Bak ben neler başardım anne!
Bir kadının kendi çabasıyla dimdik ayakta duruyor oluşu bile bir meydan okumadır. Yere sağlam basmanın önemini Sakarya’dan Serap Özgü anlatıyor.

Arkadaşlar 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü ile ilgili bir yazı yazmam gerektiğini söylediklerinde “Olur.” demiştim; ama bilgisayarın başına oturunca hiç de kolay olmadığını gördüm. Gerçi bir süredir büyük bir heyecanla yerel bir portalda yazıyordum. Konu kadın ve bu kadar da çok boyutlu olunca nereden başlamalı diye düşünmeden edemiyor insan.

Sonunda “Çok uzağa gitmeye gerek yok” dedim. Bir insan en iyi kendini anlatır. Önce anlaşalım, niyetim öyle ay ben çok çektim, hayatımı anlatsam roman olur havaları değil. Gerçi hepimizin hayatı biraz gizli hikâyedir ama biraz dertleşmek, biraz da kendimle sohbet.

KIZ ÇOCUĞU DOĞDU DİYE KÜSEN BABA
Çocukluğumla ilgili ilk hatırladığım, doğuda bir ilde, kırmızı montlu, karların arasında briketler üzerinde küçük bir kız çocuğu. (Bu hayal mi, gerçek mi hâlâ bilmiyorum.) Sonra Akdeniz’de küçük bir şehre taşınmamız. Etrafımızda önceleri pek arkadaşımız olmadığı için benden iki yaş küçük erkek kardeşimle oynadığımız oyunlar. Bu arada üçüncü kardeşimin kız olması sebebiyle babamın anneme küsmesi. İşlerini bahane ederek bir süre il dışına çıkması, annemin de, sadece babam eve dönsün diye çare olarak kız kardeşimi hiç evlenmemiş, yaşlı bir teyzeye vermeye karar kılması. Bu arada babaya son kez edilen telefon ve babamın “Sen ne yapıyorsun, eşya mı veriyorsun?” tepkisi. Kardeşim hala bizimle ama hala bu sorunun asıl kaynağı olan bakış açısı tartışılmadı. Tıpkı ülkemde özel alan kabul edilen ailenin ve aile içi şiddetin tartışılmaması gibi. Hatta bir çoğumuz şiddet deyince sadece dayağı anlarız ya, bu tür aşağılamanın da şiddet olarak kabul edilmesi daha çok yeni.

KIZ KISMI EVDE OTURUR!
O gün bunu çok anlayamamıştım, ancak yıllar geçtikçe her şey daha görünür olmaya başladı. Birkaç yıl sonra Ege’de büyük ve modern bir şehre taşındık. Doğal olarak şehir hayatı bambaşka bir dünyaydı bizim için, ama ne yazık ki biz şehirde modern hayatın içinde Orta Çağımızı yaşıyorduk. Erkek olduğu için kardeşime hak sayılan her şey biz kızlara yasaktı. Öyle ki yıllarca bulunduğumuz ilçeyi bile tam keşfetme şansına sahip olamamıştık. Şehrin ortasında her haliyle ataerkilliği yaşıyorduk. Erkek kardeşim için oldukça doğal sayılan şeyler bizler için yasaklıydı. Çünkü kız kısmı çok gezmezdi, ayıptı.

GEÇ KALMIŞLIK TELAŞI
Aynı durum öğretim hayatımızda da yaşanmaya devam etti, ailemden yeterince destek alamadığım, özgüvenim yerinde olmadığı için iki dersten başarısız olunca babam çareyi beni okuldan almakta buldu. Tabii ya nasıl olsa evlenip gidecektim. Kocam bana bakardı, tıpkı onun anneme baktığı gibi. Böylece eğitim hayatından koptuğum altı yıllık bir süreç de başlamış oldu. Bu yılların sonunda annemin desteğiyle yeniden kaldığım yerden devam etmeye başladım.

Sonuçta çok geç de olsa eğitim hayatımı tamamlamış ve iş hayatına atılmıştım.
Bir iki yıl önce çok yakın bir arkadaşım bana ‘telaşe müdürü’ lakabını takmıştı. Haklıydı, her şeyi yapmakta o kadar acele ediyordum ki çoğu zaman yanlışa düşüyordum. Ama insan hayata bu kadar geç kalınca sanırım aceleciliği mazur görülebilir. Son zamanlarda bunu büyük oranda törpüledim. Yine de arada nüksediyor.

Zaman geçip başka çevrelerle karşılaşınca o büyük şehirde nasılda küçük bir dünyaya hapsedildiğimi daha iyi anlıyordum. Başkaları için sıradan olan her şey benim için yepyeniydi.
Sonra şiddetin ne olduğu üzerinde düşünmeye başladım. Yukarıda da belirttiğim gibi şiddet deyince en kaba ve yalın haliyle dayak anlaşılıyor. Ama hayatımızda ne çok şiddete maruz kalıyoruz da ayırdında bile değiliz.

YARINLAR BİZİM...
Çocukların, ailelerin kendi ahlaki yapısına göre büyütülmesi de bunlardan biri. Erkekler için geçerli olan ahlak anlayışı kadınlar için tam bir hapishane. Kadın, baba evinden koca evine kırılmadan devredilmesi gereken sırça bir şişe misali kendi doğal duygu ve isteklerinden uzak büyütülürken, hasbelkader bir yanlış(!) yapar da birini sever hem de o sevdiğiyle birlikte olursa vay haline. Hele de bu ilişki ayrılıkla sonuçlanmışsa kirlenmişliğini(!) ailesinden saklamak için nelere katlanmak zorunda kalır. Çok az kişi bu travmayı atlatıp hayatına normal olarak devam etmeyi başarır. Ne yazık ki çoğu genç kadın, bunu bir namussuzlukmuş gibi gören ‘ahlak’ anlayışının kurbanı olarak bu hayattan koparılıyor ya da bir ömür boyu fuhuş cenderesine mahkûm ediliyor.

Ben şanslıydım, ataerkil düşüncenin bize yaşattığı şiddeti büyük oranda yenmeyi başarmıştım. Şimdi yaşadığım deneyimlerden yola çıkarak sesi duyulmayan kadınların sesi olmaya çaba gösteriyorum. Ne kadar başardığım tartışılabilir tabii, daha aşmam gereken çok yol var. Ben ise bana yaşatılanlara, yaşatılmak istenenlere, hayatıma müdahale edenlere karşı çıkabiliyorum. Ayaklarım eskisine göre yere daha sağlam basıyor, dimdik ayaktayım.
Biz kadınlar, yıllarca bize kader(!) diye dayatılan bu cendereden çıktıkça hem kendi hayatımızı hem de dünyayı güzelleştireceğiz. Elbet kolay olamayacak, yeter ki kendi öz gücümüze güvenelim, birbirimizi ötekileştirmeden dayanışma içinde olalım. Yarınlar bizim…

İlgili haberler
Beyler, kendini küllerinden yaratan kadınlardan ko...

Filiz'in yaşamı bir göç hikayesi, bir işçi kadın hikayesi, 2 çocuğunu tek başına büyüten bir anne hi...

Helin

Valizlerini, çocuklarını topladığı gibi çıkar yola. Biri karnında ikisi yanında kızları ve artık ces...

Süt mavisi bir hayat: GÜLBAHAR

Şu zorluk da geçsin, çocuk da okulu bitirsin, kız da evlensin, dur hele oğlan iş bulsun derken, günl...