Kadınların ‘uzlaşmasını’ istedikleri bir bakıma kölelik aslında; her ne olursa olsun boyun eğilecek, “ailenin bekası için” içinde kalınacak bir hapishanede yaşamakla uzlaşmak...

Uzun bir zamandır, söz konusu olan kadınlar olunca devletin her belge ve programında, açıklamasında, düzenlemesinde bir fiille karşı karşıya kalıyoruz: “Uzlaşmak”
Mesela kadın istihdamı “iş ve aile yaşamının uzlaştırılmasına”, boşanmaların engellenmesi “aile arabulucuları ile uzlaştırmalara”, şiddet sorunu “şiddetin failinin ve şiddete uğrayan kişinin uzlaştırılmasına”, çocuk yaşta evlilikler “karşılıklı rıza söz konusu olduğu için uzlaşmaya” bağlanıyor.

Hayatın her alanında haklarımızdan ve hayatlarımızdan vazgeçmemiz pahasına bir “uzlaşma” dayatılıyor bize. En sıradan, en gündelik uğraşılarımız, duygularımız ve isteklerimiz sanki kafamızın üstünde bir hiza çizgisi varmışçasına “uzlaşmaya” tabi tutuluyor. Ne giydiğimize, nasıl davrandığımıza, ne isteyeceğimize, ne yapacağımıza bu “uzlaşma” kuralları karar veriyor adeta. Bir bakıyoruz; hiza çizgisi o kadar aşağıya çekilmiş ki, ne yapsak ne etsek olmuyor, bu kurallara riayet etmek hiç yaşamamak anlamına geliveriyor.

KİMİN YARARINA VE NE PAHASINA UZLAŞMA?

Uzlaşmak... Türk Dil Kurumu “aralarındaki düşünce veya çıkar ayrılığını, karşılıklı ödünlerle kaldırarak uyuşmak, karşılıklı anlaşmak ve mutabık kalmak” olarak açıklıyor fiili. Demek ki uzlaşma için iki eşit taraf lazım, iki tarafın farklı çıkarları olması lazım. İki tarafın anlaşması için de karşılıklı ödün veriyor olmaları lazım.
Peki, varlığı vatandaşlarının haklarını, çıkarlarını korumak olan bir devlet, neden “iki ayrı çıkar” söz konusu olduğunda, üstelik de iki taraf “eşit” olmadığında; örneğin patronlar karşısında işçilerin, şiddet uygulayan erkekler karşısında şiddete uğrayanların, boşanmayı kabul etmeyen kocalar karşısında kadınların “çıkarlarından” ödün vererek “uzlaşmasını” ister? Kimin yararına ister bu “uzlaşma”yı? Ne pahasına ister? Hele ki söz konusu yaşamın her veçhesinde eşitsizlikle karşı karşıya olan, çıkarları hep göz ardı edilen kadınlar olduğunda, devletin asıl yapması gereken bu eşitsizliği yok etmekken, neden hep kadınları feda eder?

ADALET DEDİKLERİ: HERKES OLANA RAZI GELSİN!

Uzun süredir üretim süreçlerinin parçalandığı bir dönem yaşıyoruz, bu dönemde “ucuz ve denetlenebilir” kadın emeği sermayenin iştahını daha da artırdı. Esnekleşme, güvencesizleştirme batağına öncelikle kadınlar çekilmek isteniyor. Hiçbir hakları olmadan gönderildikleri evlerden devşirilen atölyelerde, kadınların kendilerini “işçi” olarak bile görmedikleri, “aile bütçesine katkı” adı altında korkunç koşullarda çalıştırıldıkları, bütün bunları da “fıtratları gereği” kabul etmelerinin beklendiği bir çalışma hayatıyla uzlaşmaları isteniyor kadınların.

“Kadın istihdamını artıracağız” diyerek giriştikleri ucuz emek gücü inşası, çalışma yaşamının cehenneme çevrilmesi, sosyal devlet kalıntılarının da temizlenerek yükün kadınların omzuna bindirilmesi, evlerin fabrikalara dönüştürülmesi süreci “aile ve iş yaşamının uzlaştırılması” olarak sunuluyor. Bu “uzlaşmada” kadınlar açlığa, sefalete, işsizliğe mahkûm olmamak için devletin ve sermayenin karşısında tüm sosyal ve ekonomik haklarından vazgeçmesi beklenen taraf oluyorlar. Tam da bu yüzden “eşitlik yoktur, adalet verelim” diyorlar aslında. Eşitlik olsa yöneten olarak patronun yanında duramazsın, ama olan bitene adalet dersen “sana düşen bu, herkes olana razı gelsin” diyebilirsin.

KÖLELİKLE UZLAŞILIR MI?

Uzun süredir “aile”nin kadınların hakları ve hayatları pahasına ayakta tutulması gereken bir “değer” olduğunu duyuyoruz. “Aile” her ne pahasına olursa olsun ayakta kalsın ki, tüm sosyal ve ekonomik haklardan yapılan kısıntılar o aile içinde, “sevgi ve güven” içinde, yerine konabilsin, devletin elini eteğini çektiği her ne varsa, kadınların duygusal emeğiyle tamamlansın. Bu “ayakta tutma” politikası kadınların babaya ya da kocaya bağımlı olarak aile içinde yaşamaya mahkûm edilmesiyle, aile irşat programlarıyla, “aile ombudsmanlığı”, aile arabuluculuğu düzenlemeleriyle, boşanmak isteyen kadınlara yönelik engelleme mekanizmalarıyla son sürat devam ediyor... Kadınların “uzlaşmasını” istedikleri bir bakıma kölelik aslında; her ne olursa olsun boyun eğilecek, “ailenin bekası için” içinde kalınacak bir hapishanede yaşamakla uzlaşmak...

MÜLAYİMLEŞTİREMEDİKLERİNİZDENİZ!

Uzlaşmamızı istedikleri sistem kadınları köleliğe, yoksulluğa, yoksunluğa, güvencesizliğe, örgütsüzlüğe, sağlıksızlığa, eğitimsizliğe, iş cinayetlerine, erkek şiddetine, cins kırımına mahkûm eden; bağımlılığa, çaresizlik ve umutsuzluğa, yalnızlığa iten; dini ve gerici propagandayla tevekküle, kaderciliğe, itaate, siyasi ve toplumsal kayıtsızlığa ve daha birçok musibete sürükleyen koca bir sistem...

İlginçtir; Arapça bir kelime olan “mülayim”, “uyma, uzlaşma fiiline rızayla riayet etmek” anlamına gelen bir kökten geliyor. Bizi “uzlaştırmak” istedikleri düzenin kurucuları biliyor; haklarımızdan ve hayatlarımızdan ne koparırlarsa koparsınlar mülayimce başımızı önümüze eğersek onlar için güzel olacak her şey.

Peki ya biz?

Biraz ekmek parası, bir kere fazla nefes almak, bir gün daha fazla yaşamak için rıza göstereceğimiz “uzlaşma”, nereye kadar sürdürülebilir?

İNSANLIK TARİHİNİN AŞTIĞI EN GERİ NOKTAYA DÖNMEK Mİ?
Uzun süredir gündelik hayatın insanca sürdürülmesinde en çok işlevi olan eğitim, sağlık, sosyal hizmetler gibi alanlar dini referanslarla yeniden dizayn ediliyor. Kadınların eğitim alma, sağlıklı ve güvenli bir yaşam sürme, meslek sahibi olma, toplumsal ve ekonomik hayata katılma gibi en temel hakları “kadınla erkek eşit değildir” söylemiyle, “kadınlar erkeklere verilmiş bir emanettir” kisvesiyle tehdit altında. Kadınların bir birey değil, “emanet edilen bir mal” olmakla uzlaşması, bu uzlaşmaya boyun eğmesi isteniyor. Ya boyun eğmezse?
İşte bu riske karşı kadınların bedenini ve emeğini saldırıya, sömürüye açık hale getiren erillik, üzerine muhafazakar sos dökülerek pohpohlanıyor. Kadınların bahanelerle katledildiği, kışkırtılan erkekliğin kendisinde “öldürme hakkı” gördüğü bu düzende adalet, “eşitliğin” yerine ikame edilerek öte dünyada hesap sormaya indirgeniyor. Kucağında çocuk, sırtında evin ve ailenin yükü, bacaklarında zorlu mesainin yorgunluğu, aklında ne yapsa yetişilemeyen işler, yüreğinde yarını nasıl kotaracağının derdi ve kaygısıyla yaşamak zorunda bırakılan kadınlar “100 metre koşusunda erkeklerle yarışamaz” denilerek “fıtrata” sıkıştırılırken, aslında kadınların hakları için mücadele eden kadın hareketini de “kadının tıpkı erkek gibi bir insan olduğu”nu savunma noktasına geriletmek için manevra yapılıyor. Kadınları ekonomik, sosyal, siyasal, cinsel anlamda her türden sıkışmışlığa, sonra da çözümsüzlüğe mahkum eden iktidar, binyıllar öncesinin retoriğiyle, haklarımızı insanlık tarihinin çoktan aştığı en geri noktaya götürmek istiyor.
İlgili haberler
Latin ve Karayipli kadınların mücadele zirvesi

16 ülkeden 1200 delegenin, 28-30 Eylül’de Ekvador’un Quito kentinde bir araya geldiği Buluşma, bölge...

Özgürlüğünün peşinden giden bir kadından mektup

Bedel suratıma inen yumruklar, layık olmadığım hakaretler ve çocuklarımdan ayrı kalmak olsa da yine...

‘Kadın Çemberi’nden geçtik!

Kendimizi hangi pozisyonda hissediyorsak orada durmamızı ve içimizden geçenleri söylememizi istediği...