Okuyanın suratına tokat gibi patlayan bir giriş cümlesiyle başlamıyor bu öykü. Ama işte bir şekilde başlıyor. Öyle ya da böyle geli- şecek de. Sözgelimi, bir kadın birazdan kendini asacak. Ve bu, size göre öykünün sonu olacak. Evet, size göre! Çünkü bu sondan yoksun bir öykü. Sondan bile yoksun bir öykü! Son-suz, soğuk; uyku-suz soğuk; soluk-suz soğuk! SOĞUK!
Pencerenin perdeleri açılmamış. Kimse uyumuyorsa ve öğlene doğruysa bir evin perdeleri niçin açılmaz? Şimdi birtakım insanlar diyecekler: “Öykünün dışına çıkma. Soru sorma. Sen öyküne bak!” Oysa ben öykünün dışına çıkmadım, siz içine girdiniz. Hem çıksam kaç yazar? Ben bir uyumsuzluğum. Hayır, edebiyat parçalamıyorum. Parçalayabilseydim parçalardım. Ellerimle parçalardım! Ama dedim ya ben çıkmıyorum, kendini birazdan asacak olan kadın çıkıyor.
Elinde kalan son altı lirayla odun almaya dışarı çıkıyor. Kovulduğu fabrikanın önünden geçerken başını eğiyor.
Öğleden önceki o son dersin zili çalıyor. Çocuk içeri giriyor. Ardında da Türkçe öğretmeni.
Kıpraşan yorganın karanlığından ve bunalmışlığından küçük bir baş çıkıyor. Sonra bir küçük baş daha…
Oduncu “Bu paraya odun mu alınır?” diyerek, hayrına on kilo odun veriyor. Kadın, evinin soba boruları kadar soğuk bozuklukları yeniden cebine, çuvalıysa sırtına koyuyor. Dudaklarına 46 -uzak zamanlardan sonra ilk kez- gülümsemeyi anımsamışçasına ufacık bir kıpırtı koyuyor. Çocuk, öğle arasını duyuran o zille kalem, kitap ve defterini usul usul çantasına; ikiz kızlarsa kayan yastığı düzeltip yeniden başlarının altına koyuyor.
Odunlar ve kamyon lastiği nemli oldukları için bir türlü yanmıyor. Kâğıtlar, bir anda parlıyor ve ardında tüten kara bir is bırakarak bir anda sönüyor.
Bir köşeye pusup okulun tümden boşalmasını gözleyen ve evde titremek yerine kendi sınıfında tek başına ve aç açına beklemeyi düşleyen çocuk, hademenin kapıları kilitlediğini görüyor.
Kızlardan biri kuru kuru öksürüyor. Öteki de onu taklit ediyor. Belki de gelecek bir anın provasını yapıyor.
Derken, kendini birazdan asacak olan kadın, bilmem kaçıncı kez sobayı tutuşturmaya çabalıyor. Olmuyor! Olmuyor-olmuyor! Yanmıyor! Çocuk eve doğru yürürken, adımları ağırlaşmaya başlıyor. Kadın, kızların eline saç kurutma makinesini vererek “Alın, bununla ısının.” diyor. O an! İşte tam o an! Bir şey oluyor… Nasıl derler? Nasıl derler? Nasıl derler? Bir kıymık! Evet, bir kıymık! Denilir ya, tene batan bir kıymık tüm bedeni dolaşır ve kalbe doğru yürümeye başlar. Kalbine doğru yürümeye başlıyor. Kalbi iki odalı. İkinci odaya giriyor. Tavanda bir kanca. Yıllar yılı uyutmuş ve yormuş! Uyutmuş ve yormuş bir beşik bir de salıncaktan kalma kara bir kanca!
Çocuk, kapıda. İçi su dolan botlarını ters çeviriyor. Islak çoraplarını çıkarıyor. Sonra gecekondunun bedenine giriyor. Evet, ıslak bir kıymık! Denilir ya, bir kıymık tüm bedeni dolaşır ve kalbe doğru yürümeye başlar. Kalbine doğru yürümeye başlıyor. Kalbi iki odalı. Çocuk, birazdan ikinci odanın kapısından içeri girecek. Ve…
Kalbini yakacak!
Kalbini yakacak!
Kalbini yakacak!
Birdenbire! Öylece! Kalacak! Kararıp kalacak! Isındığını sanacak. Yanılacak! Birdenbire o son derste öğretmeninin deftere yazdırdığı küçültme eklerini anımsayıp, sözcükleri yinelemeye başlayacak! Zaman büyüyecek. Bu çocuk büyüyecek. Yaşı büyüyecek. Ayakları büyüyecek. Boyu büyüyecek. Ama yine aynı gözlerle bakacak. Cümleleri büyüyecek. Alın çizgileri büyüyecek. Ama yine hep aynı gözlerle, annesinin sallandığı ipe nasıl bakacaksa o gözlerle… O gözlerle bakacak! Büyüyecek. Ama yine de bir kralın kendisi için saray yaptırdığını görecek. Aynı gözlerle görecek.
Çocuk, kapıda. İçi su dolan botlarını ters çeviriyor. Islak çoraplarını çıkarıyor. Sonra gecekondunun bedenine giriyor. Evet, ıslak bir kıymık! Denilir ya, bir kıymık tüm bedeni dolaşır ve kalbe doğru yürümeye başlar. Kalbine doğru yürümeye başlıyor. Kalbi iki odalı. İkinci odanın kapısından içeri giriyor.
Üstünden bir koku yükselmeye başlıyor! Yanık bir kan kokusu! Solunda vuran o kanlı yumruğun kokusu!
“cik, cik, cik, tepecik, bebecik, minicik, annecik-annecik-annecik…”
Öykünün yazarı Şeyma Koç
9 Ağustos 1994 yılında Kayseri’nin Yahyalı ilçesinde doğdu. Yükseköğrenimini Akdeniz Üniversitesi’nin Kamu Yönetimi Bölümü’nde tamamladı. Bir ilaç firmasında 6 ay redaktör olarak çalıştı ve bıraktı. Şu an işsiz. Öyküleri; Varlık, Evrensel Kültür, Dünyanın Öyküsü, Sincan İstasyonu, Öykü Gazetesi, Kasaba Sanat, Şehir, Güney, SindhPedia, İnFocus, Eneken ve Trafika Europe gibi dergilerde yayımlandı. Kürtçe, Yunanca, Urduca, Almanca ve İngilizceye çevrildi. Üç öyküsü, Amerikan Yazarlar Müzesi’nin düzenlediği “The Creative Process” isimli fuara kabul edilerek, birçok üniversite ve müzede sergilendi. Bunun yanı sıra, yazar ve şairlerle yaptığı söyleşileri her sayı Edebiyatist Dergisi’nde yayımlıyor. Küllerin Şehveti (2015) adlı bir öykü kitabı vardır. Bu öyküsüyle Gıda-İş Sendikasının düzenlediği 2017 Sennur Sezer Emek-Direniş Öykü ve Şiir Ödülleri'nde öykü dalında birinciliğe seçilmiştir.
İlgili haberler
Sennur Sezer şiirinde kadınlar
Toplumsal bir sorun olarak kadın meselesi Sennur Sezer’in ideolojik görüşüyle iç içe genişler şiirle...
Baskının ve şiddetin habercisi: Kadın intiharları
Psikolog Banu Bülbül, 28 günde en az 28 kadının intihar ettiği ülke tablosunu değerlendirdi. ‘Bu tab...
Yoksuluz... Kömür yardımını çocuk bezi almak için...
Diyarbakır’dan kısacık bir sohbetin gösterdiği ‘büyük Türkiye’ tablosu işte bu: Dağıtılan kömür yard...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.