Kaynananın yitirilen yoksul yıllarını kurtarma çabası
18 kadın yazar, belki de insanlık tarihi kadar eski bir sorunu, gelin-kaynana ilişkisini öyküleriyle tartışmaya açıyor.

Gelin-kaynana arasındaki -çatışmaya dayalı- ilişki biçimi, kuşku yok ki buzdağının görünen kısmını oluşturuyor. Temelinde iktidarın belirlenmesine dayalı bir sıkıntı olduğu açık. İyi de kadını bu dar iktidar alanına hapseden ne? Kimliğini ortaya koyarken, merkezinde erkeğin olduğu bir düzenin hem ezeni hem de ezileni olmaktan kendini kurtaramayışının asıl sebebi ne?

İnsanlık tarihi kadar eski bir sorun bu aslında; kadının ikinci sırayı bir türlü paylaşamama hali. Çözüm belki de bir sarsıntı, kim bilir? Kadının birincilik tahtını sıkı bir tekmeyle yerle bir edip dayanışmasında.

“Peki ya edebiyat bu duruma nasıl yaklaşır”ın bir yanıtı gibi çıkageldi “Kaynana Şekeri.” 18 kadın yazarın kaleme aldığı öykülerden oluşturulmuş bir ortak kitap olarak çıktı karşımıza. Kitabı yayına hazırlayan Nalan Çelik’le “Kaynana Şekeri” üzerinden bir söyleşi gerçekleştirdik. Son bir soru da kitabın yazarlarınaydı elbette…

Kaynanalar Günü’ne adanmış bir ortak kitap “Kaynana Şekeri”. Eminim, böyle bir günün varlığından pek çok kimsenin haberi yoktur.

Nalan Çelik: Aslına bakarsan benim de haberim yoktu. “Kaynana” konulu ortak kitap fikri aklıma düştüğünde araştırmaya başladım; öğrendim ki “Kaynanalar Günü” diye özel bir gün var. 1970’li yılların sonunda ilk kez Amerika’da kutlanan bu gün, Aksaray Yardım Sevenler Derneği Başkanı Dilek Terzioğlu’nun girişimiyle, 1981 yılında Türkiye’de de kutlanmış. 1989 yılında uluslararası kimlik kazanan “15 Haziran Kaynanalar Günü” kutlamasına bu yıl on sekiz yazarlı ortak kitabımızla katıldık diyebilirim.

Kaynana konulu bir kitap hazırlama fikri nasıl oluştu? Kitaba katkı sunan yazarların kaynana öyküsü yazmaya ilişkin ilk tepkileri ne oldu?

‘İç sıkıntısı’ sözcüğünü hep sevmişimdir. Sohbet ettiğiniz bir arkadaşınızın metaforuyla, iç sıkıntısının flaş belleğindeki fotoğrafların bir bir açılması gibi konuşmaya başlarsınız bazen. Baudelaire, ‘topla o fotoğrafları Nalan’; “İkiyüzlü okur. -benzerim,- kardeşim, onu/bu kibar canavarı iyi tanırsın sen de!” diye omzuma dokunuverdiğinde susturduğum o kibar canavar ‘iç sıkıntısı’ şiir oluverir, deneme, bazen öykü. Sohbet ettiğim arkadaşım Tahir Şilkan ‘Nalan, sen bunun öyküsünü yazsana’ dediğinde, araştırmalara başladım.

Birkaç öykü yazılabilecek paylaşımlar yaşandı telefon konuşmalarında. Saatin dokuzunda temizlik yapan Ayten Kaya Görgün ‘temizlik sopası, kovayı hemen bırakıp, yazmaya başlıyorum’ demişti, serçe cıvıltılı konuşmasıyla. Kaynanalar Günü’nden habersizdiler. Şaşırdılar, ilginç buldular çalışmayı.

‘KADIN, SINIFSAL OLARAK EZİLENİN EZİLENİ; TOPLUMUN EN YOKSULU...’
Kaynana ile gelinin paylaşamadığı ne?

Ped çağı başlamadan öce, yıllarca boklu bebek, regl bezi yıkayan, ‘kâğıt’ çağı başlamadan, sümüklü bez, ailenin her üyesi için taharet bezi yıkayan, her çocukta dokuz ay can taşıyan, aylarca emziren, bebeğin her çıkan dişinde gecelerce uyumayan, yürümeye başlayan bebeğin peşinde sporcu gibi koşuşturan, kayınvalidelerine, kayınpederlerine bakan, hastane odalarında refakatçilik yapan, ‘nevresim’ çağından önce haftada bir yorgan kaplayan, ‘musluk çağı’ başlamadan kovayla su taşıyan, ‘kalorifer’ çağından önce, tezek, odun taşıyan, ücretsiz ev hizmetçiliği yaparken tavuk gibi yolunmuş görünmek için tepeden tırnağa her bir tüy için ölünceye kadar cımbızla, iple, aynayla dolaşan, üç çeşit yemek beklentisiyle işten eve gelen eşinin, tek yemek çeşidiyle karşılaştığında ‘akşama kadar sen ne yapıyorsun’ cümlesiyle irkilen, kadın yoksuldur; bilgi, ruh, sanat, sokağın deneyimi, ekonomik olarak yoksul… Kendi yoksulluğunu emek verdiği kızı yaşasın istemez. Gelinine ‘bizim zamanımızda’yla başlayan aşağılayıcı, tutsak edici, cümleler kurar. Yorulmuş, yaşayamamıştır. Oğlunun evliliğiyle hizmet görmeyi, araçta oğlunun yanındaki ön koltuğa oturmayı, gelinin hazırladığı masada oğlunun yanında oturarak ‘bizim zamanımızda buzdolabı, bulaşık makinesi yoktu’ cümleleriyle yeni bir yoksulun yaratılma sürecine katkıda bulunduğunun çoğunluk farkında değildir. Yitirilen yoksul yıllarını kurtarma çabasındadır. Kadın, insan bile sayılmazken, sınıfsal olarak da ezilenin ezilenidir; toplumun en yoksulu.

Yayına hazırlayan olmanın dışında, “Pusula” adlı bir öykün de var kitapta. Diğer yazar arkadaşlara soracağım ortak bir soruyu sana da yöneltmek isterim. Bu öyküyü sana yazdıran neydi?

Öncelikle, kadın ruhsal yoksulluktan kurtulmak için sanatın, hayatın içinde olmalı. Yazan biri olarak kendi yoksulluğumun yaşandığı, Woolf’ün sözüyle ‘Kendine ait bir odası olmalı kadının’ cümlesiyle; düş kurmasında, “evinde” kendine ait bir odası olamayan, hatta triplex evde yaşayıp, aceleyle bir kahve içimlik alanı ‘burası da benim köşem’ böbürlenmesindeki birçok kadınla buluşmaya çalışmak. Onlar adına düş kurmak, kurgu yapmak, yoksulluklarını anımsatırken, kurtulmaları için düş kurdurmak, görmeyi unuttukları gökyüzüne, ufka baktırmak...

Pusula öyküm 12 Eylül 1980 darbesi sabahı işe gitmek isterken sokağa çıkamayan yeni evli çocuk yaşta bir kadının, ilk kez kendine, yaşadığı eve, evliğine ilişkin düşünmeye ve sorgulamaya başlaması... Sokaklar sıkıyönetim altındayken, ev içleri de eril zihniyetin sıkıyönetimi altındaydı yıllardır. Hapishaneler işkence merkezi, evler de duyulmayan işkence merkezleriydi. Kadınlar, mandallar, kalemler, kâğıtlar erkek egemen sistemin bitmeyen sıkıyönetiminde işkence çekerken, ‘Kendine ait bir oda’ için, pusula gerekliydi kadına, hem de öncekinden daha başka bir bakışla.

ÖYKÜLERİNDE BİR ÖYKÜSÜ VAR
Kitabın yazarlarına “Bu öyküyü size yazdıran neydi? Belki bu noktada öykünün öyküsünü konuşmak da mümkün” dediğimizde…

Hatice Dökmen: “Üçüncü Sayfa Haberi” isimli öykümü kaleme almayı düşündüğümde, kahramanım Nazlı henüz kafamda yoktu. Hepimizin bildiği gibi biz Türkler, gazeteyi okumak dışında her şeyde kullanırız. İşte tam bu noktada bir şeyler yazmak istiyordum. Bunu not defterime kaydetmiştim, ama bir türlü hikâyesini bulamıyordum, ki sahilde yürüyüşe çıktığım bir gün, Nazlı çıktı geldi. Güneşin az da olsa havayı ısıtabildiği bir kış günüydü. Beş on dakika dinlenmek için denize bakan bir banka oturdum. Yerin mavisini göğün mavisiyle kaynaştıran noktadaki Adalar’ı, kıyıdaki beton sete dizilmiş martıları, direklerdeki kargaları, çöp kutularının dibinde nasibini arayan serçeleri, çimenlere serilmiş sokak köpeklerini, bisikletli gençleri, derin soluklar alarak yürürken düşüncelerinin bambaşka yerlerde olduğunu hissedebildiğim insanları seyrediyordum ki ayakkabımın birinden garip sesler gelmeye başladı. Korkuyla karışık bir ürpertiyle ayağıma baktım. Ayakkabımın altına bir gazete yapışmıştı. Çekip çıkarmaya çalıştım ama gazete direndi. Ayakkabımla gazeteyi buluşturan şey, yere atılmış bir sakızdı. Ben ayakkabımı özgürlüğüne kavuşturmak için cebelleşirken gözlerim de gazetedeki yazılara kayıyordu. İşte o an Nazlı’yı gördüm gazetede. Fotoğrafın altındaki yazıyı bir kez daha okudum… M. K. adlı bir kişi, komşusuyla ilişkisi olduğunu düşündüğü eski karısını yolun ortasında dövdü. Yoldan geçenlerin yardımlarıyla adamın elinden kurtulan kadın hastanede tedaviye alınırken dayakçı eski koca yakalanıp, ifadesi alınmak üzere karakola götürüldü… Fotoğraftaki kadın, içindeki hüznüne rağmen bana gülümsüyordu. Eve varır varmaz Nazlı’yı ete kemiğe bürüdüm.

Rahime Sarıçelik: 2010’da Fransa’nın Strazburg şehrine geldim. 2013 itibari ile Strazburg Üniversitesi’nde çalışıyorum. Bu sayede Türkiye’deyken yurtdışında yaşayan Türklere dair pek bir şey bilmediğimi fark ettim. Böylece yaşamlarını, algılama biçimlerini öğrencilerim sayesinde gözlemlemeye başladım. 2015 yılında başladığım “Toplumsal Cinsiyet ve Sabahattin Ali” konulu doktora tez çalışmam Fransa’daki kadın, erkek, aile yaşamlarına daha etraflı bakmamı sağladı. Yaşanamayan “kadınlık ve erkeklik” biçimlerini görmek beni derinden etkiledi. Türk Mahallesi denilen bölgelerde yaşamaları, 1960’larda Türkiye’den göç ederek geldikleri hali muhafaza etmeye çalışmaları, kültür, dil ve inançlarına sıkı sıkıya sarılıp yaşamaları, Fransız kimliğine bürünmemek için verdikleri direnişleri beni fazlaca şaşırttı. Gene Türk kimliklerine sahip çıkmak adına Avrupa’da yaşayan Türk ailelerin Türkiye’den evlilik amacıyla getirdikleri genç kız ve erkek karakterleri, buradaki yaşamlarını yazmamak benim için mümkün değildi. Hele ki yaşlı bir ithal gelinden köpeği Garip’in öyküsünü dinledikten sonra...

Tülin Dursun: Bu öyküyü çok severek yazdım. Kayınvalidem Hatice Sultan burada yalnızca bir simgedir.
Kuşak çatışmalarının, kadınlar arası çekemezliklerin, kıskançlıkların çok sık yaşandığı bir dünyada ve özellikle de ülkemizde aile içi çatışmalarda dolayısıyla boşanmalarda (eğer varsa) kayınvalidelerin birinci dereceden sorumlu tutulması ne yazık ki gerçektir. Bu kentlerde de, Anadolu’da da böyledir.

Oğlunu, biriciğini, gözünün nurunu kimselerle paylaşamayan annenin geçmişte kaynanasından gördüklerini gelinine uygulama biçimidir. Az da olsa intikam içerir. Vicdan ve sevginin, örf ve adetlerle karıştırılmasıdır. Vicdan süzgeci işlevini yapamaz durumdadır. Daha doğrusu sevginin ve gerçeğin toplum ritüel ve normlarına yenik düşmesidir.

Benim anlatmak istediğim; cahil dediğimiz, aslında yıllarca kazandığı deneyimlerle sevgi, hoşgörü dağıtıcısı sakiye dönüşen kadınlarımızın varolduğudur.

Kadının kadını anlaması ne güzeldir. Yapmacık ve içinde açıma duygusunun varolduğu sempati yerini empatiyle yaklaşıma bıraktığımızda dünya bütün canlılar için daha yaşanılır hale gelir.

Hülya Soyşekerci: Bundan bir süre önce, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu ve Vedat Günyol’a dair bir araştırma çalışması içindeydim; bu değerli hümanizmacılar hakkında yazılmış ne varsa gözden geçirmeye, okumaya gayret ediyordum. Bu süreçte, özellikle Azra Erhat’ın hayatı ve düşünce dünyası epeyce ilgimi çekmiş; onun yaşam öyküsünü içeren Bir Mavi Kadın: Azra Erhatadlı bir biyografi denemesi de kaleme almıştım. Değerli bilim ve sanat kadını Azra Erhat’ın çocukluğunun bir kısmının İzmir’de geçmiş olması; ailesiyle birlikte Kordon’daki bir evde yaşamaları; İzmir’in çokkültürlü dünyasını daha o yıllarda benimsemesi bana gerçekten ilginç gelmişti.

Tam da bu çalışmaları gerçekleştirdiğim sırada, aydın bir Cumhuriyet kadını, gerçek bir kitap tutkunu olan ve ömrünü kent kültürüne adayan İzmirli bir yakınımı ebediyen kaybetmenin acısı çöktü yüreğime. Onu sonsuza kadar yaşatmak istedim harflerin büyülü dünyasında. Onun hüzünlü hayatını, kentin betona dönüşümü ve Azra Erhat’ın çocukluğu ile bir arada işleyen, bunları bütünleştiren bir öykü denemesi yazmaya başladım. O değerli yakınım, aynı zamanda çok sevilen, zarif bir kayınvalide idi. Sevgili Nalan Çelik benden bir kayınvalide öyküsü isteyince bu öykümü, örnek bir aydın kayınvalide öyküsü olarak değerlendirebileceğimi düşündüm ve “Ne Hoş Bir Güzelliği Vardı” adlı öyküm bu şekilde doğmuş oldu.

Belma Fırat: “İnadım İnat” isimli öykümün esas olarak otobiyografik bir anlatı olduğunu söyleyebilirim. Soyadı mücadelesi evlilik kararı aldığım andan itibaren hayatımın en önemli parçası oldu. Kendimi özdeşleştirdiğim, kimlik ve aidiyetimin temel bileşeni olan ismimin tek bir imza ile yürürlükten kalkacak olmasını kabul edemedim. Soyadı elbette ataerkil sistemin taşıyıcı unsurudur, bunu göz ardı edemeyiz. Dolayısıyla baba soyunu işaretleyen bir isimi korumak ve taşımakta ısrar etmek bu bakımdan sorunlu görünüyor. Ancak burada benim temel meselem evlilik bağının; kadının kariyerini, iş yaşamını, sosyal çevre ve ilişkilerini yok sayarak soyadı değişikliğini kanuni bir zorunluluk olarak dayatmasıydı. Kadın babanın nüfusundan kocanınkine geçiyor ve buna uygun olarak soyadı değiştiriliyor. Söz konusu uygulama kadının kendi başına özgür bir birey olarak kabul edilmediğinin hatta bir nevi mübadele aracı olarak görülmeye devam ettiğinin göstergesiydi bana göre. Evlendiğim dönemde çift soyadı kanunu olmadığı için uzun yıllar devlet daireleri ve resmi kurumlarda bekâr olduğumu beyan edip evlilik öncesi nüfus cüzdanımı kullanmaya devam ettim. Yazdığım öykü bu süreçte yaşadığım ve bu konudaki inadımın nedenlerini yeterince anlatamadığım sevgili kayınvalidemi de dahil ettiğim çeşitli zorluk ve karışıklıklarla ilgili, Aziz Nesin’in ünlü romanına atıfla bir çeşit “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” hikâyesidir.

Fügen Kıvılcımer: “Kaynana” sözcüğü genellikle itici, kaba, hakaret gibi gelmiştir bana. Hem de öztürkçeyi önemsememe karşın “kayınvalide” sözcüğündeki inceliği yeğlemişimdir. Ta ki “Kaynana Şekeri”ni duyana dek.
Kaynanalarla ilgili bir öykü istendiğinde önce eşimin annesini düşündüm. O, namazında niyazında, ne eliyle, ne de diliyle kimseyi incitmeyen, kimsenin ardından konuşmayan, yobazlıktan uzak samimi bir Müslümandı. Dünyalarımız çok farklı, o dindar, ben ateisttim. Ama birbirimizin inanışına saygı ve özen göstererek, onca sene sorunsuz, birbirimizi severek yaşamıştık.

Bir gelin kaynana öyküsü kurgulamaya başlamıştım ki üç kez kaynana olduğumu anımsayıverdim. Çünkü oğlum üç kez evlenip ayrılmıştı. Kaynana olmayı bilmiyor, gelinlerimle arkadaş olmaya çalışıyordum. Evlenmeden önce hoşlandıklarını sandığım bu tutumumdan evlendikten sonra pek de hoşlanmadıklarını gözlemliyordum. Ama başka türlü nasıl davranmam gerektiğini de kestiremiyordum. Zaten akraba ilişkilerinde de hep arkadaş olabildiklerimi severdim. İlk iki gelinle, şöyle, böyle de olsa sorunsuz idare edebilmiştik. Gelgelelim son gelin beni çok üzmüş, hatta hasta etmişti.

O gece yaşananların ağırlığından ancak yazarak hafifleyebileceğimi düşünmüş, oturup yazmıştım. Ne yazık ki bakıma gereksinim duyacak denli hastalık da araya girince uzun süre kurtulamamıştım o ağırlıktan.
Gün yüzüne çıkarmayı hiç düşünmediğim, nerdeyse unuttuğum o öykünün “Kaynana Şekeri”ne uygun düşebileceği kanısıyla, noktasına virgülüne dokunmadan yolladım.

Cemile Çakır: Nalan Çelik beni arayıp kaynana öyküsü istediğinde, aklıma gelen ilk şey, mağdur bir kaynananın öyküsünü yazmak oldu. Sonuçta öykü, insanların yaşamına değinmekti ve ben de insanları yargılamadan onların yarasını deşmeyi denemek istedim. Çevremde ele alınacak örnek çoktu, ben de bunlardan birini değiştirerek, eğip bükerek yeniden yarattım.

“Evini Yanında Götürmek” adlı öyküm yakınımdan birinin yaşadıklarından esinlenerek yazıldı. Öykünün kahramanı Nebile ve kocası gelecek yatırımını bir oğlu üzerine yapmışlar, bütün tarla ve bahçelerinin tapusunu bu oğula vermişlerdir. Ama hayat istenilen çizgide gitmeyip, seçilmiş oğul trafik kazası geçirince ömrünün geriye kalan kısmını yatalak bir kocaya bakmakla geçirmeye mahkûm olan gelin, kaynana ve kayınpederi istemediğinde başlar trajedi...

Bu öyküde kaynananın penceresinden baktım. Eğer gelinin penceresinden bakmış olsaydım başka bir trajedi görecek ve yazacaktım. Önemli olan her insanın öyküsünü yargılamadan, ötekileştirmeden anlamak, derinliğini yakalamaktır.

Semrin Şahin: Her şeyden önce bir kadın öyküsü yazmak istedim. Hem insani duyguları ele almak hem de alışılmışın dışında durumları göz önüne sermek için yazdım Menekşeler, Öykü ve Sen’i. Gelin, kaynana, görümce üçgeni içerisinde adlara sıkışıp kalmış bir kıskançlık ve nefret taraflara yaftalanarak yüzyıllardır toplumun çarkları içerisinde belleğimize yerleşerek günümüze kadar gelmiş bir sorunla karşılaştım. Erk sistemi içerisinde erkeğin üstünlük taslayıp paylaşılamaması ile ezilenler yine kadın olmuş, kadınlar birbirini öğütürken erkekler yine sefasını sürmeye devam etmişlerdi. Sonuç erkeğin ego zaferiydi. Bu konuda bir öykü yazmak harika olacaktı. Bu konuya bir yazar olarak nasıl farklı yaklaşabilirim diye düşünürken bir gece uykuyla uyanıklık arasında yazacağım öykü bir anda aklıma geldi. Fikir harikaydı. Ne yazık ki öyküyü bir kenara not almaya mecalim yoktu. Güzel bir öykü fikri bulmanın rahatlığıyla uyku bütün vücudumu uyuşturmuştu. Sabah uyandığımda elbette öyküyü anımsamadığımı fark ettim. Kaçan balık büyük olurmuş misali kaçırdığım o muhteşem öykü fikrine hayıflanırken kulağımda yeni yazacağım öykünün ilk cümlelerini duymaya başladım: “Dün gece zihninde beliren o müthiş görüntüyü hatırlamaya çalışıyorsun. Olmuyor. Görüntü gözlerinin önünde belirdiğinde harika bir öykü olur bundan, diye düşünmüştün. Şimdi görüntüye dair hiçbir şey anımsamıyorsun.”

Öykü kendini yazdırmaya başlamıştı. Alışılagelmiş durumları ters yüz etmekten her zaman hoşlanmışımdır. Bu öyküde de birçok şeyin yerini değiştirdim. Karakterim bir yazar, anlatıcım ise bir öykü karakteri oldu.

Ayten Kaya Görgün: “Mantar ve Şazimet” bu öyküyü bana yazdıran Nalan Çelik’ti.

Sanal dünyada arkadaştık ama o telefona dek hiç konuşmamıştık. Nalan kitap projesinden bahsedince “Kaynanalar Günü”nden haberdar oldum.

“Sipariş” öykülere açığım, bu tür zamanlı, sınırlı çalışmalar tembelliğimi üstümden atmam için iyi bir tetikleyici oluyor.

Sonra sandığımı karıştırınca bir de baktım ki kaynanalar üzerine yazacak çok hikâyem varmış. Hatta arkasından görümce ve elti öyküleri yazmak aklıma geldi. Belki enişte ve kaynımgilleri de yazarım. Takımı bozmamak lazım.

Emeği geçen, kazana tuz atan herkese teşekkürler.


Ayşegül Kaya: "Farelerin Günü" biraz da çaresizliğin öyküsü aslında. Çözümsüz bırakılan, görmezden gelinen, kentlerin kıyısında sıkışmış kalmış kadınların sessiz çığlığı. Bu coğrafyada kadın olmanın zorluğu, eril zihniyetin kadınlar üzerindeki tahakkümü öykümün yazılma sebebiydi elbette, ancak bu öykünün çıkış noktası zihnimde beliren bir İstanbul akşamı görüntüsüydü.

Kuşbakışı izledim şehri. O güzel dokuyu bozan tüm çarpık yapıları. Gecekonduları ve gökdelenleriyle gözlerimin önünde canlanan görüntü bana “taşı toprağı altın” olarak nitelenen şehrin kimi kadınlar için -tıpkı öyküdeki gibi- aslında bakırdan ibaret olduğunu düşündürdü. İstanbul’da yaşadığı halde denizin kenarına bir kez olsun gitmemiş kadınların var olduğunu hatırlattı. Kara bir zihniyetin balçığına batırılmaya çalışılan, delirtilen, delirmediği halde deli damgası yiyen kadınların öyküsü Feride’de, çarpık düzen ise kaynanası Gülistan ve farelerinde can buldu.

Feride sesini duyurmak için benden yardım istemişti belki de. Tek yaptığım onun sesi olmaktı.

İnci Aydın: Bu sıkıntılı çağa tanıklık ederken, gülümsemenin sağaltıcı rolünün büyüklüğüne inanıyorum. Hiç olamayacak bir şeyin gerçekleşmesi, rutini bozan olayların, durumların da bu gülümsemede payı büyük.

“Mormon Eşi”, Amerika kökenli bir tarikata mensup insanların dış görünüşü ile Müslüman bir tarikat üyesi arasındaki benzerlikten yola çıkılarak oluşturulmuş bir öykü. İki farklı tarikat mensupları arasındaki bu benzerlik, ölüm sonrası ritüelini kolaylaştıran bir öğe olarak karşımıza çıkıyor. Birinin diğerinin yerini alması, ölüm sonrası ritüelini kolaylaştırırken, kişinin kendisi için düşlediği ölümü dışlıyor, bu da bence gülmeceyi oluşturuyor.

Bunun yanı sıra, “kaynana” tiplemesinin olumlu çizilmesi, insanların büründükleri rollerin yersizliğine de vurgu yapıyor düşüncesindeyim. Toplum tarafından kanıksatılan bu roller, insanın gerçek kişiliğini baskılıyor.

Münire Çalışkan Tuğ: Öğrencilerime kendilerine ilginç, inanılmaz gelen anılarını, gözlemlerini, duyumlarını anlattırırım. Bir gün bir öğrencim “Bugün anlatacaklarıma inanamayacaksınız” dedi. Sürekli baş ağrısı çeken komşuları, başka bir mahallede, evde, görünmez doktorlar, hemşireler, ilaçlarla tedavi yapıldığını, oradan tedavi alanların iyileştiğini duymuş, oraya gitmiş. Odanın ortasındaki uzunca masaya yatırılmış, doktorun geldiği, kendisine serum bağladığı, ameliyat yapacağı, baş ağrısına neden olan tümörün alınacağı, ama onun hiçbir acı duymayacağı söylenmiş. Sözde tedavi uygulandığında komşuları iyileşmiş, hatta şimdi orayı herkese öneriyormuş. Ahmet’in şaka yaptığını düşündük. Başka bir öğrenci “Benim dayımın hanımı da gidip tedavi oldu,” deyince olay şaka olmaktan çıktı.

Cadı Kazanı, böyle bir anının paylaşımı sonrasında yazıldı; Ayşe, kayınvalide ve Seher Kadın’la somutlandı. Öğrencimin tanıklığı öyküye, söylenecek söze, itiraza, daha güzel bir dünyada yaşama düşüne dönüştü. Öyküm başka kadınlara ulaşsın, birlikte direnelim, olayları çarpıtan gazetelerin üçüncü sayfa haberleri arasında yer almayalım ya da bir sokak ortasında öldürülüp üzeri gazetelerle örtülen olmayalım istedim.

Tekgül Arı: Öyküyü bir yıl öncesinde bana yazdıran Verlaine’in annesi Élisa Stéphanie Dehée’ydi.

Yazınsal metinlerde adı geçmeyen bu kadın, eril mitine uygun bir kurgu olmakla kalmayıp üstüneeşcinsel bir çocuk yetiştirmiş, kaçığın tekiydi. Élisa üzerinden kadın kötücüllüğü açıkça vurgulanıyordu. Paul’den önce üç çocuk düşürmüştü Élisa. Onun düşürdüğü ceninleri kavanozda tutması ve sergilemesi beni oldukça etkilemişti. “Neden” diye birkaç kez sorduğumu da hatırlıyorum. Bu yüzden Élisa’nın peşine düştüm, onun rolünü çalmaya çalıştım.

Élisa bulunduğu topluma göre oldukça güçlü bir kadındı. Tüm eril iktidarlara karşı kaçıklığıyla tek başına mücadele vermiş, onlara kavanozlarda, düşürdüğü ceninleri sergileme cesaretini gösterebilmiştir. Bugün adı Paul ile anılsa bile feminist bakış açısına sahip, öncü bir kadın kahramandır Élisa.

Sevgili Nalan Çelik “Kaynana Şekeri” kitabı için öykü isteyince, biraz ince işçilik yaparak öyküyü severek verdim.

Künye:
Kaynana Şekeri / Öykü-Kolektif
Yayına hazırlayan: Nalan Çelik
Artshop Yayıncılık
Yazarlar: Ayşe Kaygusuz Şimşek, Ayten Kaya Görgün, Burcu S. Çalışkan, FügenKıvılcımer, Hatice Dökmen, İnci Aydın, Nalan Çelik, Semrin Şahin, Tekgül Arı, Ayşegül Kaya, Belma Fırat, Cemile Çakır, Hande Baba, Hülya Soyşekerci, Münire Çalışkan Tuğ, Rahime Sarıçelik, Süreyya Köle, Tülin Dursun.

İlgili haberler
Kaynana Ne Yaptı? Gelin Ne Dedi?

Kaynanalar, gelinler, eltiler, görümceler... Kimi zaman iltifatlarla, kimi zaman laf sokmalarla dışa...

GÜNÜN KİTABI: Sinek kadar kocam olsun başımda bulu...

Bir adama ait olma, birinin ‘karısı olma’ duygusunun yarattığı rahatsızlıktan yola çıkılan bu kitabı...

Kaynana-gelin kavgası yok, kadın dayanışması var

Asiye’nin küçük oğlu eşini aldatmış ve bu ortaya çıkınca eşine şiddet uygulamış. Asiye bunu öğreninc...