Kadınlık referandumun eşiğinde
'Tek adam' yönetimine engel olunamazsa ne olur, kadınların yaşamında neler değişir? İşte referandumun ardından bizi bekleyenler...
Kadın mücadelesinin temel gündemi milyonlarca emekçi kadını, siyaseten Erdoğan-AKP şahsında merkezileşen tekelci gericiliğin mi, yoksa inşa edilmek istenen faşist rejime hayır diyen kadınların mı kazanacağı. Fulya Alikoç’un Teori ve Eylem dergisinin mart sayısında yayınlanan yazısından hazırladığımız notlar, sadece referanduma doğru kadınların durumunu ve mücadele hattını ortaya koymakla kalmıyor, referandum sonrası için de bir ajanda çıkarıyor.
Yazının tamamını buradan okuyabilirsiniz.


AKP’nin ilk kez iktidara gelmesinin arifesinde, Türkiye, hala üretim araçlarının üretimi bakımından dışa bağımlı olmakla karakterize bir kapitalist gelişme düzeyinde, buna bağlı olarak düşük teknolojiye dayalı, yani emek üretkenliğinin kapitalistlerin rekabet etmesine elverişli bir düzeyde olmadığı bir ülke tablosu çiziyordu. Dolayısıyla üretim daha çok emek yoğun, rekabet düşük ücretlere dayanarak devam ediyordu. 2000 yılında sanayi istihdamının yüzde 13’ünü oluşturan kadınların en önemli sorunları düşük ücretler ve emek yoğun sektörlerde yoğunlaştıkları düşünüldüğünde uzun iş günüydü denebilir. Buna bugün aldığı devasa boyut kadar olmasa da yaygınlaşan kayıtdışı çalışmanın bir sonucu olarak güvencesizleşme de eklenmelidir.
Kadın istihdamının en yoğun olduğu tarım üretiminde ise devlet desteğinin azalması, istihdamı da garanti altına alan kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, dolayısıyla tarım sektörünün üretimde azalan payı bu alandaki kadın istihdamında dramatik bir düşüşle sonuçlandı. Zaten birçoğu ücretsiz aile işçiliği yapan milyonlarca kadın tarım dışına itildi. Tarım dışına itilen kadınların sayısı milyonlarla ifade edilirken, sanayide istihdama giren kadınların sayısını ancak on binlerle ifade edilebilir durumda. Bu devasa açık üç olguyla açıklanabilir. Her şeyden önce yüzbinlerce kadın işsizleşti. Buna bağlı olarak, kadınlar giderek büyüyen kayıt dışı istihdama katıldı. Tarım dışı kalan kadınların azımsanmayacak bir bölümü hizmetler sektörüne kaydı; 2000 yılında çalışan 100 kadından 26’sı, 2014 yılında ise çalışan 100 kadından 61’i hizmetlerde çalışıyor.
Bu dramatik ve çok boyutlu dönüşümlerin altında, AKP’li yılları da başından sonuna karakterize eden şey ise mali sermaye ihracının hız kazanması, buna bağlı olarak çokça dindar-muhafazakar olarak nitelenen yeni sermaye gruplarının palazlanmasıdır. İktidar çevresinde olmanın bir avantajı olan teşviklerle birlikte düşük ücretlerin kaymağını yiyip semiren yeni sanayiciler sermaye birikimi elde ettikleri sektörlerden enerji, iletişim gibi sektörlere de girme fırsatı bulmuş, rekabetin bir aktörü haline gelmişlerdir. Ucuz emek havuzları saklı tutulmak, hatta baskılanabilir olduğu her yerde ücretleri baskılamaya devam etmek kaydıyla, TÜSİAD ve İstanbul Ticaret Odası düşük ücret avantajının yetmediğini, teknoloji yoğun ürünlere ihtiyaç olduğunu, emek üretkenliğini artırmak gerektiğine dair vurguları hatırlanmalı. Hem ucuz emek havuzunun genişletilmesi hem de emek üretkenliğinin artırılmasının çalışma yaşamındaki formülü amansız bir esnekleşme olmuştur. Sermaye; orta ve yüksek teknolojili ürünlerin üretiminde, istihdam edilmek ya da istihdamda kalabilmek için “yaşam boyu eğitim” almak zorunda olan, emek gücünün yeniden üretimini ev içi karşılıksız emeğiyle sermayenin sırtına yük olmadan garantileyebilen, yoksulluğu birtakım temel tüketim mallarını evde üreterek göğüsleyebilen; kısacası hem işçi hem işsiz, hem anne hem eş, hem sınıf annesi hem de hizmetli olabilen bir emekçi kadın ordusu yaratılması için iktidardaki ortağına kanun önerilerinde bulunmuştur. Meclisten geçen torbaları dolduran işte bu kanunlardır.


MUHAFAZAKARLAŞMANIN ÇELİŞKİYİ DERİNLEŞTİREN KARAKTERİ
AKP’nin tüm bu politikaların yegane uygulayıcısı konumundayken emekçi kadınlardan aldığı destek açıklanmaya muhtaç görünebilir.
Kadın istihdamında dönüşümlerin en yakıcı sonucu olan işsizlik ve buna bağlı olarak yoksullaşma emekçi kadınların önündeki terazinin bir kefesinde duruyor. Teraziyi tümden yıkacak ya da en azından burjuvaziyi taviz vermeye zorlayacak bir mücadelenin örgütlenememiş olması, kadınları ister istemez tüm kurumları (Özel İstihdam Büroları) ve tüm biçimleriyle (yarı zamanlı çalışma, ev eksenli çalışma, uzaktan çalışma, çağrı üzerine çalışma) terazinin öbür kesesinde duran esnek çalışmaya itiyor. İkincisi, emek gücünün yeniden üretiminin hizmetine koşulan kadının her geçen gün daha da zorlaşan ev içi bakım emeğinin “değersizliği” çeşitli sosyal yardımlarla sübvanse edilmeye çalışılıyor; kadınlara, şimdiye dek hiç itibar görmeyen emeklerinin “değer” gördüğü yanılgısı yaşatılıyor.
AKP, tüm bu politikaların adresine ulaşması için mahalle mahalle örgütlenen kadın kollarını seferber ediyor. Nesnel bakımdan olanakları gelişen ama emekçiler nezdinde bir olanak olarak görülmeyen sınıf mücadelesi, adresine ulaşan politikaların yarattığı “sınıf atlama” ya da “statü yükseltme” yanılsamasıyla gölgelenirken, kadınlar içine itildikleri yoğun değersizlik ve yalnızlık duygusunu “yardım alma”, “gezilerde, mevlitlerde ve mahalle toplantılarında sosyalleşme”, “evde işsiz oturacağına bir işe yarama” olanaklarıyla sağaltmaya çalışıyor. Kadınları muazzam bir sömürü cehennemine sokan AKP, manevi durumlarını istismar etmek üzere her yola başvuruyor.

SINIRLAR, OLANAKLAR VE MÜCADELE
Tüm bunlar, emekçi kadın kitlelerinin sarsılmaz bir şekilde AKP saflarında yedeklendiği anlamına gelmiyor. OHAL koşullarında ölçülemez boyutlarda artan işsizlik, şiddet ve üst üste patlak veren çocuk istismarı vakaları kadınların rezervlerinin başlıca konularını oluşturuyor. Kendisini Erdoğan’ın iktidarıyla özdeşleştirerek güçlü hisseden ve/veya AKP ile pragmatik bir ilişki içerisinde giren, bu durumu seçimlerde sandığa yansıtan kadınlar, OHAL döneminin yarattığı çekincelerle “Tek Adam Rejimi”ne mesafe koyuyor. Kadınlar arasındaki Erdoğan-AKP fanatizmi yerini giderek “alternatifsizlik” kaygısına bırakıyor. Ayrıca, yine OHAL koşullarında Gelir Vergisi Kanununda yapılan değişiklikle işverenlere yarı zamanlı çalışmada çalışılacak zaman aralığının işyerinin geleneklerine göre belirleme yetkisinin verilmesi kadınlar için sadece aile yaşamının, sokağın ve ülkenin değil aynı zamanda işyerinin de terörize edileceğine işaret ediyor.
Çelişkinin gelip dayandığı bir diğer sınır ise liberal demokrasiye ait. Anayasa değişikliğiyle gündeme gelen meclis tartışmalarında sol liberal aydınlar ve sosyal demokratlar, yasama-yürütme-yargı ayrılığına dayanan burjuva parlamentarizmini, demokrasinin kaybedilmesi teklif dahi edilemez bir kalesiymişçesine argümanlar geliştiriyor, politik söylemlerinin merkezine bu savunuyu koyuyor.
Zaten sınıf olarak burjuvazi denetiminde olan ve dolayısıyla işçi sınıfına kapalı bir mekanizma olan devlet ve onun yasama organı olan meclisin var olan kısıtlı yetkilerinin de budanması, işlevine kast edilmesi, ondan soyutlanmış emekçi yığınlarının en geri bilincinde liberalizmin sandığı kadar aykırı bir durum olarak okunmamaktadır. Tam tersine, burjuva devletin bu karakterinden faydalanan AKP, parlamentarizmin devlet-toplum arasında bir “mesafe” yarattığı savına (ve gerçeğine) dayanarak, devlet ve toplum arasında kaynaşma özlemini istismar ederek, “millet iradesinin egemen kılınması için çift başlılık ortadan kalkmalı, sandıktan tek parti çıkmalıdır” söylemini kuruyor.
Ezilen ve ikincil cinsiyet konumunda olan kadınlar içinse bu “meclisin yabancısı olma” hali özel bir anlam ifade ediyor. Burjuva meclis, sadece işçi sınıfına ve dolayısıyla onun kadın yarısına değil, proletarya dışındaki kadınlara da kapılarını kapatır. Türkiye gibi muhafazakar ülkelerdeyse bu çok daha vahim bir tablo çizer. Nitekim, Mecliste en fazla kadın vekil sayısına sahip (yüzde 38) HDP dışarıda tutulduğunda kadın oranı yüzde 11,8’e kadar geriliyor. Yani, meclisin tehlike altında olması tek başına “bir kazanımın kaybedilmesi” huzursuzluğunu infial düzeyinde tetiklemiyor. Sonuç olarak, “tek adam tek parti yönetimi”nin bir “rejim” değişikliği, bir diktatörlük inşası olarak anlaşılması kendiliğinden gerçekleşmiyor. Değişimden huzursuz olan kadınlar, kaygılarını en fazla “alternatifsizlik” düzeyinde açıklıyor.
Ne var ki, kendiliğindenliğin bu sınırı aynı zamanda bilinçli bir mücadelenin de olanaklarını ifade ediyor. Türkiye’de yakın dönemden sadece bir örnek bile bunu somutlar nitelikte: Kürtajın yasaklanmaya çalışıldığı dönem. Kürtajın yasaklanması kadınların “merdiven altı kürtaj” yöntemlerine başvurması ve birçoğunun ölmesi anlamına geliyor. Bu gerçeğin yerellerde tartışılmasıyla formüle edilen “Kürtaj yasağı cinayettir” sloganı etrafında kümelenen emekçi kadınlarla, yasağı “ataerkinin kadın bedeni üzerindeki tahakkümü” olarak yorumlayan ve “Bedenim bedenim, benim kararım” sloganı etrafında harekete geçen feministler “Kürtaj yasağına hayır!” sloganında ortaklaşabilmişler ve hükümete geri adım attırabilmişlerdi. Benzer bir biçimde, hem de baskıcı OHAL koşullarında çocukların istismarcılarıyla evlendirilmesini öngören yasa tasarısının geri çekilmesi, yine emekçi kadınlar ve feministlerin ortak tepkisiyle mümkün oldu. Her iki örnekte de, parlamento dışı kılınan kadınlar, önce kendi özgün taleplerini ortaya koydular, sonra ortaklaştıkları bir talep etrafında birleşerek harekete geçip sokağa döküldüler ve yasaları geri çektirerek meclise “dışarıdan” müdahale etmiş oldular.


REFERANDUMUN ÖNCESİ, SONRASI: NE YAPMALI?
Bugün yapılması gereken, hayatın her alanında, ataerkil baskı ve istismarın ve kapitalizmle olan kopmaz bağının günlük somut görünümleriyle, cinsiyet eşitsizliği ve neoliberal politikalar arasındaki, muhafazakarlık ve kadına yönelik şiddet arasındaki, ataerkil aile ile kapitalist sömürü arasındaki kopmaz bağların politik teşhiridir. Regl kanı pantolona geçirilene kadar çalıştırılan kadına kadınlar için edep, ahlak kılavuzu dağıtan ulemanın ahlaksızlığını tartışmak, makine bandını “bu eller benim mi” diye sordurtacak kadar hızlı çalıştıran patrona, sahibi olduğu medya holdinginin gazetelerinde “çocuğunu evde bırakıp çalışan anne” haberlerinin hesabını sordurtmaktır. Babaanne maaşı için başvuran 65 bin kadından biri olan ama maaşın verileceği 6 bin kadından biri olamayan ev işçisinden “3 çocuk doğur” diyen başbakan/cumhurbaşkanını “sevmeyi, anlamayı, empati kurmayı” bırakmasını talep etmektir. Her gün kapısının önünden geçtiğimiz esnaftan çöp konteynırlarının yanı başında kız çocuklarının bedeninin pazarlandığı ikiyüzlü muhafazakarlığı görüp son vermesini istemektir.
Ancak böylesi bir politik teşhirle emekçi kadın kitleleri “tek parti tek adam rejimini”ni durdurma ve giderek geriletme mücadelesinin bir parçası haline gelebilir. Aksi halde, kurulmaya çalışılan “Tek Adam Diktatörlüğü”nün inşasının durdurulmadığı koşullarda, yani bugünkü faşizan eğilimlerin ve pratiklerin artık topyekün bir vücuda evrildiği koşullarda, kadınlar bugünkü mücadele olanaklarını da kaybedecek, örneğin kürtajın yasaklanması, çocukların tecavüzcüleri ile evlendirilmesi “bir gecelik” bir mesaiye bağlı olacaktır. 
İlgili haberler
Kadınların Referandumu

Anayasa Değişikliği için yapılacak referanduma günler kaldı. Kadınlar bu referandumu belirleyecek en...

Sandığa Git Gücünü Göster!

Kadın Adayları Destekleme Derneği (KA.DER), Türkiye’nin geleceği için oy vereceği, 16 Nisan referand...

Değiştirmek için bir 'hayır' gerek

Hayır demediyseniz ömrünüz boyunca pişmanlıkla andığınız, dediyseniz ise güçlendiğinizi, yüreğinizin...