Dr. Lülüfer Körükmez: Geri gönderme söyleminin dahi toplumlar üzerinde yıkıcı etkileri var
Yükselen ırkçı söylemler ve mülteci kadınları ve çocukları nasıl etkiliyor, kadınlar ve çocuklar nasıl bir mağduriyet yaşıyor? Göç Araştırmaları Derneği Üyesi Dr. Lülüfer Körükmez ile konuştuk.

İktidarın sağlıklı bir göç politikası izlememesi, sığınmacıların çıkar malzemesi haline getirilmesi, bazı siyasi partilerin halkı körüklemesi toplumda mülteci karşıtlığının artmasına sebep oluyor. İktidar yetkililerinin mülteciler hakkında yaptığı açıklamalar değişkenlik gösterirken, mültecilere karşı yaklaşım da ‘ülkemde yabancı istemiyorum’ noktasına kadar gelmiş durumda. Ramazan Bayramı süresinde medyada ve sosyal medyada özellikle de kadınlar üzerinden sürdürülen ırkçı saldırılar tehlikeli bir boyuta varmış durumda. Körüklenen öfke ve nefret yeni ırkçı saldırılara zemin hazırlarken, mültecilerin zaten zor olan hayatını iyice karanlığa itiyor. Bu karanlık içinde bir de daha da görünmez olan mülteci kadınlar var. Mülteci kadınlar bu krizin içinde neler yaşıyor, Göç Araştırmaları Derneği Üyesi Dr. Lülüfer Körükmez ile konuşuyoruz.

Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz günlerde İdlib’te inşa edilen briket evlerin anahtar teslim töreninde yaptığı konuşmada 1 milyon göçmenin ülkelerine gönüllü dönüş projesi üzerinde çalışmalar yaptıklarını söyledi. İki gün önce de MÜSİAD’ın bir ödül töreninde yaptığı konuşmasında Türkiye'nin kapılarının mültecilere her zaman açık olduğunu ifade etti ve “Onları katillerin kucağına atmayacağız. Yardımseverliğimizi her zaman nasıl yapıyorsak öyle devam edeceğiz” dedi. Mültecilere yönelik saldırıların her arttığı dönemde bir sopa olarak gösterilen bu geri gönderme mümkün mü, bu geri göndermeden kadınları çocuklar nasıl etkiler, siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu sözler çok açıkça seçim sürecine girildiğinde gösteriyor. Bu söylemler mülteciler üzerinden oy devşirme çekişmelerinin bir parçası ve iktidar neyi ne kadar göze alabileceğini tartıyor. Bu tam da muhalefetin ve Ümit Özdağ gibi Zafer Partisi gibi daha ırkçı, ayrılıkçı politikalar üreten partilerin çok ciddi bir popülarite devşirme kaynağı oldu. Bu oya döner mi dönmez mi bilemeyiz ama popülarite artırma bakımından önemli bir kaynak. İktidar da buna karşılık vermeye çalışıyor bir yerinden ve bu karşılığı da başka alanları konsolide ederek, mültecileri göndermek üzerinden bir argüman geliştiriyor. Suudi Arabistan’a gittikten ve hemen döndükten sonra da söylem değiştirmeye başladı Cumhurbaşkanı. Dolayısıyla bunlar seçim yatırımlarının parçası. Ama bu seçim yatırımı popülerlik kazandı ve bunu oya çevirme çabası mültecilerin hayatlarında çok ciddi etkilere yol açıyor. Polisin ava çıkıp da ikameti başka şehirde olan mültecileri yakalaması, bazen kimlik belgesini taşımayanları başka şehirlere göndermesi ya da gönüllü geri dönüş belgesinin imzalatılarak mültecilerin geri gönderilmesi gibi. Bütün bunlar onların hayatlarını daha doğrudan etkiliyor.

Ancak geri gönderilen mültecilerin sayısı bizim 5 milyon dediğimiz rakamın karşısında çok çok küçük bir rakam. Buradaki asıl sorun bu söylemlerin mültecilere dönüşünün çeşitli şiddet biçimleriyle olması. Duygusal, sözel bazen de kötü örnekler olarak fiziksel şiddet olarak dönmesi. Geri göndermeden daha çok geri gönderme söylemlerinin burada yerleşik bir hayat sürdüren mültecilerin hayatlarına daha yaygın bir etkisi var.

‘GÖNÜLLÜ GERİ GÖNDERME ANCAK TOPLUMSAL BARIŞ VE GÜVENLİ BİR HAYATLA MÜMKÜN’

Uluslararası sözleşmelerde de belirtildiği üzere, geri dönüşün aslında tamamen güvenli, savaşın olmadığı, kişilerin aynı zamanda bireysel olarak çeşitli cezalandırmalara veya şiddete maruz kalmayacağı durumlarda yapılması gerekiyor. Gönüllü geri dönüş dediğimiz tam da onurlu bir dönüşün sağlanması gerektiği söyleniyor uluslararası belgelerde. Bu aynı zamanda şu anlama geliyor; aslında toplumsal barışın inşa edildiği, insanların ekonomik, sosyal ve politik olarak güvende yaşayacakları bir hayatın tesis edildiği, temel ihtiyaçlarını düzenli bir biçimde karşılayabilecekleri bir coğrafyaya geri dönmeleri. Ancak Suriye’de bunların sağlanmadığını aşağı yukarı hepimiz biliyoruz, güvenli bölgeler denilen o bölgelere geri göndermeler oluyor ancak buralarda da ne olup bittiğinden çok emin değiliz. Şu anda bir buçuk milyona yakın insanın yaşadığı söyleniyor bu bölgede, bugün buradan oraya gitmek sadece bir otobüs bir uçak biletinin alınması demek değildir, orada bir toplumsal barışın inşa edilmesi demektir. Çünkü dünyada daha önce yaşanan pek çok örnekte gördük ki politik gerilimler, mülkiyet çatışmaları, etnik çatışmalar, göçenler ve göçmeyenler arasındaki gerilimler, elitler ve elit olmayanlar arasındaki çatışmalar çekişmeler yeni şiddet dalgalarına, yeni gerilimlere ve nihayetinde yeni göçlere sebep oluyor. Dolayısıyla bugün gönderdiğiniz yarın çok daha fazla sayıda Türkiye’ye ya da başka ülkelere yeniden gelebilir eğer orada gerçekten toplumsal bir barış, güvenli bir hayat inşa edilmezse. Bunun da zaten çok uzun erimli bir iş olduğunu biliyoruz. Toplumsal barış 3 tane program uygulamakla, ekonomik yaptırımla, sadece görünürde bir politik antlaşma zemini sağlanmasıyla gerçekleşmez. Suriye gibi 10 yıldır savaşın içinde olan, yüzlerce farklı büyüklü küçüklü silahlı silahsız iktidarların olduğu bir ortamda barışın inşası çok daha zor. Yani şu anda Suriye’de savaş bitti diyerek göndermek doğru değil. Basında sıkça tartışılıyor, Esad’ın “Gidenleri affettim geri dönebilirler” sözleri. Bunun ne kadar güvenilir bir söz olduğu da tartışmalı. Meselenin başka bir yanı da göç edenlerin mülklerinin kamulaştırılmış olması. Göçenlerin önemli bir kısmı da göç edebilmek için mülklerini kaçakçılara devrettiklerini biliyoruz. Çok kapsamlı bir tartışma var. Aynı zamanda Esad’ın 3 gün sonra “Hayır ben vazgeçtim, cezalandırılacağım” dememesinin bir garantisi yok. Tek iktidar sahibi kişilerin sözlerinin çok belirleyici olduğunu düşünüyoruz ama bunun ne kadar bugünden yarına değişebileceğini Türkiye’de de görüyoruz, başka ülkelerde de görüyoruz. Uluslararası sözleşmelerle, düzenlemelerle, ittifaklarla garanti altına alınmadan kimsenin tek sözüyle “Affettim gelsin” mümkün değil, gerçekçi de değil.

Türkiye’den halihazırda gitmesi, göçmesi beklenen insanların burada kurulu bir hayatları var Şehir içinde bir yerden bir yere taşınacağımız zaman bile neler yaşıyoruz, burada doğan, eğitim alan çocuklar var, eğitime erişememiş binlerce çocuk var. Bu zaten mümkün değil, kaç milyon otobüsle gönderilmesi bekleniyor bu insanların, bunlar gerçekçi değil popülerlik kazandıran şeyler ama ötekilerin hayatı üzerinde çok yıkıcı etkisi var. Ayrıca sadece göçmenler mülteciler için değil Türkiye toplumu için de çok yıkıcı etkileri var. Dışlamanın bu kadar kolay dile getirilebilir olması saldırının bu kadar açık ve yaygın bir biçimde dile getirilmesi… Bazen pratik edilmesi üzerine girişimlerin olduğunu görüyoruz. Bütün bunlar bizim toplumsal yapımıza yerleşik şeyler haline geliyor. Yıllar ya da 10 yıllar önce yaşanmış şiddet olaylarının bile bugün toplumsal yapıdaki derin izlerini görüyoruz. Bir ihlalin yapılabilir olması bir toplumda başka alanlara da sirayet edecektir. Haklar bütüncüldür ve birini bir yerde ihlal ettiğinizde o zinciri olarak yayılacaktır. Türkiyeli insanların da hayatında olumsuz etkileri olacaktır.

‘ŞİDDET VE AYRIMCILIK BU SÖYLEMLERLE DAHA DA KATMERLENİYOR’

Mülteci kadınlar ve çocuklar bu süreçte aslında en karanlığa itilenler oluyor zaten bir karanlık içerisinde yaşıyorlar. Yaşamları çok kapalı, evin içindeler, Türkiyeli çocuklar bile arkadaşlık etmiyor mülteci çocuklarla, oyunlarını almıyorlar onları, dışlıyorlar… Bu durumlardan nasıl etkileniyor, nasıl bir mağduriyet yaşıyorlar?

Türkiye’de aslında barış alanında çalışan pek çok inisiyatif, dernek var bunların bazıları toplumsal cinsiyet temelli dernekler. Dolayısıyla bu barış inşası alanında çalışanlar ve pek çoğumuzda biliyoruz ki barışın olmadığı yerde kadın ve çocuklar çok daha fazla şiddete çok daha fazla ihlale maruz kalıyor, sessizleşiyor, görünmez kılınıyor. Hukuken kapsanmadığı toplumsal olarak da kabul edilmediği durumlarda kadınlar ve çocuklar bu ihlalleri ve şiddeti yaşamaya devam ederler. Hele ki barışın inşa edilmediği bir yere kadınların çocukların LBTİQ+’ların gönderilmesi doğrudan çok daha fazla etkileyecektir. Bunlar bütün dünyada deneyimlediğimiz şeyler. Bu nedenle barış inşası için çalışan, barış talep eden herkesin aynı zamanda halihazırda yaşadığımız insanlar için de beraber yaşamasak dahi barış talep etmesi gerekiyor gerekir. Az önce söyledim ekonomik kaynakların ve günlük hayat idamesinin sağlanmadığı bir yerde kadınların ve çocukların gerekenden az beslenmesinden, emeklerinin sömürülmesine, cinsel şiddete maruz kalmasına kadar pek çok şeyi geniş bir çerçevede görüyoruz. Zaten silahlı şiddetin olduğu bir ortamda kadınların özellikle cinsel taciz, tecavüz vesaire toplumsal cinsiyet temelli şiddeti yaşadığını da pek çok örnekte görüyoruz. Geri gönderildiklerinde kadınların ve çocukların bunlara maruz kalacağını biliyoruz. Çok uzun süredir mülteci kadınların taciz tecavüz gibi şiddetin odağı olduğunu ve bunun cezalandırılmayan bir pratik olduğunu zaten biliyoruz. Bu artacak. Çünkü cezasız kalıyor. Türkiye yaşamaya devam ettikleri senaryosunda bu bir sorun, geri gönderildiklerinde de bu bütün dünyanın sorunu. Gitti ve artık görmüyoruz diyemeyiz, bu devletlerin sorumluluğu olmadığı anlamına gelmez. Türkiye milyonlarca mülteci çocuğun eğitime erişimini sağlayamadığını gördük, 23 Nisan’da çocukların ön sıralardan arka sıralara atıldığını gördük, velilerin, öğretmenlerin, okul çalışanlarının yeterince kapsayıcı pratikler göstermediğini onları dışladığını pek yok rapor gösteriyor. İşte geri dönüş hikayesi bütün bunları daha da katmerliyor.

‘ENTEGRASYON SÜRECİNİ ÇOKTAN GEÇTİK, BİR BARIŞ İNŞASI PROGRAMINA İHTİYACIMIZ VAR’

İktidar özellikle “ümmet kardeşliği” üzerinden bir söylem üretiyor ve bu söylem üzerinden mültecilere yönelik tepkileri dindirmeye çalışıyor. Hak ve eşitlik talebi odaklı bir çözüm perspektifi yok iktidarın. Sorum da şu aslında, eğitim başta olmak üzere pek çok alanda nasıl bir entegrasyon süreci olmalı, planlı bir entegrasyon süreci yürütmek nasıl olur?

“İltica bir haktır, bu hakkın tanınması önemlidir, kapıların açılması olumludur” dedik ancak iktidarın 2011’den beri bu kapıları açarken hiçbir politika gütmeden bunu yapması sorundu, hâlâ bir göç politikası yok. “Misafirimizdir, din kardeşimizdir, ümmetimizdir” sözleri sarf edildi. Hayır bu söylemler hak temelli değildi. Biz hak temelli olması gerektiğini söyledik. Uluslararası hukuk belli, Türkiye hukuku belli. Dolayısıyla hak erişiminin açılması ve haklarının sağlanması önemli. Sürekli olarak misafir diye tanımladığınızda 3 gün sonra insanlar da “Misafirlik bitti” diye bir söylemle çıkabiliyor. Bu AKP’nin kendi tabanında da tersine çevrilen bir söylem oldu. Bir de hükümet ahlaki bir üstünlük kurdu, “Batı almıyor bak biz aldık Müslüman kardeşlerimizi koruduk” vs. gibi… Ve bunun üzerinden de bir pazarlık gerçekleştirdi. İşte bu söylemen dönüp tekrar kendi ayağına dolaştığını görüyoruz. Bu ahlak üstünlüğünü kimse umursamıyor, “Biz Müslüman kardeşimize kucak açtık” sözlerinin bir karşılığı yok bunca zamandan.

Entegrasyon meselesine gelince de benim şahsi fikrim entegrasyonun en başından itibaren uygulanıyor olması gerekirdi ve iş buraya vardıktan sonra ırkçılığın, ayrımcılığın, nefret söyleminin bu kadar pratik edildiği bir ortamda artık entegrasyondan çok çatışma çözümünün teknikleri üzerine, bu politikalar üzerine konuşmamız gerekiyor. Zaten Türkiye toplumunda bu aşırı kutuplaşmalar, kamplaşmalar nedeniyle bunları konuşmamız gerekiyor. Bunun yanında mülteciler ve göç meselesi üzerinden de bunu konuşmamız gerekiyor. Türkiyeli ve Türkiyeli olmayanlar arasında bir çatışma çözümü programı üretmemiz gerekiyor artık bence, bir barış inşası programı yürümeniz gerekiyor. Entegrasyonu çoktan geçtik.

Son söz olarak şunları söyleyebilir ki; Türkiye’de kadın hareketi çok güçlü ve doğru işler yapıyor. Korkusunu da çok iyi görüyor çok iyi adlandırılıyor, bu korkularla nasıl baş edeceğini çok iyi adlandırıyor. Mülteci meselesinde de yine bütün kadınlar için uyruğuna, hukuki statüsüne bakmaksızın dayanışmayı ve kız kardeşliği haklar temelinde yeniden kuracak bir yolu bulacağımıza inanıyorum. Tam da bunu tartışmak için zamanıdır diye umuyorum.


İlgili haberler
Bir odaya sıkışan yaşamlar: Mülteci kadınlar ne ya...

Mülteci kadınlar Ekmek ve Gül'e mültecilere karşı körüklenen öfkenin, artan ırkçı söylemlerin yaşaml...

Şoven saldırıların bugünkü görünümü: Florya sahili...

Florya sahilinde çok sayıda mültecinin gözaltına alındığı anlara tanıklık eden Sevda Karaca, izlenim...

Mülteci çocuklara kendi adlarını bile çok mu görec...

Ankara’nın en yoksul ilçesinin en yoksul mahallesinde mülteci çocukların hiçbir çocuğa reva görülmey...