Evimiz, sığındığımız, güvendiğimiz… Şimdi neresi?
Bizi bu büyük evin içine yeniden sığdıracak yegâne şeyin paylaşmak olduğunu, dışarıda titreyen insanlar olduğu müddetçe hiçbir kalın battaniyenin bizi üşümekten korumayacağını deneyimledik.

“Öyleyse ev de dünyada olma durumunun, insan varoluşunun diğer bir kanıtıdır ya da tersi bir önermeyle evsizlik ya da evin kaybedilişi korkusu da bir yok oluşa, kişisel uzamın yitimine karşılık gelir.”

Gaston Bachelard, Mekanın Poetikası

Geçenlerde derslerden birinde “Babüssaade” ifadesi geçince gençleri aklımdaki konuda konuşturmak için bu kelimenin ne anlama geldiğini sormuştum. “Saadete, mutluluğa açılan bir kapı sizin için hangi kapıdır?” minvalde bizi tarih dersinin boğuntulu kesinliğinden alıp ruhsallığımızın titrek sınırlarına bırakan bir soruyla devam ettim.

“Öğretmenim, odamın kapısıdır” dedi birkaç öğrenci. Evin kapısından da içeride bir kapı. Onlara evlerinin içinde bir mahremiyet sağlayan ikinci bir deri.

Teneffüs zili çaldığında onlara özgürlüklerini verebilecek kapıyı işaret ederek “Peki, bu kapı hakkında ne düşünüyorsunuz?” dedim. Onları bahçeden, koridordan ve dış dünyadan ayıran tahta parçasına bakarak olumsuz anlamda başlarını salladılar. Dışarıda bir fırtınanın hüküm sürmesi durumunda kapıya bakışlarının değişip değişmeyeceğini sordum. Evlerinin kapısının bitmek bilmeyen ebeveyn kavgalarına, ekonomik yoksunluğa ya da güzel kokulu yemeklerin piştiği sıcak bir mekâna açılması durumlarının kapıya bakışlarını değiştirip değiştirmediğini sordum.

Aynı dili konuştukları ve ortak bir hafızaya sahip insanların olduğu bir ülkenin gümrük kapısıyla, karınlarının doyduğu, güvende hissettikleri uzak ve yabancı bir ülkedeki evin kapısı onlara hangi boyutta bir saadeti müjdeliyordu? Bizi evlerimize, içinde yaşadığımız dünyaya bağlayan o ince iplikler hakkında konuştuk.

Fransız bir psikanalist Didier Anzieu, deriyi kişinin ruhsallığını kaplayan bir zarfa benzetir. Evi de bu bağlamda ruhsallığımızı dış dünyanın aşındırıcılığına karşı muhafaza eden daha kalın bir kabuğa benzetebilir miydik?

BABAMIZIN BİZE LAYIK GÖRDÜĞÜ YUVA!

Şubat soğuğunun hepimizi evsiz bıraktığı bir depremden sonra yazıyorum bunları. Maddi anlamda sığınaklarını, evlerini yitiren yüz binlerce insanla birlikte “ev” diye bellediğimiz bu ülkede evsiz kaldık. Güvenlik duygumuz, sabitimiz, gelecek tasavvurumuz hepsi yerle yeksan oldu. Yeniden içeri girmenin yolu sığınaksız kalan insanlarla birlikte birbirimizin kalplerine sığınmaktı. Bizi bu büyük evin içine yeniden sığdıracak yegâne şeyin paylaşmak olduğunu, dışarıda titreyen insanlar olduğu müddetçe hiçbir kalın battaniyenin bizi üşümekten korumayacağını deneyimledik. Belki bir gün gideriz ihtimalini yaşattığımız onca güzelliğin bir kalemde yitirilmesi bir yanda, tam da o gerçekliğin içinde yaşayan insanların tüm sabitlerini aynı anda yitirmelerinin dehşeti diğer yanda. İçimize ekranlardan dolan acıyı, bunca yası taşıyacak bir kalp yok dünyada. Gidip bir taş, bir moloz kaldırmadan, bir çadır kurmadan, bir çocuğu gece boyunca kucağında sallamadan, bir bardağa bir kepçe çorba boşaltmadan, kasları acıyana kadar saatlerce koli taşımadan, uykusuzluktan gözleri yana yana nöbet tutmadan, oradakilerle aynı anda donmadan rahatlayamayan insanlar, diğerlerine ev olurken, ev dediğimiz çatıyı hepimizin başına yıkan donmuş, hissiz, sahiplenmeyen ve böğürmek dışında bir ünlem ünlemeden hepimizi sığındığımız bu ülkede sahipsiz bırakanların yarattığı artçı ruhsal depremler de oldu.

Evimizde miydik? Sığınmış mıydık? Güvende miydik?

Devlete niye baba diyorduk biz?

Çocukluğum, her yıl başkasına taşındığımız kiralık evlerde geçti. Babam müzmin evsizdi. Arada oturduğumuz evlerde bizi terk eder, birkaç ay dış dünyada, kim bilir nerede nasıl yaşar ama hava soğur soğumaz yeniden yanımıza dönerdi. Genelde bizi taşıdığı virane evlerin ya duvarları yarık ya çatısı delik bir şekilde tıpkı benim bize yakıştırdığım bir kusurlulukta olurdu. Yağmur, kar ve rüzgâr üstümüzden geçer, içerde huzursuzluğun rüzgârı ayrıca eser, yalnızca ve yalnızca iyi ısındığımız ve güzel bir şeyler yiyebildiğimiz zamanlarda kendimizi “evde” hissederdik. Yine de bilirdim ki kardeşlerim ve annemle birlikte üstümüzde gerilmiş bu çatı bizi bilmediğimiz çok şeyden de korurdu. Bundan bir şekilde emindim. Belki o çatının altındaki annemin varlığı, bu sabit bile bir güvenlik duygusuyla bizi dünyaya bağlıyordu.

Şimdi tüm sabitlerini yitirmiş bu insanlara bakmak, aslında hiçbir zaman gerçekten kendime ait bir evim olmamasına rağmen her şeyini yitirmiş bir insan gibi hissettiriyor bana.

İngiliz bir sanatçı Donald Rodney, tedavi gördüğü hastanede, kendi derisinden operasyonlarla çıkarılmış derilerden minyatür derme çatma bir ev yapmış. In The House Of My Father adını verdiği, avucunda tuttuğu ve babasına ithaf ettiği bu minyatür deriden ev, oldukça kırılgan. Düşürse ya da hasbelkader avucunu kapasa tuz buz olacak. Kendini koruyamayan bu hastalıklı deriden ev, yuva mıdır? Buradan bakarsam babamın evinin içi benim için yuva mıdır? Son yaşadıklarımızın hepimize gösterdiği üzere devlet babamızın bize sunduğu bu ev, bize yuva mıdır?

Her bir taşını düzgün yerleştirmediğimiz sürece kendimizi içinde güvende hissedeceğimiz bir ev inşa edebilir miyiz? Öğretmeniyle, müteahhidiyle, esnafıyla, çiftçisiyle, işçisiyle, annesiyle, babasıyla, tüm sıfatlardan münezzeh bir insan olma haliyle bu yuvanın bir taşını biz koyacağız. O taş, hepimizi koruyacak sonra.

Ve sonra kapının önünde ya da arkasında olmamız değiştirmeyecek saadetimizi.

* [email protected]

Fotoğraf: Ekmek ve Gül