Biz ve onlar ayrışsın elbet... Ama bilelim, ‘biz’ kimiz, ‘onlar’ kim!
Gerçekten araya koyduğumuz “onlar ve biz” ayrımı şu parti ya da bu partiyle, şu inanç ya da bu inançla, şu kıyafet ya da bu kıyafetle mi belirleniyor?

Hiç düşündünüz mü neden sadece seçimden seçime ‘karar verebiliyoruz’ yaşadığımız ülkenin nasıl yönetileceğine? Neden bizzat kendimiz değil de, yukarılarda bir yerlerde birilerinin karar verdiği, bizim adımıza belirlediği “vekiller” aracılığıyla temsil ediliyoruz (hatta edilemiyoruz)? Niye ben çocuğa servis parası, okul ücreti ayıramadığım için hiç istemediğim halde İmam Hatip Okuluna yazdırmak zorundayım da çocuğumu, benim adıma meclise giren vekil 1 milyon 150 bin avroluk Lamborghini arabasıyla meclise gidip benim adıma yasa yapıyor? Nasıl oluyor da biz ha bire vergi üstüne binen vergiden bunalmışken, ‘atanan’ vekilimiz, arabasını yabancı uyruklu eşinin üzerine gösterip 3 milyon 250 bin liralık vergiden kaçıyor, bir de ‘Kimsenin yaşam tarzına karışılmasın’ diye nutuk atabiliyor? Biz, bırakalım çocuklarımızın geleceğini hayal etmeyi, çocuklar eve sağ salim gelecebilecek mi diye kaygıdan kaygıya sürüklenirken, çocukları yurtdışında rahat rahat okuyan o vekiller çocuklarımızın hayatını karartan yasalara nasıl el kaldırabiliyorlar pişkince?

DEMOKRASİ Mİ ŞİMDİ BU? MİLLET İRADESİ BÖYLE BİR ŞEY Mİ?
Evet. Burjuva sistemlerde demokrasi de bu, millet iradesi de bu, devlet yönetimi de bu, bize layık görülen de bu!

Çoğunluk olan halk 5 yılda bir gidip sandığa oy atacak, kendisine hiç benzemez, yaşamı çoğunluğun zor yaşamının kıyısına uzanmaz ‘vekilleri’ seçecek, bunun da adı ‘seçme ve seçilme özgürlüğü’ olacak. Öyle mi?

Derdi yaşayanın yönettiği, ta sokaklardan, mahallelerden, işyerlerinden, okullardan başlayarak halkın iradesini temsil edecek ve gerekirse hemen hızla görevden alınacak temsilcilerin seçildiği, aşağıdan yukarıya tam bir açıklık ve ortak kararla yürütülecek bir halk demokrasisi “uçuk” bir fikir...

Ama hiç bize benzemezlerin hep karar verici olması, koskoca yığınların küçücük bir azınlığa tabii olması, biz ne istersek isteyelim, çoğunluğun çıkarı ne olursa olsun hep o azınlığın çıkarlarının korunması “gerçekçi” öyle mi?

Sebep?

Bizi yöneten azınlık “güçlü”, biz “güçsüzüz”; o yüzden mi? Onlar devlet nasıl yönetilir iyi bilirler, biz bilmeyiz, öyle mi?

Onlar güçlüler; çünkü paraları var, fabrikaları, şirketleri, gazete televizyonları var. Hep onlara hizmet etsin istedikleri, raydan çıkarsa hizaya getirecekleri partileri var. Biz güçsüzüz; çünkü bunlar bizde yok. Öyle mi?

Peki kimiz “biz”? Onların fabrikalarında çalışanlar, onların paralarını çoğaltanlar, onların televizyonlarını izleyip, onların gazetelerini okuyanlar, onların çıkarlarının hepimizin çıkarı olduğunu düşünmesi istenenler, onların çıkarları için savaşa girip, onların çıkarları için evlat yitirenler...

Baksan; “biz ve onlar”, “şu partiye oy verenlerle, bu partiye oy verenler”, “şu inanca sahip olanlarla, bu inanca sahip olanlar”, “şunu giyenlerle bunu giyenler” diye ayrılanlarız... Birimiz için “çapulcular”, öbürümüz için “makarnacılar”ız...

Öyle mi gerçekten?

Gerçekten araya koyduğumuz “onlar ve biz” ayrımı şu parti ya da bu partiyle, şu inanç ya da bu inançla, şu kıyafet ya da bu kıyafetle mi belirleniyor? Yoksa yöneten azınlık ve yönetilen çoğunluk mu “onlar ve biz”? Yoksa sömürenlerle sömürülenler mi “onlar ve biz”?

Hangimiz memnunuz artan kiralardan, sebze meyve fiyatlarından, cehennemin dibine taşına hastanelerden, gittikçe kötüleşen okullardan, giderek güvensiz hale gelen sokaklardan, bizi yardıma muhtaç hale getiren yardım mantığından, mesaisi uzayan ömrü kısaltan işlerden, düşen ücretlerden?

Ona oy verenler mi? Buna oy verenler mi?

Şu partiyi seçenler mi? Bu partiyi seçenler mi?

Kimin derdi ki bunlar? “Onların” mı, “bizlerin” mi?


BİR AVUÇ İNSANIN ÇIKARI NEDEN HEPİMİZİN DERDİ OLSUN Kİ?
Her seçimden sonra yapılan analizler, kim kazandı, kim kaybetti sözleri, il il oranlar, renklere boyanan haritalar... Önemsiz mi? Hayır, değil! Hatta belki de hiç 24 Haziran’daki kadar önemli olmamıştı. Çünkü bu seçimlerle birlikte Türkiye yeni bir sürece girdi. Burjuva parlamenter sistem yerine cumhurbaşkanlığı hükümeti (özünde başkanlık, tek adam yönetimi) sistemine geçildi. Daha atılacak adımlar olmakla beraber, önemli bir mesafe katedildi. AKP ve onun lideri Erdoğan, önümüzdeki beş yıl ülkeyi yönetmek üzere program oluşturacak. Bu program kimin? Onu iktidara taşıyan milyonların programı mı? Hayır! 

Daha seçim tartışmaları devam ederken patronlar sonuca “eyvallah” deyip, bugüne kadar uygulanan sermaye programının tavizsizce ve daha da ilerletilerek uygulanmasını istediklerini açıkladılar. AKP de “hay hay” dedi. Diğer partiler gelseydi başka bir şey mi diyecekti? Yoo. Nereden mi biliyoruz? Çünkü hepsi, seçim öncesi ekonomi programlarını süslü dosyalarla patron örgütlerine götürmüşlerdi. “Sizin çıkarlarınıza dokunmayacağız” demişlerdi.

Ne var peki bu programda?

Özelleştirme, kayıt dışı istihdam, esnek çalışma, sendikasızlaştırma, iş güvencesinden yoksunluk, iş cinayetleri, milyonlarca taşeron işçi, tarımın çökertilmesi, sağlığın ve eğitimin piyasaya açılması, hastanın ve eğitim alanının müşteri olarak görülmesi, kamu kaynaklarının yağmalanması, sermayeye aktarılması...

Kadınların emeğinin ucuz işgücü olarak sınırsızca sömürülmesi, devletin üstlenmesi gereken bakım yüklerinin kadınların omzuna pervasızca bindirilmesi, kadınlara hane içinde sermayenin arka toplayıcısı, devletin gardiyanı, patrona ve devlete uşak olarak yetiştirilmesi istenen nesile sopa olma görevi biçilmesi... Yetmeyen ücretlerin, bitmeyen çalışma dertlerinin, patrondan, ustabaşından çıkarılamayan hiddetin acısının çıkarılacağı kum torbası haline getirilmesi var...

Bütün bu saldırıların yanı sıra, KHK’ler, OHAL’ler, grev yasakları, on binlerce tutuklama, kamudan yüz binin üzerinde ihraç, Kürt sorununda savaşçı politikalara dönüş, bütün hak arayan muhalif kesimlerin terörize edilmesi ve terörle suçlanma var...

Bunların hepsi halkın değil sermayenin lehineyken, yapılan her şeyin “devletin ve milletin bekası” olarak gösterilmesi için yalanı var, dolanı var...

Bu programda “onların” yararına her şey var; “bizim” yararımıza hiç bir şey yok!

Çünkü “bu demokrasi” onların, çünkü iktidar partisi onların, çünkü bu devlet onların, devletin askeri, polisi, yargıcı, savcısı, medyası, okulu onların!

PEKİ YA BİZ? BİZ NEREDEYİZ?
Siz, oy verdiğiniz partiye oy vermeyenleri yaşadığımız her şeyin suçlusu, sorumlusu görmeye, “size müstehak” naralarıyla ne olacaksa aslında size de olacağını görmezden gelmeye, suçluyu esasında sizden olan ama “siz”leştiremediklerinizde bulmaya çalışanlardan mısınız?

Yoksa siz, siyasal ve ekonomik dertlerin 16 yıldır iktidar olanlar yeniden iktidar olmazsa aşılamayacağını düşünen, belki de alternatifin ne olduğuna dair ikna edici bir argümanla hiç karşılaşmamış, yavaş yavaş sofralara, ücretlere sirayet eden krize karşı ‘macera aramayın’ diyerek ürkütülmüş, mutsuz, endişeli ama eli varolandan başkasına gitmeyenlerden misiniz?

O yüzde 50’den mi, bu yüzde 50’den misiniz? Yoksa hangi yüzde 50’den olduğunuzun önemi olmadan; ortaya çıkan tablodan hiçbir faydası, hiç bir çıkarı olmayan o çoğunluktan mısınız?

Uzun yıllardır “kimlik” sorununa indirgenen, “biz ve onlar” ayrımında silikleşen sorunlarımız, iki ayrı yüzde elli olarak ayrışmamıza neden olurken, sınıfsal olarak paylaştığımız büyük dertlerimiz katman katman büyümeye devam etti.

Ve görünen o ki, zaten ne ekonomik olarak ne de siyaseten sürdürülemez bir iktidarın ömrünü uzatmak için yapılan bu seçimde ortaya çıkan tablo, rakamları ve analizleriyle, gösterdikleri ve imledikleriyle o katmanlaşan dertleri esas alarak, gerçek “biz ve onlar” ayrımına odaklanmak zorunda olduğumuzu gösterdi. Asıl “biz ve onlar”, kimliklerden, inançlardan, kıyafetlerden, partilerden değil, sömüren mi sömürülen mi olduğumuzdan çatlayacak. Asıl “biz ve onlar”, ha bire önümüze atıp durdukları seçim sandıklarına sıkıştırdıkları suni ayrımlardan değil, hangi sınıftan olduğumuzla kristalleşecek.

Kendi kendine olmayacak ama bu... “Biz ve onlar” ayrımının gerçek bir ayrışmaya dönüşmesi için sabra, imkanlara, araçlara, çalışkanlığa, azme ihtiyacımız var...

Sabrımız kalmadı evet... Daha geçen hafta iki küçük anakuzusunun istismarına karşı sokağa dökülen kalabalıklarda, topladığı çayı kredi çektiği ve geri ödeyemediği bankanın önüne döken çiftçinin isyanında, ödeyemediği borçlar yüzünden bunalıma girip kendisini meclis kapısında yakan işsizin “bittim ben” çığlığında, lösemi hastası kızının ilaçlarını alamadığı için intihar etmeye kalkan annenin gözyaşlarında, mutsuzluk çizgileri her geçen gün derinleşen yoksul kalabalıkların yüzünde, patlamaya hazır bir bomba gibi dolaşan ve en küçük kıvılcımda ateşlenen gündelik kavgalarda, tartışmalarda gördüğümüz bu... Ve evet; çatlayan sabır taşı, henüz doğru bir zemine oturmuyor, çünkü hala yöneten sınıfın ekonomik, kültürel, siyasal, düşünsel çıkarları ‘ortak çıkar’ olarak hegemonyasını sürdürüyor.

İmkanlarımız giderek kısıtlanıyor, evet; tek adam yönetimi dediğimiz yalnızca “yukarıda” bir yerlerde hangi kurumun kime bağlandığıyla değil, sokakta söz söyleyenin tepesine binen şiddetin artmasıyla, yan yana gelişlerin ‘terör’ bahanesiyle dağıtılmasıyla, kimsenin kimseye güvenmediği karanlık bir ortamda artan korku ve kaygılarla ölçülür çünkü aynı zamanda. Bunlar var, ve şimdiden sonra daha da derinleşecek belli ki.

Araçlarımız var, evet; fabrikalarda çay molalarımız, okul önlerinde sohbetlerimiz, sağlık ocağında bantlarımız, mahallelerde derneklerimiz, birinin derdi olduğunda koşmaya dayanışmamız, bunalınca koştuğumuz komşularımız, dara düşsek yetişecek arkadaşlarımız var... Mesele, çeperleri genişletmek... Mesele, o suni “biz ve onlar” ayrımını yerleyeksan edecek genişlikte bir birliktelik için esas dertleri yerli yerine koymak... Kendi örgütlerimizi kurmak...

Çalışkanlığımızı ve azmimizi bilemeye ihtiyacımız var... Çünkü işimiz zor. İmkanı genişletecek, araçları doğru kullanacak, sabrı sınayacak bir çalışkanlık, bugün hayat memat meselesi...

Var mısınız, gerçek “biz ve onlar” ayrımını derinleştirmek için bizi bölmek için kullandıkları o suni “biz ve onlar”ı aşmaya; “onlardan" gördüklerimizin kapısını sebatla çalmaya?

İlgili haberler
Çocuklar kelebek ömrüne mahkum olmasınlar diye...

Soruyoruz size; bugün “bekasını koruyoruz” dedikleri devlet, bizim çocuklarımızın canını hiçe sayıyo...

Çocuk istismarı hepimizin içini yakarken...

Kaybolan çocukların fotoğraflarını paylaşıp özür dilemek, sadece sosyal medyadan üzüntü bildirmek, k...

Eğilip yıkılmayan Mahmure

Mahmure bir gün okula gelmedi. Bir hafta sonra, okul yolunda karşılaştım Mahmure’yle. Yanında kocama...