‘Ailece bilim’ mi, ideolojik kuşatma mı?
‘Kadın nerede, ne olmak veya kendini nasıl tanımlamak isterse odur ve hiçbir güç bunu kısıtlamaya yetmeyecektir.’

İstanbul Üniversitesinden yeni mezun olmuş ve çalışma hayatına atılmış bir genç kadın olarak, bu yılki mezuniyet törenlerinde karşımıza çıkan “ailece bilim” teması ve ilan edilen “aile yılı” üzerine birkaç söz söylemek istiyorum. Mevcut iktidarın kadınları yeniden geleneksel rollere hapsetmeye ve bilimi kapitalist sistemin hizmetine sunmaya yönelik ideolojik çerçevesini yakından tanıyoruz. Bu yaklaşım, kadınların toplumsal varoluşunu bireysel kimlikleriyle değil; doğuran, bakan ve fedakarlık eden aile içi figürleriyle tanımlıyor. Kadınları yalnızca aile içindeki rollere sıkıştıran anlayışları, bağımsız akademik kimlikleri gölgede bırakmakta ve kadınların özgürleşme mücadelesine karşı sistematik bir saldırı niteliği taşıyor.

Aynı ideolojik çizginin bir diğer yansıması ise, mevcut iktidarın doğum politikalarında kendini gösteriyor. “Normal doğum” dayatmasıyla kadın bedenine yönelik denetim, devletin “doğal” olarak tanımladığı normlar üzerinden kuruluyor; sezaryen gibi seçenekler ise damgalanarak kadınların kendi bedenlerine dair karar verme hakkı gasbediliyor. Kadınların kendi doğum tercihlerine bile müdahale eden bir sistemde, özgürlükten ve eşitlikten söz etmek mümkün değil.

Üniversitelerin özerkliğini yitirmesi de bu ideolojik yönelimi pekiştiren başka bir unsur. Rektörlerin seçimle değil, atamayla belirlenmesi; üniversitelerdeki kararların siyasal etkilerle biçimlenmesi, akademik alanın iktidarın ideolojik hattına hizmet eder hale gelmesine neden oluyor. Üniversitemizin mevcut rektörünün atanma biçimi ve bu yönetim anlayışının uygulamalara yansıması, “ailece bilim” gibi temaların altında yatan politik tercihleri daha da görünür kılıyor. Oysa ki bilim, ataerkil ve muhafazakar düşüncenin değil, özgürleşen bireylerin ve eşitlikçi bir toplumun inşasının aracı olmalıdır.

Fedakar ya da uyumlu değil eşit olmak istiyoruz

Mezun bir genç kadın olarak iş hayatındayım ve artık daha net görüyorum. Kadınlar için mezun olmak, emeğini satmak yetmiyor. Bize her alanda “makul kadın” rollerine uygun davranmamız dayatılıyor. Evde “fedakar”, iş yerinde “uyumlu”, sokakta “edepli” ama hiçbir yerde “itiraz eden” olmamamız bekleniyor. Yerel basında çalışan bir gazeteci olarak bunun pratik karşılığını her gün yaşıyorum. Küçük bir şehirde, sınırlı imkanlarla günde 60–70 haberi yetiştirmeye zorlandığımız, hızın kaliteyi ezdiği bir düzende çalışıyoruz. Ulusal basında çalıştığım dönemde de kadın gazeteci olmanın örtük önyargılarını derinden hissettim, erkek meslektaşların rahatlıkla ulaşabildiği kaynaklara biz çoğu zaman önce kendimizi ispatlayarak erişebiliyorduk. Fotoğraf makinemi omzuma taktığımda “Erkek işi yapıyorsun” diyenlere aldırmadım; her haberimle, her sorumla, her fotoğrafımla yalnızca mesleğimi değil, bu alanda var olma hakkımı da savundum ve savunmaya devam ediyorum. Onların bu düzenine itiraz ediyoruz. Kadınların yeri sadece ev değil; üniversiteler, haber merkezleri, sokaklar, eylemler… Kısacası kadın nerede, ne olmak veya kendini nasıl tanımlamak isterse odur ve hiçbir güç bunu kısıtlamaya yetmeyecektir. Biz her zaman kendi hayatımızın başrolü olacak, mücadelemizi sürdüreceğiz. Dayanışmayla, özgürlükle, eşitlikle…

Fotoğraf: Ekmek ve Gül

İlgili haberler
Aile yılını kadınlara sorduk

Yeldeğirmeni Ekmek ve Gül kadınlara mikrofon tuttu.

Üniversiteli kadınlar Ayşe Tokyaz cinayetini konuş...

Artan kadın cinayetleri ve kolluk kuvvetlerinin suça ortak olması üzerine neler düşündüklerini Tekir...

Üniversiteli genç kadınlar 19 Mart sürecini ve müc...

Üniversiteli genç kadınlar 19 Mart'ta başlayan eylemleri, genç kadınların burada aldıkları pozisyonu...