Süt mavisi bir hayat: GÜLBAHAR
Şu zorluk da geçsin, çocuk da okulu bitirsin, kız da evlensin, dur hele oğlan iş bulsun derken, günler uzun yıllar kısa geçmiş, ömür su gibi akıp gitmiş... Ama izi kalmış işte. Tam da burada!

Mavi gözlerinin bebekliğinden beri değişmemiş gibi duran masumiyeti şaşırtıcıydı. Bembeyaz kıvırcık saçlarına, artık karnına kadar inen memelerine, kırışmış ensesine, her hareketinde bıngıl bıngıl sallanan kolların üst kısmına, varisli ödemli bacaklarına bakınca, bu bedende zamana karşı direnen, hatta zamansızlığı yakalamış tek şeydi bebeksi mavi gözleri.
Üstüne yürüyen, azarlayan, bağıran kocasının karşısında ona ne dediğini anlamaya çalışan, biraz da şaşkınlıkla bakan o süt mavisi gözleriyle hatırlarım hep onu. Minik bir çocuğa, bir Dostoyevski romanından pasajlar okusanız nasıl bakarsa; işte tıpkı öyle bakardı o anda. Bu adamın ne istediğini, yıllardır neye hırslanıp köpürdüğünü, o sırada bağırdığı şeyin gerçekte ne olduğunu, çok basit bir şey sorsa bile niye her şeyi bu kadar uzuuun uzun, hopura köpüre anlattığını gerçekten anlayamayan bebek gözler…

* 
Adam çok yaşlıydı ondan. 17’sindeki Gülbahar’ı aldığında karısı geride bir oğlan bırakıp ölmüş 40 yaşında bir adamdı. Abisi öyle uygun görmüştü. Babası erkenden öldüğünden ailenin erkeği abisiydi. Sessiz anası, abisi, yengesi, üç çocuk, bir de o, hep beraber yaşıyorlardı iki katlı köy evinde. Kim bilir, fazla mı göründü göze yediği yemek, yoksa köyde dönüp bakan erkekler mi çoğaldı başa bela? Ya da, abisinin birdenbire kasabadaki oto tamirhanesinde bulduğu işte bir payı mı vardı bu Hasan ağanın? Neyse ne işte, soramadı bile sebebini Gülbahar, sorulmazdı, peki dedi, oldu bu iş. Anası küçük sandığını açtı, kenarı oyalı üç beş havlu, nakışlı sehpa örtüsü, dantel kenarlı çarşafla yastık kılıfı, bir de namaz örtüsüyle seccade çıkardı; verdi kızına çeyizini, gitti Gülbahar.
Anasının yanında yattığı son gece birbirlerine hiçbir şey demeden usul usul ağladılar ana-kız. Ertesi gece, köyündeki evi ardında bırakıp, Ege’nin denize uzak gri bir kasabındaki iki katlı taş evin kapısı açılıp da kocasının yatağına oturduğunda süt mavisi gözlerini kocaman açtı. Kısa boylu, surat hiç gülmeyen Hasan, neyse ki o gece ellemedi onu, yan yana yatıp uyudular. Sevindi Gülbahar, eğer böyleyse, yan yana yatıp uyuyacaksa, olur geçer işte ömür, bir şey olmaz, alışırım dedi. Sabah kocasına kahvaltı hazırladı, adam çabucak oturup yedi, lastik çizmelerini giydi ve babasından kalan çiftliğe gitti işleri denetlemeye.
Gülbahar, karı koca olmanın ne demek olduğunu sonra öğrendi. Canı çok yandı. Hiç kıpırdamadı korkudan. Midesi bulandı, kusacak gibi oldu, tuttu kendini. Ertesi sabah adamın eski kaynanası, çocuğu getirdi, eh beş gün yeter taze gelinin evine barkına kocasına alışması için. Küçük oğlancık korkuyla baktı Gülbahar’a, beş yaşında var yok, değirmi yüzü kızarmış, uzun kollu gömleğinin açıkta bıraktığı tombul boynu terlemiş, ellerini yummuş sımsıkı. Gülbahar elinde olmadan güldü, eğilip saçını okşadı oğlancığın. Oğlan birden rahatladı, ellerini açtı usulca. Anneannesi azıcık acıyarak baktı yeni geline. Bir yandan da ferahladı, belli; bu süt mavisi gözlerden torunuma zarar gelmez…
Gülbahar evin işini yaptıktan sonra oğlancıkla otururdu gündüzleri, ipliği bitmiş makaraları araba gibi süren oğlana elma dilimler, önüne koyardı. Bazen elini tutup çarşıya gider, ona kuru üzüm, ceviz, pestil alırdı. Adam pintiydi gerçi, azıcık harçlık bırakırdı eve ama olsun, Gülbahar zaten harcamazdı. Sebze çiftlikten gelirdi, meyve bahçeden, Hasan ağanın seçip parasını verdiği eti kıymayı kasap yollardı eve, eh işte, diğer ıvır zıvırı da idare ederdi Gülbahar. Yazları çocuğa kumaş alıp kısa şort diker, uzun kış gecelerinde yün çilelerini yumak yapıp kazak örerdi.
Günler böyle böyle geçerken, ilk çocuğuna gebe kaldı. Sevindi, anası dualar etti oğlan olsun diye, niye ki dedi Gülbahar, oğlan zaten var ya… Anası kızdı, senin oğlun mu, analık yapıyorsun diye anası sen misin, oğlan anası olmak başkadır…
Kız doğurdu. Hasan ağa ses etmedi. Görümcesi surat astı biraz ama aldırmadı Gülbahar, beyaz yüzünde boncuk gibi gözleri olan kızını, oyuncak bebek gibi yatırdı kaldırdı emzirdi temizledi süsledi. Oğlancık korktu, beni sevmeyecek misin artık diye sordu, anneannem öyle dedi. Yok dedi, güldü Gülbahar, sarıldı oğlana, beraber bebeği seyrettiler, biraz büyüyünce saçını taradılar, ağzına yalancı meme verdiler.
Sonra bir kız daha… İkinci kızını doğurduğunda Menderes geldi İzmir’e. Hasan ağa kalktı gitti, kızını doğduktan tam beş gün sonra gelip görebildi. Geldiğinde de kasabanın ileri gelenlerini kahveye topladı, “Yeter! Söz milletin” diye yola çıkan Menderes’e milletin destek olma sırası geldiğini anlattı. Millet başını sallıyordu, doğru diyor valla… Hayrandı Menderes’e. Onunkine benzeyen koyu renk camlı bir güneş gözlüğü alıp taktı. Demokrat Parti İzmir teşkilatında bir koltuk sahibi oldu, il meclisi üyesi mi, her neyse artık… Sık sık kente gidip geliyor, bir gitti mi, bir hafta dönmüyordu. Gülbahar’ın hiç şikayeti yoktu bu durumdan, o evde yokken kızlarla beraber çok rahattı, bağıran eden yok, gözünü belertip herkese dövecek gibi bakan yok… Bebeler biraz fazla ağladığında bile kızardı adam, al şunları götür içeriye, eve kafa dinlemeye geldik!.. Bir rahat ediyorlardı ki çoluk çocuk o evde yokken, herkesin yüzü gülüyordu, hatta bebeler bile ağlamıyordu sanki…
Hasan ağa elinde avucunda ne varsa partiye akıtıyor, Meclis’e girip sizi temsil edeceğim diyordu kente gidip geldikçe kasabalıya. Kahvede pişpirik oynayıp duran adamlar, “Hayırlı akşamlar vekilim” dedikçe şişiniyor, radyoda ajans haberlerinde adı okunmuş gibi içi içine sığmıyordu. Ama parti işi demek para demekti. Her kente gittiğinde bir tarlası daha elden çıkıyordu; orada gezmeler, içmeler, akşam yemekleri, hovardalıklar, oteller… Gülbahar başlarda ne olup bittiğinin farkında değildi, anlatmazdı zaten Hasan ağa, ama kasabın her hafta gönderdiği etler, onbeşte bire düşmüş, eve giren sebze de, bırakılan harçlık da azalmıştı. Komşunun biri onu yolda çevirip Hasan ağa vekil oluyormuş, diye ağız aradığında şaşırdı ama sesini çıkarmadı Gülbahar, sormadı, korktu.
27 Mayıs’ta askerlerin başa geçtiğini de, Menderes’in asıldığını da, Hasan ağanın gündüz ellenmesini yasakladığı, akşamdan akşama eve gelince kendisinin açıp kapattığı radyodan öğrendi. Köye gittiğinde abisine sordu; abisi alaylı konuştu: Senin Hasan ağanın ebesini sikecek askerler!
Çok korktu Gülbahar. Büyük kızı dört yaşındaydı, küçüğü iki buçuk. Ya adamı hapse atarlarsa? Ne yapar, nereye giderdi iki çocukla? O sıra gene gebe kaldı. Bu, önceki gebeliklerine benzemiyordu, aşeriyor, midesi de hiç bulanmıyordu. Erkek dedi içinden, bu defa erkek…
Erkek oldu dördüncü çocuğu gerçekten de. Ama Hasan ağa sevinmedi, tam o sıralarda haber ajansı Menderes’in suçlu olduğuna karar verildiğini duyurmuştu. Sokaklarda, kahvelerde herkes bunu konuşuyor, bir zaman hayranlıkla bahsettikleri adamı yerden yere vurmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Hasan ağanın da Menderes’le beraber bütün itibarı bitmişti adeta. Zaten doğru dürüst malı mülkü kalmamıştı, elde kalan toprakta da işlerin dönmesi için gereken para yoktu.
Oğlu daha dört aylıkken, bir haziran sabahında kalk dedi Gülbahar’a, hazırlan, İzmir’e göçüyoruz. Toprağı da, evi de satmıştı zaten; İzmir’de bir küçük daire almıştı, hani şu yeni yapılan apartmanlardan birinde bir çatı katı. İş taşınmaya kalmıştı.
Gülbahar, anasına veda bile edemeden, iki kızı elinde, oğlu kucağında bindi kamyona, geldiler İzmir’e. O koca iki katlı taş evin her odasını dolduran eşyalar, apartman dairesine sığmadı tabii. Üst üste yığdılar eşyaları. Fazlasını satalım dediyse de, dinlemedi, sevmezdi evden bir şey atılsın, kömürlüğe koydu kullanılmayanları.
Hasan ağa, bir ortak buldu kendine parti günlerinden tanıdığı, beraber içkili lokanta açtılar. Gülbahar bir yandan evin işini yapıp çocuklara bakarken, bir yandan da lokanta için yaprak sardı, patlıcan ezmesi, haydari, barbunya pilaki yaptı. Bir kızı, bir oğlu daha oldu. Kızlar biraz büyüdüğünde, küçükleri onlara bırakıp Tekel Fabrikasında işe girdi. Çocuklar büyüdükçe ihtiyaçlar artıyor, içkili lokantadan gelen para yetmiyor, zaten Hasan ağa da gece oturup lokantada içtiği, sonra da orada sızıp kaldığı için, gün geliyor, eve bir hafta uğramıyordu. Gülbahar tam on sene, fabrikada çalıştı, çocuklarını büyüttü.
Ben onu hayat gailesi bitip, hayhuyla geçen yıllar arkada kaldığında, çocuklarını evlendirip artık torunlarına bakmaya başladığında tanıdım. Şu zorluk da geçsin, çocuk da okulu bitirsin, kız da evlensin, dur hele oğlan iş bulsun derken, günler uzun yıllar kısa geçmiş, ömür su gibi akıp gitmişti. Ne Gülbahar’ın süt mavisi gözlerindeki çocuksu şaşkınlık değişmişti, ne de Hasan ağanın ota boka bağırıp kadının üzerine yürümesi…
Kocasıyla arası tam 23 yaştı ama ondan sadece iki yıl sonra öldü Gülbahar. Kim bilir, belki de hep ona, onun bakışına, duruşuna, emirlerine göre düzenleyip sürdürdüğü ömür, birden bir uçuruma yuvarlanmıştır ve Gülbahar, ilk kez kendi ayarını kendi yapma, “kendisi olma” sırası ona geldiğinde, elindeki bu mücevherle ne yapacağını bilmeden onu bir teneke parçası gibi çöpe atmıştır…

Kadınlar, tarihin yazılmayanlarıdır. Ancak Cumhuriyet’in ilk kadın pilotu, ilk kadın valisi, ilk profesörü vb. olurlarsa, tarih kitaplarında yer alırlar; yoksa yok… Gerçekten de hiçbir yerde yokturlar, “her başarılı erkeğin arkasındaki” o görünmez yer dışında!
Oysa başarılı-başarısız bütün erkeklerin, bütün çocukların, bütün hasta ve yaşlıların, bütün o tüketen ev işlerinin, bütün fabrikaları ve işyerlerini dolduran emeğin, kısacası bütün toplumun, şu durmadan dönen dünyanın arkasında kadınlar vardır.
İşte bu portreler, adları bilinmeyen, hiç anılmayan, öylece yaşayıp gitmiş bütün o sıradan kadınlara bir saygı duruşudur.



İlgili haberler
Kim ne der diye düşünmeyi bıraktım, özgürleştim

Sincan’da usta bir oto lastikçi olan Gülseren namı diğer Gül abla ile tanıştınız mı?

Bir işçi kadının yaşamını değiştirme mücadelesi

“Küllerimden doğdum” diyor Ayfer, “Eski fotoğraflarıma bak, gözlerimde hep bir hüzün var. Şimdi evet...

Samiye’nin dayanışmayla örülen hayatı

Samiye’nin hayatı 70’li yılların çatışmalı ortamından ve 12 Eylül’ün baskıcı döneminden bugüne zorlu...