Ülkenin her yanında irili ufaklı buluşmalar, etkinlikler ve eylemlerle dolu bir 25 Kasım geçirdik. Her sene 25 Kasım’da gözlemlediğimiz tablo önümüzdeki dönemin mücadele eğilimleri ve yöntemlerine ilişkin değerlendirme yapma gereksinimi de doğuruyor. Bu yazı da mahallelerde, iş yerlerinde, üniversitelerde, eylem alanlarında yaptığımız buluşmaların, yürüttüğümüz tartışmaların ortaya çıkardığı kimi izlenimleri paylaşmak için yazıldı.
KIYMETLİ ÇABALAR, DEĞİŞTİREN ÖRNEKLER
Kadınların biriken sorun ve dertlerinin çözümünün somutlandığı mücadele araç ve biçimlerinin kadınların en yakınında, ulaşılabilir, kendisini dahil hissedebilir şekilde inşa edilmesi, var olanların yenilenmesi gerektiği bu süreçte çıkan en önemli sonuçlardan biri.
Bu açıdan değerli örnekler de açığa çıktı. Örneğin İzmir’de büyük bir hastanede tek tek bütün katları ve birimleri dolaşarak; doktor, hemşire, hasta bakıcı, temizlikçi, kat sekreteri ile konuşup, şiddeti hangi biçimlerde yaşadıkları, neyi şiddet olarak gördükleri, çözümü nerede gördüklerini tartışıp, bu tartışmalardan çıkan notlarla hazırlanan bildirinin çok yaygın bir biçimde elden ele dolaşması, tartışılması, “Peki ne yapmalıyız?” sorusunu yaygın bir şekilde sordurması önemli bir deneyim. Rekabetin, sendikal bölünmüşlüğün, ağır çalışma koşullarının yarattığı yorgunluğun, birbirine güven duygusunu zayıflatan performans uygulamalarının birbirinden uzaklaştırdığı sağlık emekçisi kadınların bütün bunların ötesine geçip, aynı dertleri yaşayanlar olarak birlik olmak zorunda olduğunu hissettiren böylesi buluşmaların devamını talep ediyor olması da bir gösterge.
Yine İzmir’de Genel-İş 7 No’lu Şube İşçi Kadın Komisyonunun 25 Kasım’ı epey önceden tüm birimlerdeki kadın işçilere ulaşmak, hem evde hem çalışma hayatlarında yaşadıklarını ortaya çıkararak dayanışma ve mücadele ağları kurmak üzere planladığı çalışma da öyle. Pek çok yerden farklı olarak bu çalışma, bizzat iş yerine dayanan, çok sayıda belediye işçisi kadının emeğini, zamanını ayırarak parçası olduğu, sonucunda da “Biz ne kadar kalabalıkmışız, ne kadar güçlüymüşüz” duygusunu uyandıran ve önümüzdeki günlerde yapılacak çalışmaları daha fazla kadınla planlamak ve hayata geçirmek için “Ben de varım” dedirten bir çalışma oldu.
Aynı şekilde; pek çok üniversitede daha eylül ayından 25 Kasım sürecini planlayan, yurtlardan öğrenci evlerinden amfilere, kantinlerden öğrencilerin en çok takıldığı kafelere uzanan bir hatta küçük broşürler, çeşitli konu başlıklarında atölyeler, film gösterimleri, hep birlikte tiyatroya gitmek, kent turları yapmak gibi etkinliklerle çeşitlenen çalışmalar da sınav dönemine denk gelmesine rağmen çok sayıda genç kadının hem yan yana gelmesini sağladı hem de kent merkezlerinde yapılan eylemlere genç kadınların güçlü katılımının alt yapısını oluşturdu.
Yine çeşitli kentlerde yalnızca 1 güne sıkışmayan, ay boyunca sürdürülen etkinlikler, buluşmalar yaptığımızı da söylemek lazım. Kimi gün yaşadığımız şiddeti paylaşmak için kapalı grup buluşmaları, kimi gün mahalle yürüyüşleri, kimi gün el birliğiyle mahalledeki kadınlara ulaştırmak için broşür hazırlanması, kimi gün o broşürlerin mahalle pazarında, okul önlerinde, işçi duraklarında, halk ekmek büfeleri, aile sağlığı merkezleri önünde hep birlikte dağıtılması, kimi gün ev ziyaretleri, kimi gün muhtarlıkların ve esnafın dolaşılması gibi yaygın bir etki alanı yaratma çabasının ürünü olan çalışmalar yapıldı.
Mahallelerde sokak, iş yerinde bölümler bazında yapılan kadın buluşmaları, kahvaltılar, sinema-tiyatro etkinlikleri, forumlar, söyleşiler, atölyeler bir kadından diğerine aktarılan “birlik olma” duygusunu somutlaştıran şeyler oldu.
PEKİ EN ÇOK NELERİ DİLE GETİRDİ KADINLAR?
Öncelikle kadın cinayetlerini… Sokaklara taşan kadın düşmanlığını… Kadınların kaygılarının büyüdüğünü… Bunun bir içe kapanma tehlikesi barındırdığını… Çünkü kadınların öfkesini akıtacağı mecraların, araçların kadınların gündelik hayatında istikrarlı bir varlık hissettiremediğini. Bunun da kadınları yalnızlığa ittiğini...
Her söz alan, İstanbul Sözleşmesi’nin iptali gibi haklara yönelik saldırıların saldırganlara cesaret verdiğini söyledi, bunu gündelik hayatlarından örneklerle anlattılar. Boşanan kız kardeşinin nafaka ödemeyen eski eşini aradığında aldığı “Hâlâ ne nafakası peşindesin, bitti o devir” cevabını, şiddet uygulayan eşinden ayrılmak istediğini söylediğinde annesinden “Her gün kadınlar öldürülüyor kızım boşanmak istediği için. Senin ölünü görmek istemiyorum, sık dişini, hangimiz dayak yemedik, geçiyor sonra” sözünü duymanın yarattığı üzüntüyü anlattılar.
En çok konuşulan bir diğer konu geçim derdinin yarattığı sıkışmışlık duygusu oldu. Yoksulluk kadınlar için yalnızca ekonomik bir darboğaz değil, kadınların içine sıkıştırıldıkları cenderenin dişlilerini de sivrileştiren bir olgu. Son 20 yıldır kadınları aile içinde bağımlı ilişkilere mahkum eden politikanın gündelik hayat içindeki yansıması yoksulluk derinleştikçe daha sarih bir biçimde görünür oluyor. İşsizlik kaygısı iş yerlerinde yaşanan türlü sorunlara karşı güçsüzleştiren bir rol oynarken tek başına hayatını sürdürme imkanının olmaması da bu bağımlılık ilişkilerini boynunu sıkan bir kemente dönüştürüyor. Dolayısıyla “Geçinemiyoruz” sözünün büyüdüğü bir dönemde, kadınların yoksulluğu çok çeşitli boyutlarıyla gündem ettiği, erkek egemenliğini derinleştiren yönleriyle şiddetle geçim sorununun nasıl iç içe geçtiğinin daha çok konuşulduğu bir 25 Kasım oldu. Masraf artmasın, tek kombi yansın, bir tencere kaynasın diye yapılan ev birleştirmeler, böylelikle bir kadın evde çocuklara bakıp evin yükünü sırtlanırken diğer kadının çalışabilmesini sağlamak gibi “dayanışma” pratikleri, ücretli bir işte çalışıp hafta izninde evlere temizliğe, paketleme fabrikalarında gündelik işlere gitme, mahallelerde eve iş veren fabrikalardan gelen incik boncuğu dizme gibi geçinme stratejilerinin ne kadar yaygınlaştığını anlattılar. Geçim sıkıntısının evlerdeki gerginliği artırdığını, iş yerindeki baskı ve denetimlerin evlere taşınan boyutunun “tahammülsüzlük, kavga, birbirine karşı ilgisizlik, depresyona varan kötü ruh hali” olarak yansıdığını söylediler. “Zaten var olan gerginlik seslerin yükselmesine, itip kakmalara varıyor” diye ifade edilen durum esasen kadınları ve çocukları hedef alan şiddet.
Bir diğer dikkat çekici nokta ise kadına yönelik şiddeti önlemek için önlem alınmamasının artık iktidarın “kadınları korkutmak, sindirmek için” özel bir politika olarak uyguladığı yönündeki fikrin öncesine göre yaygın bir hale gelmesi. Kadınlar iktidarın kadına yönelik şiddete sıfır tolerans sözünü sadece komik bulmuyorlar, aynı zamanda açık bir “dalga geçme” olarak değerlendiriyorlar. Bir kadın “Enflasyon, işsizlik rakamı onlar için neyse, kadın cinayeti rakamı da o, hepsi aynı yalan” diyor.
GÜVENSİZLİK, YALNIZLIK, BEKLENTİCİLİK
Kadınları yan yana gelmekten alıkoyanın ne olduğuna dair tartışmalarda öne çıkan kimi olgular var: Sürekli olarak şiddet görüntülerinin yaygınlaştırılmasından, korkunç yargı kararlarının üst üste gelmesinden, hangi meseleye yetişeceğimizi şaşırtan çok boyutlu saldırı furyasından ağır bir umutsuzluk duygusu yayıldığını söylüyorlar. Tartışmalar bunun iki yönü olduğunu gösteriyor; birincisi, üst üste yaşanan ve kadınlar bakımından olumsuz tabloyu daha da karanlık tonlara boyayan olaylar ve haberlerin, mücadele deneyimleri, kazanımlar, direnç noktaları, kurulan irili ufaklı birliklerin bilgisinden daha hızlı ve çok yayılıyor olması. Pek çok buluşmada, örneğin bir iş yerinde yaşanan tacize karşı kadınların yan yana durup tacizciyi işten attıran, mahallede çeşitli dayanışma pratikleriyle hayatı nispeten kolaylaştıran, bir şiddet vakasında bir kadın grubuna ya da derneğine ulaşarak hayatını değiştirme gücü bulduğunu anlatan kadınların deneyimleri biraz gıpta biraz da hayretle, daha çok da “münferit bir olguymuşçasına” dinleniyordu. Kadınlar bir yandan “Böyle örnekleri daha çok paylaşmalıyız ki herkesin umudu artsın” derken, bir yandan da “Siz yapabilmişsiniz ama bizim mahalle öyle değil, bizim iş yeri öyle değil, bizimkiler birlik olmaz, ben tek kalırım, bizim oradakilere güven olmaz” diyordu.
Kadınlar kendilerini yalnız hissediyor, daha da ötesi kendinde değiştirici bir güç göremiyor, genel olarak hep kendisi dışında birilerinin değiştirici rol oynama konusunda bir adım öne çıkmasını bekleme hali yaygın. Bunda iktidarın bir adım öne çıkana sopa sallayan baskıcı yöntemlerinin yarattığı karanlık kadar, sürekli olarak “Bana oy verin, halledeceğiz” diyen, beklemeye çağıran anamuhalefetin halkı siyasetsizleştiren siyasetinin de etkisi var.
Tartışmalarda, “İlk seçimde gidecekler” ya da “Kaybetseler de gitmezler” gibi birbirinin zıddı gibi görünen ama aynı sonuca hizmet eden söylemlerin öfkeleri büyüyen kadınların bir araya gelişine olumlu bir etkisi olmadığı da açıkça görülüyor. Tam tersi, anamuhalefetin harladığı bu söylemlerle yaratılan “beklenticilik” ya da “korku” ikliminin kadınları etkin bir mücadeleden uzak tutup pasif bir izleyici olmaya ittiğini ya da iktidarın sindirme ve korkutma tekniklerine hizmet ettiğini, her iki seçeneğin de özünde iktidarın işine yaradığını söylemek mümkün.
HEPİMİZE DÜŞENLER…
Kadınlar, iktidar karşısındaki geniş hoşnutsuzluğun ve öfkenin ve mümkün olan kitlesel direncin gerçek sahipleri olarak düzenin kurallarıyla sınırlanmış dar muhalefetin çizdiği siyaset çerçevesine sığmayacak büyük bir potansiyel taşıdıklarını 25 Kasım sürecinde yaptığımız irili ufaklı tüm buluşmalarda gösterdiler. Ancak bu potansiyelin harekete dönüşmesi için hepimize düşen sorumluluklar var.
Daha iyi ve daha çok anlatmak, daha iyi ve daha çok örgütlemek zorunda olduğumuz şeyler var:
Öncelikli olarak “birlik” denilen mefhumun erişilemez, büyük bir hayal olmadığını, tam da örneğin bunların konuşulduğu o buluşmaya geldiği için değişimin bir parçası olduğunu...
Mahallede, iş yerinde, okulda, dernekte, komşular arasında kurulan ağların “birlik de birlik” diye sanki soyut bir mefhummuşçasına konuşulan şeyin ta kendisi olduğunu…
Bu birliklerin kadınların sözünü etkin biçimde siyaset sahnesine taşıyacak, seçim sürecini de “zorunlulukların” ötesine taşıyacak Üçüncü İttifak'ın bir özne olarak vücut bulacağı mecralar olduğunu...
Kadın mücadelesinin çeperini genişletmek zorunda bırakan ağır koşulların, aynı zamanda daha çok kadını bu mücadelenin etkin bir parçası, öznesi olmaya da meylettiren koşullar olduğunu unutmayalım.
Ama bu kendiliğindenliğe bırakılamaz, bunun için toparlayıcı bir güç, harekete geçirici sorumlu özneler lazım. O biziz, o yaşamın her alanında kurduğumuz birliklerimiz.
Hayatta kalmak ile yaşamak arasındaki o muazzam fark, daha çok kadının hayatına sahip çıkma mücadelesinin aktif öznesi haline gelmesiyle yaratacağı fark olacak. Ve o farkı işte bu birlikler yaratacak.
Fotoğraflar: Ekmek ve Gül
İlgili haberler
İL İL 25 KASIM | Şiddet ve yoksulluğa karşı kadınl...
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Gününde kadınlar Türkiye’nin dör...
İş yerlerinde 25 Kasım açıklaması: Eşitlik mücadel...
25 Kasım dolayısıyla açıklama yapan emek ve meslek örgütleri şiddetin, yoksulluğun, işsizliğin, ayrı...
25 Kasım’a giderken kadınlar neler yaşıyor, hangi...
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’ne giderken Emek Parti...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.