143 davadan yargılanan hak savunucusu Eren Keskin: İfade özgürlüğüne ceza toplumu korkutmaya yönelik
‘İnsan hakları savunuculuğunda yerli ve milli kavramı yeni girdi gündemimize. Bu mücadelede yerli ve millilik söz konusu olamaz, biz evrensel hukuk ilkelerine göre insan hakları mücadelesi veriyoruz’

Eren Keskin, sadece ülkemizde değil dünyada da insan hakları denince ilk akla gelen isimlerden. Dile kolay otuz yıldır haksızlığa uğrayan herkesin hakkını özveriyle, cesaretle savunuyor. Bizim ülkemizde asla cezasız kalmayacak işler bunlar ve o da bundan nasibini alıyor, yaptıklarının cezası olarak hakkında 143 tane dava açılıyor. Şu anda İHD eş genel başkanlığı yapan Keskin için bu davarların bütününde yirmi altı yıl hapis istenmekte.

Otuz yıldır, bulunduğu araca ateş açılmasından hapsedilmeye kadar birçok bedel ödettirilen Keskin, yine otuz yıldır azminden, cesaretinden bir şey kaybetmedi. Hâlen kimsesizlerin kimsesi, hâlen haksızlığa uğrayan herkesin sesi.

Geçtiğimiz ay bu 143 davadan birinde Keskin’e verilen “örgüt üyeliği” cezası istinaf mahkemesince onaylandı. Cezanın ve onayın gerekçelerinden biri, Keskin’in “yerli ve milli” olmamasıydı. Doğrudur; Eren Keskin yerli ve milli değildir zira o aynı insan hakları mücadelesi gibi evrensel bir kimlik taşımaktadır.

Sadece aldığı bazı ödüllere baksalar belki utanırlar ona bu cezayı verenler: 2000 yılında VDJ VereinigungDemokratischerJuristinnenundJuristene.V. (Demokratik Hukukçular Kurumu) tarafından Hans-Litten ödülü, 2001’de Uluslararası Af Örgütü  ai-Almanya Seksiyonu tarafından insan hakları ödülü, 2004’te Aachen barış ödülü, 2004’te Almanya Esslingen Belediyesi tarafından Theodor-Haecker politik cesaret ödülü, Bask Yerel Hükümeti ödülü, 2017’deİsveç ANA DAHLBACK’S insan hakları ödülü, Hrant Dink ödülü… Ayrıca belirtelim; Keskin, Kanada’da İFEX tarafından dünyada destek verilecek 5 insan hakları savunucusundan biri olarak da seçildi. Evet, Eren Keskin’in kitabında ayrımcılık yok lakin onu yargılayıp cezalandıranlarınkinde, hatta sanırız ilk sayfasında büyük harflerle yazıyor. Dünyanın takdir ettiği Keskin’in ülkemizde yaşadıklarını kabul edilemez bulduğumuzdan kendisiyle kapsamlı bir röportaj yaptık.

Son dönemde art arda toplumda, sosyal ve siyasi çevrelerde sembol kadınların hedef alınıp cezalandırıldığını görmekteyiz. Mesela Sedef Kabaş, Mücella Yapıcı, Canan Kaftancıoğlu ve siz. Özgür Gündem nöbetçi genel yayın yönetmenliğinden dolayı size verilen “örgüt üyeliği” cezası, geçtiğimiz aylarda Bölge İdare Mahkemesi tarafından onaylandı. Sizce bunlar tesadüf mü?

Bir süredir gerçekten kadınlar üzerinden bir korkutma politikası devam ediyor. Çok değişik çevrelerden kadınlar baskı altında. Senin de sorduğun gibi, Canan Kaftancıoğlu, Mücella Yapıcı, Sedef Kabaş, ben ve benzeri başka kadınlar… Çünkü bana göre kadınlar, görüşleri ne olursa olsun siyasi mücadelede hem daha aktif hem daha kararlı bir tutum sergiliyorlar. Bu nedenle de özellikle erkek egemen yapıya sahip siyasi güçler, kadınları büyük bir sorun olarak görüyor ve onlar üzerinden bir korkutma politikası yürütüyor.
Ancak tabii senin saydığın kadınların hepsi de aynı duruma değil. Örneğin Sedef Hanım, başka bir siyasi görüşü temsil ediyor. Bu coğrafyada maalesef ki sadece bazı kadınlar gerçekten sistem muhalifi, yani resmî ideolojinin bize çizdiği kırmızı çizgilerin dışında muhalefet yapıyorlar ve en büyük baskıyı da bu kadınlar görüyor. Bu yüzden bunu ayırmak gerekiyor. Bazen bir siyasi kavganın tarafı olarak baskı görüyor kadınlar, bazen de bizler gibi resmî ideolojinin kırmızıçizgileri dışında gerçekten muhalefet yaptıkları, yani partiye veya kişiye değil, sisteme muhalif oldukları için. Bizim gibi kadınlar her dönemin baskısını yaşarken, bazı kadınların durumu iktidar değiştikçe değişebiliyor tabii ki. Bu nedenle ikiye ayırarak cevap vermek gerektiğini düşünüyorum.

Dava dosyanızı inceledim, şu anda Türkiye’de yürürlükte olan hukuk sistemine göre örgüt üyeliğine bir delil göremedim. Bu cezayı ulusal ve uluslararası hukuk normlarına göre nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben otuz yıldır insan hakları hareketi içindeyim ve defalarca yargılandım, cezaevine girdim, bir yıl meslekten yasaklandım, yurtdışına çıkışım engellendi ama ilk defa örgüt üyesi olarak cezalandırılıyorum. Aslında ben ve benimle birlikte yargılanan diğer Kürt gazeteci arkadaşlar, sadece Özgür Gündem’e sahip çıktığımız için örgüt üyesi sayıldık. Aslında ben bu gazetede pratikte genel yayın yönetmenliği yapmadım, adım sadece künyede genel yayın yönetmeni olarak yazıldı ve bu nedenle “silahlı örgüt” üyesi sayıldım. Bunun ne iç hukuka ne de uluslararası hukuka göre akıl alır bir yanı var. Yargıtay kararlarıyla da sabit olduğu üzere, bir insanın silahlı bir örgüte üye sayılması için ast-üst ilişkileri içine girmiş olması ve yaşamını tamamen örgüte adaması gerekiyor. Ben bir insan hakları savunucusuyum ve ömrümde polis silahı dışında bir silah ya da silahlı bir eğitim görmedim. Örgüt üyesi olarak cezalandırılmam gerçekten akıldışı. Bu kararın, eğer Yargıtay kararları emsal alınırsa, bozulacağını düşünüyorum. Ama tabii şu anda Türkiye’de gerçek anlamda bir hukuktan söz edemeyeceğimiz için belli de olmaz, bu kararı onayabilir Yargıtay. Her şeyin olabileceği bir süreç yaşıyoruz çünkü.


Yargıtay kararını bekliyoruz lakin ne zaman çıkacağına dair fikrimiz yok. Sizce normal prosedür mü işliyor yoksa siyasi iklime göre hızlanıp ağırlaşıyor mu bu karar süreçleri?

Bizim ana dosyadan aldığımız 6 yıl 3 aylık örgüt cezası istinafta onandı. Ayrıca benim, Cumhurbaşkanı’na hakaret, örgüt propagandası gibi başka iddialarla aldığım cezalar da bulunuyor: Toplamda 26 yıl 9 ay hapis cezam var. Tabii ki Türkiye’de yargı bağımsız olmadığından normal bir süreç mi işler bilemiyorum. Yargıtay’ın iş yükü ağır olduğundan kararların çıkması da genellikle çok uzun sürüyor ama bazı dosyalar siyasi nedenlerle daha öne alınabiliyor. İnan ki hiçbir şey bilmiyorum, hiçbir öngörüde de bulunamıyorum.

”Medyaya baskı yok, ifade özgürlüğüne engel yok, Kürtlere ayrımcılık yok…” vs deniyor yandaş kesim tarafından fakat bu dosya, Özgür Gündem gazetesine dair bir ceza dosyası aynı zamanda. Eski bir çalışanı olarak da sorayım, neden Özgür Gündem hep hedefte?

Özgür Gündem’in hedefte olması ve baskı görmesi, bugüne özgü bir şey değil çünkü Özgür Gündem, Kürt coğrafyasında gerçekleşen hak ihlallerini haber yapmak adına kurulmuş bir gazete ve kurulduğundan bu yana da çok büyük baskı gördü. Başta 74 yaşındaki Musa Anter olmak üzere birçok çalışanı öldürüldü, gazete bombalandı, sürekli kapatıldı… Özgür Gündem, Kürt sorununun barışçıl çözümünü hedefleyen bir basın organı olduğu için her dönemin baskı gören gazetesiydi ve bu dönemde de baskılar devam ediyor.

İstinafça onaylanan cezanız ve diğerleri düşünüldüğünde size verilen cezalar sadece size mi veriliyor, burada bize söylenen nedir?

İstinaf mahkemeleri genelde bütün kararları onuyor. Sorumluluğu Yargıtay’ın üzerine atıyorlar çünkü çok fazla iş yapmak istemiyorlar ama genel olarak ifade özgürlüğü alanında verilen tüm cezalar, aslında tüm toplumu korkutmaya yönelik. Yani “İtiraz etmeyin, biat edin” deniyor verilen bu cezalarla. Bize verilen cezayı da böyle yorumlamak gerek.

İnsan hakları konusunda sembol savunucu olan siz tutuklanırsanız, başkalarına neler olmaz?

Bir insan hakları savunucusu olarak tutuklanırsam bir şey olur mu? Ya da ben tutuklanırsam başkalarına ne olur? Aslında herkese her şey oluyor. Sen de biliyorsun; eline silah almamış bir kişi olarak yıllarca cezaevinde kaldın ve tüm baskıları yaşadın. Aslında tabii ki belirli isimler üzerinden verilen cezalar biraz önce de söylediğim gibi, toplumu korkutmaya yönelik. Bu nedenle de başka bir anlamı var;  “Korkun bizden, konuşmayın, susun” diyorlar.

”Yerli ve milli” olmadığınız sıkça ifade ediliyor sizi yargılayanlar tarafından, oysa benim gözlemim, din dil, ırk, milliyet, mezhep, cinsiyet ayırt etmeden tüm haksızlığa uğrayanların yanındasınız. Bu sizi bir tür kriminalize etme çabası mı?

İnsan hakları savunuculuğunda yerli ve milli diye bir kavram sanırım yeni girdi gündemimize çünkü Özgür Gündem kararında böyle bir belirleme vardı. Bir kere insan hakları mücadelesinde yerli ve millilik söz konusu olamaz çünkü biz evrensel hukuk ilkelerine göre insan hakları mücadelesi veriyoruz. Türkiye Cumhuriyeti devleti zaten bu evrensel hukuk ilkelerinin, evrensel sözleşmelerin tarafı, imzalamış ve “Kendi vatandaşlarıma bu hakları veriyorum” diye “taahhütte” bulunmuş.  Zaten devletin yerli ve milli hukuku dahi olamaz çünkü dediğim gibi uluslararası sözleşmelerde imzası var. Ama bu dönemde böyle bir şey icat edildi. Hiç yaşamadığımız şeyleri yaşıyoruz. İnsan hakları mücadelesinde mağdur seçicilik diye bir şey olamaz, hakları ihlal edilen herkes mağdurdur ve aralarında seçim yapamazsınız.

Bakın bir Türk olarak soruyorum bu soruyu, yerli ve milli nedir Allah aşkına, Türkiye’de yerli ve milli var mı gerçekten söylem dışında?

Sanırım yerli ve milli derken düşündükleri Bahçeli’nin veya Bolu Belediye Başkanının söylemleri…  Onlar yerli ve milliden ırkçılığı anlıyorlar. Oysaki ırkçılık bir sistem biçimidir ve suçtur. Türk Ceza Kanunu’nda dahi ırkçılık yasaktır. Bu anlamda onların kullandığı yerli ve milli, bana göre ırkçı anlamına geliyor ve maalesef bu coğrafyada çok fazla ırkçı var. Zaten bu coğrafyanın hukuk sistemi de ırkçılık üzerine kurulu. Şunu hiç unutmayalım ki; Türkiye’de hukukun yapıcısı olan Mahmut Esat Bozkurt konuşmalarında; “Bu coğrafyanın yegâne efendisi Türklerdir. Diğer bütün kimlikler ise Türk’e hizmetçidir” demiştir. Böyle bir anlayışla kurulan bir hukuk sisteminden söz ediyoruz.

Savunmanızda “Düşüncelerimden dolayı kimseye hesap verecek değilim” diyorsunuz ama düşünceleriniz ve bunları ifade ettiğiniz için cezalandırılıyorsunuz. Hangi düşünceleriniz sizce rahatsızlık yarattı?

Evet, ben nasıl düşünceleri nedeniyle kimseye hesap sorma hakkını kendimde görmüyorsam, başkasının da bana düşüncelerim nedeniyle hesap sormaması gerektiğini düşünürüm her zaman. Çünkü zaten barışçıl bir insanım, düşüncelerimi de son derece açık bir biçimde ve barışçıl ortamlarda dile getiriyorum. Esas olarak bu coğrafyada yasak olan düşüncelerin ne olduğuna bakmak gerekiyor ki o zaman da karşımıza yine resmî ideolojinin kırmızı çizgileri çıkıyor. 1915 soykırımı, Kürt meselesi, Kıbrıs’taki askerî yapılanma gibi konularda farklı düşüncelerin konuşulması, maalesef ki bu coğrafyada suç. İfade özgürlüğünün önündeki en büyük engeller de bu kırmızı çizgiler.

En son Mücella Yapıcı’yı ziyarete gitmiştiniz Bakırköy Cezaevi’ne, nasıl gözlemlediniz onu?
Gezi davası kararı, sanıyorum hepimizi şok etti. Evet, biz bir ceza verileceğini düşünüyorduk çünkü devlet, Gezi davası üzerinden kendince büyük bir hesaplaşma yapıyor. Ama tutuklama kararı verilmesini hiç kimse beklemiyordu. Ben de tutuklanmalarının birkaç gün sonrası Mücella Yapıcı ve Çiğdem Mater’le görüştüm. Her ikisini de son derece iyi gördüm. Mücella Yapıcı çok dirençli bir kadın. Böylesine akıl almaz bir tutuklama sonrasında bile gayet güler yüzlü, kararlı ve direngendi. Gerçekten de çok gurur duydum. Mücella Yapıcı gibi Türkiye’de tanınan bir mimar ve insan hakları savunucusuna, Çiğdem Mater’e, Mine Özerden’e, Gezi davasındaki diğer mahpuslara çok büyük bir haksızlık yapıldı. Bu anlaşılmaz bir durum ve şok edici diyebilirim.
Aynı zamanda bir avukat olduğunuz için soruyorum; sizce Gezi davası kararları Yargıtay tarafından bozulur mu?

Otuz yıldır insan hakları hareketi içindeyim, kendimi hiç bu kadar öngörüsüz hissettiğim bir zamanı hatırlamıyorum. Gezi davasında bu kararın çıkması zaten akıldışı ama Yargıtay’ın önceki içtihatlarına bakarsak, kesinlikle bozulması gerekiyor. Yine de inan hukukçu olarak bir öngörüde bulunamıyorum çünkü hukukun yerle bir edildiği bir dönemde yaşıyoruz. Her hâlükârda bozulması gereken bir karar olduğunu, hatta istinafta bozulup bu arkadaşlarımızın tahliye edilmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Aysel Tuğluk, vicdanı olan her insanın hassasiyet duyması gereken bir isim. Büyük bir psikolojik zulüm gördü, ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşuyor fakat tahliye edilmiyor, neredeyse intikam alınıyor. Arkadaşlığınız nedeniyle sizin için ayrı bir hassaslığı daha var bu ismin. Son görüşmeniz nasıl geçti, Aysel Tuğluk nasıl?

Aysel çok eski bir arkadaşım, biz DGM koridorlarında haftanın her günü beraberdik. Daha sonra TOHAV’ın kuruluşunda bir aradaydık, yaşamımızın büyük bir bölümünü bir arada geçiren arkadaşlardık biz. Aysel, Kürt sorununun barışçıl bir biçimde çözülmesi için hayatı boyunca çalışmış, yaşamını ortaya koymuş kadınlardan biri. Aysel’e bu hayatta, bir insana yaşatılabilecek en büyük acı yaşatıldı. Çok kıymetlisi, en değerli varlığı olan annesinin cenazesine ırkçı bir saldırı gerçekleşti ve Aysel ondan sonra hastalandı. Onu ziyarete gittiğimde hep ağlaştık karşılıklı, eski günleri konuştuk. Aysel yeniyi unutuyor ama eskiyi hatırlıyor. Saçları bembeyaz olmuştu mesela, ben ona; "Saçlarını hemen boyatmamız gerekiyor çıkınca" dedim, o da bana hemen topuklu ayakkabılarını hatırlattı; “Benim topuklu ayakkabılarım vardı” dedi.
Aysel de diğer Kürt sivil siyasetçiler gibi sadece Kürt sorununun barışçıl çözümü için mücadele etti. Bugün cezaevinde olmasını, maruz kaldığı büyük haksızlık sonrasında hastalanmasına rağmen hâlâ cezaevinde tutulmasını anlamak mümkün değil. Bu tabii ki sadece Aysel’le ilgili bir mesele de değil; İHD’nin verilerine göre bugün cezaevlerinde 1605 tane ağır hasta mahpus var ve maalesef hepsi, Adli Tıp’ın vicdansız, tıp etiğinden yoksun raporları nedeniyle cezaevinde tutulmaya devam ediliyorlar. Adli Tıp, Türkiye’de işkencenin ve hastalıkların belgelenmesinde tek yetkili kurum. Aynı zamanda bir resmî bilirkişilik kurumu ve tümüyle siyasi iradeye bağımlı. Bu nedenle daima siyasi iradenin istediği raporları veriyor ve bu raporların hepsi tıp etiğinden yoksun.

Savunmanızda “devletin aklı çok karışık” ifadesini kullanıyorsunuz. Sizce seçim öncesi tekrar bir çözüm süreci adımı atılabilir mi devlet tarafından?

Doğru, birçok kez devletin aklı çok karışık dedim. Biraz yakın geçmişe bakalım, örneğin Devlet Bahçeli’yle Tayyip Erdoğan'ı düşünelim. Birbirlerine, hani halk dilinde kavgada söylenmez denir ya, öyle laflar söylediler ama şimdi bir araya geldiler. Devlet Bahçeli’yle Erdoğan birbirlerine karşıyken, Erdoğan’la partisi bir barış süreci yürüttü: Mesela Habur’dan gerillalar girdiler, mahkemeler kuruldu, insanlar serbest bırakıldı, büyük bir barış süreci başladı ve hiçbir şey olmadı. İnsanlar sokağa dökülmedi.

Türkiye Cumhuriyeti devleti çok totaliter bir devlet yapısına sahip. Halk devletin dediğini kabul ediyor. Örneğin barış süreci yarın başlayacak olsa ve devlet bunu istese, halk yine bir şey yapmaz. Bugün ırkçılık bu kadar geliştirilmiş durumda ama devlet isterse üstünü örtebilir. Ha ne olur, yeni bir barış süreci olur mu olmaz mı, biraz önce söylediğim gibi hiçbir öngörüde bulunamıyorum. Sadece şunu söyleyebilirim, biz hep olduğumuz yerdeyiz oysa devlet kendi aklı değiştikçe bizim de değişmemizi istiyor ama bizim değişmemiz mümkün değil çünkü biz omurgalı davranıyoruz.

Türkiye’de “kamuoyu” diye bir kavram var ama aslında karşılığı yok. Siz ve diğer kadınlar hedef alındığında kamuoyundan cılız sesler çıkmasının bazı nedenleri olarak, sonuç alamamaktan, baskılardan, korkudan yıpranmış, yorulmuş ve bezmişliği görüyorum. Sizce bu cılızlığın nedenleri neler?

Birçok yazımda ve konuşmamda dile getirdim bunu. Bizim bu coğrafyada maalesef bir muhalefet sorunumuz var ve kendini iktidar ya da muhalefet diye tanımlayanların birçoğu da aynı kaynaktan, aynı ittihatçı zihniyetten besleniyor. Resmî ideolojinin kırmızı çizgilerini hepsi kabullenmiş durumda. Bu coğrafyada gerçek anlamda, yani resmî ideoloji dışı, sistem karşıtı mücadele eden muhalefet olarak biz, ancak yüzde 15'iz. Cılız sesler çıkıyor çünkü iktidarla muhalefet birbirine benziyor. İşte bu yüzden sistem dışı, resmî ideoloji dışı bir muhalefeti geliştirmek için mücadele vermemiz gerekiyor, kaldı ki yaptığımız da bu. Sayımız çoğalırsa eğer gücümüz de artacak.

Birçok ceza davanız olmasına ve birinin onaylanmasına rağmen her demecinizde “Bir yere gitmiyorum, Türkiye’de kalacağım” diyorsunuz. Neden?

Hiçbir zaman bu coğrafyadan gitmeyi düşünmedim. 1995’te yazdığım “Dünyanın Kürt Halkı'na Borcu Var” başlıklı yazı nedeniyle iki buçuk yıl ceza alıp hapse girmiştim. O dönemde de gitmeyi hiç düşünmedim, şu anda da düşünmüyorum. Bunca yıldır bu devletin baskısına maruz kaldım, cezaevine girsem bile orada devam ettiririm bu mücadeleyi diye düşünüyorum. Birçok arkadaşım var cezaevinde ve hep söylüyorum, cezaevinde de bir hayat var. Hiç kimse cezaevine girmek istemez, hiç kimse. Ben de istemiyorum ama bu coğrafyayı terk etmeyi de hiç düşünmüyorum. Bu tamamen kişisel bir karar, gidenlere hak veriyorum ve anlıyorum ama ben kişisel olarak gitmeyi tercih etmiyorum.

Hâlen kendiniz dışında herkesi düşünüp, her yere koşturuyorsunuz, hep çok meşgulsünüz. Ezilen her kesimin haklarını savunmak dışında nasıl geçiyor hayatınız, mesela bir gününüz?

Aslında insan hakları mücadelesini bir yaşam biçimi olarak görmek gerekiyor yoksa yapılamaz. Her an gözaltına alınma, cezaevine girme, fiziki bir saldırıya uğrama endişesiyle yaşıyorsunuz çünkü ve her gün tehdit ediliyorsunuz. Bunlar çok kolay şeyler değil ama dediğim gibi bunu bir yaşam biçimi hâline getirdiğinizde, başka bir hayatınız kalmıyor. Tabii bu demek değil ki hayatın başka alanlarından zevk almıyorsunuz; mesela arkadaş gruplarımızla haftada bir yemeğe çıkmak, kitap okumak, film seyretmek…  Bütün bunlar bizim de hayatımızda var. Ben her şeyden önce şunu söylemek isterim ki; mutlu bir insanım çünkü sevdiğim işi yapıyorum. Yaptığı işten mutlu olmak, bence büyük bir konfor sağlıyor hayata.

Peki, hiç korkmuyor musunuz cezaevine girmekten?

Korkmak değil de tabii ki endişe ediyorum zira herkes gibi, hepimiz gibi benim de bir hayatım var. Bundan iki yıl önce annem hayattaydı ve her şeyden çok annem için, bir de kedilerim için korkardım ama şimdi sadece kedilerimi düşünüyorum. Üç tane kedim var ve bun tutuklanırsam onlara bakacak insanlar da var.  Eğer cezaevine girmem gerekiyorsa, cezam kesinleşirse gireceğim. Tabii ki cezaevine girmek kolay bir şey değil ki şu an cezaevlerindeki izolasyon sistemi, ayrı bir işkence oluşturuyor. Bu nedenle kimse istemez cezaevine girmeyi.

Kedilerinizden bahsedelim, onlara nasıl vakit ayırıyorsunuz?

Biri kız, ikisi erkek üç kedim var. Çapkın, İsot ve Kızım isimleri. Çapkın 14, İsot 11, Kızım 5 yaşında. Bir de bahçede baktığım 20 civarında kedi var. Kedileri çok severim, o biat etmeyen tavırları çok hoşuma gidiyor. Hiçbir kediyi eğitemezsiniz mesela. Anarşist bulurum onları, bu nedenle de çok seviyorum. Aslında ben hiçbir zaman çocuğum olsun istemedim ama kedileri çocuklarım gibi görüyorum ve hayatta her şeyden çok sakınıyorum onları, çok özlüyorum. Mesela ben 2 günden fazla tatile gitmem, kedilerim bensiz kalmasın diye. Hayat arkadaşları onlar benim için. Onları da, bütün kedileri de çok seviyorum.

*Bağımsız gazeteci

Fotoğraflar: Eren Keskin Kişisel Arşivi

İlgili haberler
Yuh yuh soyanlara, insana kıyanlara...

Haziran sayımız mülteci meselesinden, geçim derdine, ek zam talebine kadar farklı illerde kadınların...

Yanımda binlerce kadın var!

İlk defa Ekmek ve Gül'le tanışan Beykent Üniversitesi öğrencisi hislerini kaleme aldı.

Bu memlekette an’da kalmak mümkün mü?

Ölüm gelir Allah’tan, hastalık olur kaderimiz, taciz olur fıtrattan, zam gelir dış güçlerden, tren g...