‘Öldüm ama iyiyim’*
Leda’nın hayatıyla ilgili karar alabilmesi, ebeveynliğini tartışmaya açarken filmdeki çocuklarını annelerine terk eden babalar böyle bir muameleyle karşılaşmıyor.

Birkaç anne yan yana geldiğinde sohbet bir yerden sonra üzerimize boca edilen yüklerimize gelir. Bizden beklenenler, rollerimiz, çocuklarla kurduğumuz ilişkiler, babanın varmış gibi kalan halleri. Bir of dediğimizde, kısa bir dinlenme molası hakkı beklediğimizde ya da kaçmak istediğimizde en sert eleştirilerle, delilikle hatta dahası kötü annelikle suçlanırız. Suçlamalar öyle bir yere varır ki vicdanımız kâbusumuz olur. İşte bu kâbustan uyanmak, üzerimize boca edilen onca şeyin altından sağ salim çıkmak hiç de kolay değildir. İş buraya geldiğinde kimse de dinlemeye razı olmaz, ne istediğimizi sormadıkları gibi bir şeyi isteme/istememe hakkımız olduğunu da duymak istemezler.

Böyle yan yana gelişlerde birbirinin dinleyeni belki de çaresi olur kadınlar...  

Bu masada öyle!

Masanın sağında evleneli birkaç yıl olmuş, ünlü bir firmanın medya yöneticiliğini yapan Zehra var. Annesi ve babası 80 kuşağı devrimcilerinden. Uzun cezaevi süreçlerinde anneanne ile büyüyen Zehra, ona yaşatılan yalnızlığı kendi çocuğuna yaşatmamaya çalışıyor. Annesi ile arasında bu nedenle süregiden çatışmayı, çocuğunu yetiştirme biçimiyle zafere taşımak istiyor belli ki. Bu onun için öyle bir şiddetli hal ki hiç tanıdığı olmayan bir kentte eşiyle beraber çocuğunu büyütmek istiyor. Zehra ve eşinin istekleri elbette insani, ama hayat hiç öyle değil. Kendi annesi dışında çocuğunu başka hiçbir yabancıya bırakmak istemeyen Zehra, kızını her sabah kreşe, duyma engelli bir yabancıya emanet ediyor. İşyeri her defasında çocuğun ateşli olduğunu gösterir bir rapor ya da fotoğrafla kanıtlamasını bekliyor. Eşi tüm sorunların kendisini teğet geçmesini istiyor. Zehra her sabah çocuğunu kreşe gitmeye, kreştekileri uyku saati dışında da kızına bakmaya, eşini yardım etmeye, işyerini ise biraz daha insaflı olmaya ikna etmeye çalıştığını anlatırken gözleri doluyor; “Çocuğun uyumayacağını düşünemedik.”

Masanın diğer ucunda ise yeni doğum yapan başka bir anne. Aylar geçmesine rağmen ilk çocuğunun heyecanı daha çok taze. Anneliğinin ilk gününden beri tadını çıkarmaya çalışırken bir yandan da “Başka bir annelik mümkün” diyerek geleneksellikten uzak kalmak istiyor. Ama çoğu zaman, doğuştan anne olanlar iğnelerini batırıyor. Arkadaşlarıyla yapacağı bir buluşma, gece uykusuna karşı dirençsiz oluşu gibi basit şeylerden bile büyük annelik mahkemesinden kaçamıyor. Bu gördüklerini ilk defa duymadı elbette hatta kendisini yıllardır verdiği kadın mücadelesinin içinde konumlandırdığından her türlü soruna hazır hissediyordu ama yine de soruyor; “Peki ben bu vicdan sorgulatan mahkemelerden nasıl kurtulacağım?”

Dayanışmayla kalkıyoruz masadan!

‘ÇOCUKLAR YIKICI BİR SORUMLULUKTUR’

Son yıllarda kutsal annelik ve sorunlu annelik gibi meseleler, kadın mücadelesinin de etkisiyle daha somut tartışılıyor. Daha önce görülmeyen hatta başta kadınlar olmak üzere tüm toplum tarafından reddedilen bu durumun, kadınlar açısından taşıdığı tüm riskleri daha çok konuşur hale geliyoruz. Sinema da bu tartışmaları odağında tutarak derinleştiriyor.
Karanlık Kız (The Lost Daughter, 2021) filminde Leda ve Nina da tıpkı bizim gibi ilk karşılaşmalarında, çocukları ve aileleri üzerinden yaptıkları sohbetle dayanışma kuruyorlar. Film, kadınlara giydirilen annelik rolünü iğdiş ediyor. Gündelik yaşamlarımızda bile bir tek sözümüze, itirazımıza, emeğimize sahip çıkmamıza tahammül edemeyenlerin çekiştirdiği örtüyü söküp alıyor.

‘SEN ANNESİN, EN İYİSİNİ YAPACAKSIN’

Elena Ferrante’nin aynı isimli romanından uyarlanan Karanlık Kız, Maggie Gyllenhaal’ın ilk senaristlik ve yönetmenlik eseri. Film 47 yaşındaki edebiyat profesörü Leda Caruso’nun hikâyesine odaklanıyor. Hikâye Leda’nın tatil için bir Yunan adasında tuttuğu eve girmesiyle açılıyor. Leda, tatilini “dünyanın en güzel manzarası” olarak tarif ettiği evin balkonunda, plajda ve çarşıda gezerek geçirirken, yarattığı sükûnet, kalabalık bir ailenin plajı kuşatmasıyla sona eriyor. Bunca tantana çıkaran aileyi gözlemlerken gözü Nina ve kızı Elena’ya takılıyor. Nina her ne kadar ailesine mutlu olduğunu ispat etmeye çalışsa da tıpkı ailenin plajı kuşatması gibi kuşatılmasının yarattığı mutsuzluğu gizlemeye çalışıyor. Nina’nın gözlerine yansıyan kaygılı bakışları, Leda’nın tetiklenmesine sebep oluyor. Çünkü genç ve başarılı bir akademisyenken yaptığı evlilik ve iki çocuğu büyütme deneyimlerini hatırlıyor. Leda’nın geçmişiyle ilgili ekrana yansıyan geri dönüş sahneleriyle anlıyoruz ki iki kızıyla şarkılar söylüyor, şiirler okuyor, oyunlar oynuyor, işi için evden gitmesi gereken zamanlarda çocuklara bakacak yardımcısına yemeklerden, ilaçlarına, en sevdikleri oyuncaklarından, acil durumlar için arama listesi yapıyor. Nina’ya bir sohbetinde dediği gibi çocukların tüm yıkıcı sorumluluğunu yerine getiriyor. Bunları yaparken eşi Joe’dan tek bir cümle duyuyoruz: “Sen annelerisin, elbette en iyisini yapacaksın”

‘TERK EDEN BABALARIN EBEVEYNLİĞİ TARTIŞILMIYOR’

Filmin asıl derdi bu noktadan sonra başlıyor. Leda bütün bu sorumlulukların altından sağlam çıksa da arada yorulduğunda, konuşmak ya da uzaklaşmak istediğinde onu anlayan, bu haklarını yaşaması için sorumluluğu yüklenen ne Joe ne de başka biri var. Leda bu kuşatılmışlıktan kurtulmak için gitmeyi tercih ediyor. Üç sene boyunca çocuklarını görmeden “muhteşem” bir zaman geçiriyor. Leda’nın bu kararını taravmatik bir anı olarak görmüyoruz. Leda ve bunu paylaştığı Nina, gözlerindeki mutlulukla, kadınların kendi hayatlarına dair karar alabilmesini, tüm bedellerine rağmen “muhteşem” bir şey olduğunu gösteriyor. Leda, üç senenin ardından çocuklarını özlediği için geri dönüyor. Martha ve Bianca’nın büyümelerini biz görmüyoruz ama Leda’nın anlattıklarından anlıyoruz ki her ikisiyle de muhteşem bir ilişki devam ettiriyor.
Filmle ilgili sonu bağlamadan önce bahsetmemiz gereken bir nokta da erkek karakterler. Leda’nın hayatıyla ilgili karar alabilmesi, ebeveynliğini tartışmaya açarken, filmdeki çocuklarını annelerine terk eden babalar böyle bir muameleyle karşılaşmıyor. Bu da kadınların bu denli eşitsizliklere rağmen hayatta kalma mücadelesi verdiklerini gösteriyor.

KENDİMİZE AİT PATİKALAR AÇABİLİRİZ
Filmin yönetmeni Maggie Gyllenhaal, katıldığı bir programda Elena Ferrante ile yaptığı görüşmeden bahseder. Ferrante’nin, ‘Karanlık Kız’ın haklarını, ancak kendisi çektiği takdirde film için verdiğini söyler. Sanat dünyasındaki kadınların yaşadığı eşitsizliğin etkisiyle erkek bir sinemacıyla çalışmayı kabul etmeyeceğini söyleyen Ferrante, yazdığı hikâyenin, kadınların deneyimleriyle uyarlanmasının sanat dünyası için de önemli bir kazanım olacağını dile getirir. Leda ve Nina arasında gelişen dayanışma duygusu, Gyllenhaal ile Ferrante arasında gelişen iş birliğiyle yaratıcı alanda eşitlik istemi, filmi daha da güçlendiriyor. Filmi izleyen kadınlara da kendine ait patikalar açmak için cüretini hatırlatıyor.

* Leda’nın kızının bir esprisine karşılık söylediği söz: “Öldüm ama iyiyim.”

İlgili haberler
Mülteci sorununda doğru bilinen yanlışlar

‘Ben ülkemde göçmen istemiyorum’, ‘Onlar suça meyilli’, ‘Onlar geldi şiddet, taciz arttı...’ Bu sıkl...

Bu yara hepimizin, ya kanatacağız ya iyileştireceğ...

Afganistanlı M. ve ağabeyine, M.’nin sınıf arkadaşlarının velilerinin uzattığı dayanışma elinin deği...

Bi salın anneleri!

‘Annelik içgüdüseldir’, ‘Anne olunca anlarsın’ sözleri kadınların her yaşta karşılaştığı cümleler. O...