı güneşli günlerdi. Bahçeye ektiği fasulyelerin köklerini çapalayıp havalandırmak, ardından da sırıklarını dikmek için kazmasını kaldırdığında başlamıştı Esme’nin doğum sancısı. Karnını tutarak yığılıverdi nemli toprağın üzerine Esme. Yan taraftaki bahçede patateslerini çapalayan Ayşe kadın, yerde sancılar içinde kıvranan Esme’yi görmeseydi, Esme oracıkta doğuracaktı gözlerinin rengini bahçenin yeşilinden alan kızını.
Ayşe kadın bir koşu gelip kaldırdı Esme’yi yığıldığı toprağın üzerinden, kenardaki zeytin ağacının dibine taşıdı. Altına gübre çuvallarını, çuvalların üstüne de peştamalını serdi. Zeytin ağacının dibinde açıverdi ışıl ışıl gözlerini Sevda. ”Toprağın kızı” dedi Ayşe kadın, “Bu topraklar gibi cömert, onlar gibi verimli olur inşallah.” Kuşağının katındaki çakısını çıkardı, göbeğini kesti; çiçekli şalvarını sıyırıp sardı bebeğe, verdi anasının kucağına.
Esme, soğuk bir kış gününde mis gibi kokan sıcak somun ekmeği bağrına basar gibi yasladı kızını göğsüne. “Sevda, Sevda’m o benim.” dedi kokusunu içine çekerek.
Ayşe kadın sesi çıkabildiği kadar bağırdı ırmağın ötesindeki tarlada çift süren Hüsmen Ağa’ya. “ Çabuk söyle, Mehmet bıraksın öküzlerin koşumunu, hemen gelsin, karısı Esme doğurdu.”
Ses dalga dalga yayıldı, Mehmet’in kulağına ulaştı. Mehmet, öküzlerinin saman çitini kapıp geldi. Esme’yi çitin içine oturttu, yüklendi çiti. Bebeği de Ayşe kadın taşıdı eve kadar. Bahar bereketini göstermiş, bir can daha çoğalmışlardı.
Ekinler büyüdü, soğanlar köklendi, üzümler salkım salkım asıldı bağlarda. Keçiler oğlaklarını kattı yanına, meyveler salındı dallarda sarı sarı. Sevda bebek kundaklanıp getirildi tarlaya, bahçeye. Kimi bir incir ağacının, kimi de bir elmanın dalına asıldı beşiği; elmalarla, incirlerle yan yana. Uzaklarda meleşen kuzuların sesi ninni oldu kulaklarında. Anasının topraklı elleriyle tuttuğu terli memesini emip kuş cıvıltılarıyla uyudu doğanın kucağında. Uyudu ve büyüdü.
Zeytin yeşili iki gözle baktı dünyaya. Günebakanların dibinde koştu, buğday başaklarının içinde oynadı. Karıncalarla arkadaş, çekirgelerle dost oldu. Annesi patates, fasulye, kabak çanaklarını açtı, Sevda tohumları attı açılan çukurlara. Erik çiçeklerinden taç, buğday başaklarından kolye yaptı Sevda’sına Esme. Su yürüyen ağaçlardan düdük, bahçenin çamurundan oyuncak, eski elbiselerinden bebek…
Büyüdü Sevda, okullu oldu, siyah önlük içinde koştu okulun bahçesinde. Arkadaşlarıyla mendil kapmaca, yağ satarım bal satarım oynadı. Kalem tuttu minicik parmakları, yazılar yazdı çizgili defterlere. Pekiyi ile dolu karneler getirdi anne-babasına.
Kışlar bahara, baharlar yaza döndü. Soğanlar ekildi, soğanlar koparıldı. Kaç filizkıran fırtınası, kaç gül mevsimi geçti. Geçen zaman, fidan gibi bir boy, sarı sarı saçlar verdi Sevda’ya. Bir de yeni düşler. Uzak okullara gitmeli, sarı bir kardelen olmalıydı başını karlar altından uzatan.
Arkadaşlarının kimi özenen kimi kıskanan bakışlarını, annesinin hüzünlü gözlerini, günebakanların bükük boyunlarını ardında bıraktı, dibinde doğduğu zeytin ağacına veda etti. Tren düdüklerine, trenin bacasından yükselen dumanlara karışıp gitti Sevda elinde küçük bir bavulla. Bir sözü vardı geride bıraktıklarına, doktor olup dönecekti köyüne.
Anası hep özledi kızını, toprak kokan nasırlı ellerini sarı buğday başaklarında gezdirdi kızının saçlarını okşar gibi. “Yeter ki kızım okusun, biz cahil kaldık kırda, kıraçta. Sayılı gün dediğin nedir, çabuk geçer.” diye avuttu kendini, dizlerini toprağa dayayıp avuç açtı göklere, dualar etti can parçası için.
Boşa çıkarmadı Sevda nasırlı ellerin, çatlak dudakların duasını. Sıvaları yer yer dökülmüş, tavanı akan devlet yurdunda saman sarısı sayfalar çevirdi sabahlara kadar. Gece ilerledi, duvarlar üstüne geldi ama yılmadı Sevda. Gözleri uykuyla buluştuğunda doktor olduğunu gördü düşlerinde. Evinin duvarlarını Van Gogh sarısına boyadı. Bahçesinde hercai menekşeler büyüttü, mimozalar çiçeğe durdu. Anasıyla buğday tarlalarında koştu.
Uyudu düş gördü, uyandı ders çalıştı Sevda, kemikler, kaslar inceledi. Kadavraların kolunu, bacağını kesti. İlaç kokularıyla genzi yandı. Genzi yandıkça köyünün mis gibi havası tüttü burnunda. Sonunda bir diploması, birçok hastası oldu. Anası davet verdi tüm konu komşuya. Günebakanlara, karıncalara, buğday başaklarına anlattı kızının doktor olduğunu, toprağa fısıldadı. Kuşlara yem attı, dibinde doğduğu zeytin ağacına yetiştirdi güzel haberi. Köyün yüksek tepesindeki kutsal bilinen Çatalağaç’ın dibinde kurban kesip kanını alnına sürdü Sevda’sının, kimselerin nazarı değmesin diye.
Düşlediklerinin çoğunu gerçekleştirmişti Sevda. Şimdi başkalarının hayata tutunabilmeleri için çalışıyordu gece gündüz. Yine işinin başındaydı o gün, kocasından yediği dayağın açtığı yaralarını sarıyordu bir hastasının. Kadının öfkeli, hoyrat, gözü dönmüş kocası daldı muayenehaneden içeri. Avucunun içinde sıktığı çakının düğmesine bastı. “Şak” diye ileri fırladı parlak metal, gömüldü Sevda’nın etine. Hastanenin koridoruna yığıldı Doktor Sevda’nın bedeni.
Esme ananın sağ elinin işaret parmağı ile kızının alnına sürdüğü bir damla kan koruyamadı kızını kazadan, beladan. Ağıtlar yükseldi çatlamış dudaklardan, nasırlı eller beddua ile kalktı göğe:“Hay, haaaay sana uzanan…”
Günebakanlar toprağa çevirdi başını, güller kokularını içine çekti, düşlerdeki Van Gogh sarısı soldu, ölüm sarısına boyandı Sevda’nın yüzü.
Münire ÇALIŞKAN TUĞ kimdir?
1962’de Kastamonu’da doğdu. İlkokulu birleştirilmiş sınıflı bir köy ilkokulunda, ortaokul ve liseyi İstanbul Çamlıca Kız Lisesinde, üniversiteyi On Dokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde okudu. Evli, Acuay İde’nin annesi.
Ağrı, Kastamonu ve Kocaeli’nde öğretmenlik yaptı. Halen Kocaeli’nde Kartepe’de Fevziye Tezcan Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesinde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak çalışıyor.
Okuma yazmayı öğrenir öğrenmez yazarların kapılarını çalmaya başladı. Okumayı tutkuların en büyüğü, kitapları güvenli sığınaklar, yazmayı ise toprağa düşen tohumun filize durması olarak tanımlıyor.
Daha çok, kadın sorunlarını, toplumsal sorunları, aile içi ilişkileri ve arayışları konu alan öyküler ve şiirler yazıyor.
Evrensel Kültür, Patika, Aydili Sanat, Ekmek ve Gül, Güncel Sanat, Edebiyat Nöbeti, Amanos Edebiyat Son Gemi ve Yeni E edebiyat ve sanat dergilerinde öyküleri, Günlük Evrensel gazetesinde yazıları yayımlandı. Ekim 2015’te Usar Yayıncılık’tan çıkan “Gün İçen” öykü seçkisinde iki öyküsüyle, 10 Ekim Ankara Gar Meydanı’nda yaşanan saldırıyla ilgili olarak hazırlanan ve Ütopya Yayınevi’nden çıkan “Yaşıyorsak Borçluyuz –Tanıklar Anlatıyor 10 Ekim Ankara Katliamı” hafıza belgeliğinde “Yıldızlara Yolcu Ettiklerimiz” başlıklı yazısıyla yer aldı.
Okumaya, yazmaya, sorgulamaya ve öğretmenliğe devam ediyor.
İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Raylar ve yaylar
‘Ev işlerinde yardım eder. Sen de rahat edersin. Zaten resmi nikah sende.’ O zaman gelmişti aklına ‘...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kevser’in kıllarla dansı
‘Babam bir hafta sonra gelebildi; uçak parasını denkleştirememiş. Kapıcının evinde yatıyordum. Yüzüm...
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Soğan da doğramıyordum ama
“Yüzümü anama dönüp ‘Sonunda doğru bir cümle kurdun ama bu sana yetmiş yıla mal oldu be anam’ dedim....
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.