Eğilip yıkılmayan Mahmure
Mahmure bir gün okula gelmedi. Bir hafta sonra, okul yolunda karşılaştım Mahmure’yle. Yanında kocaman bıyığı, kırlaşmış saçı, ütüsüz gri takımıyla adeta duman yığınını andıran bir adam oturmaktaydı.

Merhaba kadınlar!
Hepimizin bildiği, yaşadığı ya da tanık olduğu ‘hikayelerimizin’ içinden çıkıp gelen, umudumuzu, direncimizi ilmek ilmek ören, gülüşümüze bin anlam veren yürekten bir merhaba!

Gündelik telaşımız bizi ne denli yorgun kılsa da temmuz ayının sarı sıcak günlerinin aydınlığını süzelim kavgamızın içine… Zulmün ve baskının nereden, kimden geldiğine bakmaksızın çevirelim bakışlarımızı önce birbirimize, sonra geleceğimize… Bizim geleceğimizin adı belli elbette. Tarlada dirilen tohum, dalda kızaran kiraz, ocakta pişen ekmek, her battığında bir daha doğan güneş, emeğimiz yüreğimiz çocuklarımız…

Her yerde olduğu gibi, bizim topraklarımızda da maalesef yaşanan, o adını dilimize almak istemediğimiz ‘istismar’ gerçeği ile burun buruna bırakılan çocuklarımız…

Küçücük elleri, pırıl pırıl yürekleriyle, elbette en güzelinden yaşamayı umut ederek kurdukları hayalleri ile kimi okul sırasında, kimi tarlada bağda, kimi bir köprü altında ya da bir saya tezgahında, atölyede, fabrikada büyüyen çocuklarımız…

Şimdi her birimizin gözleri önünden ne ‘yaşanmışlıklar’ geçti kim bilir? Yüreğimizi sızlatan, dilimizin ucuna gelip kim bilir kaç mahalle baskısıyla, kaç yavan gerici değerle ört bas edilen, susturulan, yutturulan hikayeler…

İşte bunlardan biri de Mahmure’nin hikayesi...

BİZİ KENDİNE HAYRAN BIRAKAN O AĞIR KIZ
Mahmure, henüz on beşinde, güzel ve akıllı bir kız çocuğu. Okulda tanışmamız, sonrası süren dostluğumuz, önce lise yıllarımın, sonra da hayata bakışımın şekillenmesinde apayrı bir yer tutar. Doksanlı yılların başlarıdır. Okulun açılma heyecanını, sabah 6.45 tren biletinde, karanlık ve kalabalık işçi duraklarında, telaşla içine daldığımız kırtasiyenin geniz yakan kokusunda, kara tahta ve tebeşirle yaşadığımız günler… Bizim okulda sınıfını geçmek demek, binanın bir üst katındaki sınıfa taşınmak demekti aynı zamanda. Elbette kılık kıyafet kontrolünden geçirilmiş, uyulacak kurallar ardı ardına dillendirilmiş ve bir yaş daha almanın gururuyla sıralarımıza yerleştirilmiştik bile. Farklı kültürlerin ve olanakların çocukları olsak da, en azından eğitim öğretimde aynı ‘sınıfta’ idik.

O yıl, yeni arkadaşlarımızdan biri de Mahmure’ydi. Zayıf ve çelimsiz bedeni, iri kemikli elleri, kömür karası upuzun saçları, parlak siyah gözleri, hiç açılmayacakmış gibi duran küçücük ağzıyla, portresini çizecek ressam bekleyen bir model edasıyla oturuyordu en arka sırada. Kendini tanıtma sırası gelene kadar, kimseyle tek kelime etmemişti. İlk birkaç hafta, isminden başka hakkında tek kelime bilen de yoktu. Mümkün olduğunca yerinden kalkmaz, başını kitaptan kaldırmazdı Mahmure. Bir yandan onu bu haliyle kabul etmeye çalışıyor, bir yandan bizimle konuşacağı zamanı kolluyordum. Nihayet bir matematik dersinde, kendisine sorulan soruyu çözmüş, yüzünde beliren gülümsemeye ilk kez şahit olmuştuk. Sonraki günlerde, birkaç kez kısa sohbetimiz oldu. Burcunu bilmiyordu. En sevdiği ses sanatçısı da yoktu. Televizyon, dizi film bilmezdi. Tüm bunlara rağmen, Mahmure’de kendini bana kabul ettiren bir yanı, o yaşta tarif edemediğim bir ağırlığı vardı.

Mahmure bir gün okula gelmedi. Sonraki birkaç gün de yoktu. Öğretmenler kendisini soruyor, fakat o günün haberleşme şartları, herkese beklemekten başka çıkar yol bırakmıyordu. Yaklaşık bir hafta sonra, okul yolunda karşılaştım Mahmure’yle. Merak içinde yanına gittim elbette. Koltukta put gibi oturmakta, bana selam vermemek için yüzünü cama çevirmiş öylece dışarı bakmaktaydı. Yanında ise kocaman bıyığı, kırlaşmış saçı, üstündeki ütüsüz gri takımıyla adeta duman yığınını andıran bir adam oturmaktaydı. Adamın gür kaşının altındaki bir çift çakır gözün anlattıkları ise hemen susup oradan uzaklaşmam için yetmişti de artmıştı bile…

BİR METRO BEKLEYİŞİNE SIĞDIRILAN YAŞAM
Aradan tam on beş yıl geçmiş. Ankara’nın soğuk ve karlı bir sabahındayız. Oğlumu okul servisine bindirip, çalıştığım hastaneye doğru yola koyulmuşum. Metro durağında oturmuş beklemekteyim bu kez. Yanımda oturan yabancı bir kadının eli, belli belirsiz omzuma dokunuyor sanki. Dönüp bakmakla bakmamak arasında tereddütteyim. Tüy konmuşçasına omzuma dokunan, iri kemikli bir el, Mahmure’nin eli…

Yıllar önce bir tren vagonunda anlatamadığı derdini, şimdi zamanla yarışırcasına, hızla anlatıyor Mahmure. Küçük yaştayken, annesi ölmüş. Kardeşleri ile sahipsiz kalmış. Halası, gücü yettiğince çocuklara kol kanat germiş. En azından onu yanına getirtip, liseye kaydettirmeyi başarmış. Mahmure okumayı çok istiyormuş çünkü. Tahmin ettiğim gibi trende yanında oturan adam da babasıymış. Öz kızını okul sıralarından alıp, kumar borcuna karşılık satan, yaptığı iğrenç işin adına da “evlilik” diyen insanlık dışı yaratık.

Saçları yine örgülü, uzun fakat seyrelmiş. Gözleri hiç değişmemiş. Bir lise talebesinin kaçamak utangaç bakışlarını hâlâ barındırıyor içinde. Yüzü incelmiş, cildi matlaşmış. Çocuk yaşta, avuçlarından çekilip alınan, yerden yere çalınan hayatını, şimdi derleyip toplama telaşında Mahmure. Anlattıkça paylaşarak azaltacak sıkıntısını. Anlattıkça vefa borcunu ödeyecek. Anlattıkça insan olduğunu haykıracak; “Ben de varım, buradayım” diyecek.

Üç kız çocuğu olmuş Mahmure’nin. Her iki cümlesinden biri onları okutmakla ilgili. Zengin bir semtte ev işçisi olarak çalışmakta. Konuşması, vücut dili aynı vakurluğunu korumakta. İçim rahatlıyor birden. Karşımda eğilip yıkılmamış, çalışıp üreten, konuşan bir kadın var. Mahmure var.

Derken metro yanaşıyor istasyona. Çekimser bir tavırla sarılıyor bana. Tekrar buluşmak için söz veriyoruz birbirimize. Daha aydınlık günlerde, EKMEK ve GÜL’ de…

İlgili haberler
Biz ve onlar ayrışsın elbet... Ama bilelim, ‘biz’...

Gerçekten araya koyduğumuz “onlar ve biz” ayrımı şu parti ya da bu partiyle, şu inanç ya da bu inanç...

Çocuklar kelebek ömrüne mahkum olmasınlar diye...

Soruyoruz size; bugün “bekasını koruyoruz” dedikleri devlet, bizim çocuklarımızın canını hiçe sayıyo...

Çocuk istismarı hepimizin içini yakarken...

Kaybolan çocukların fotoğraflarını paylaşıp özür dilemek, sadece sosyal medyadan üzüntü bildirmek, k...