
Kritik bir korku eşiği aşıldı. Halk, ülke tarihinde eşine nadir rastlanır oranda kitleler halinde sokağa döküldü. Hiç değilse son on yılda, haksızlığa ve hukuksuzluğa uğramış milyonlarda sessizce biriken öfke; korku, kaygı, çaresizlik, ümitsizlik ve benzeri insanı atalete iten pek çok duygunun arasından sıyrılarak baskın geldi ve nihayet vücut buldu. Artık bir halk hareketinden söz etmek mümkün.
Her hareket gibi, güncel hareketin de gelişim aşamaları var ve olacak. Halihazırda tepkisellik ile karakterize olan ve yeni bir başlangıç aşamasında olan güncel halk hareketi kendisine ilerleyecek bir yön arıyor. Genel olarak, bir yanda sönümlenme ihtimali, diğer yanda tepkisel sokak gösterisinin, öznelerinin bulunduğu yerlerde (iş yerleri, üniversiteler, semtler vb.) güç biriktirip daha örgütlü, yani tepkisellikten öteye geçerek değiştirici bir güce dönüşme olanağı. İlki yenilgi, ikincisi galibiyet. Üniversiteliler akademik boykot örgütleyerek bu kavşakta galibiyet rotasında ilk adımı atmış durumda, tepkiyi yeni bir etkiye dönüştürmeye çalışıyor. İşçiler henüz bir sınıf olarak gövdesini oraya koymasa da kısmen ve bireysel katılımla hareketin bir parçası gibi görünüyor. İşçi konfederasyonları birkaç nutuk dışında genel olarak sessiz ve atıl, #GenelGrevGenelDireniş çağrılarına kulaklarını tıkamış vaziyette.
Pek çok olasılığı bağrında barındıran bu aşamada, sermaye sınıfını temsil eden siyasi partilerin geneli, açığa çıkan muazzam potansiyeli hâlâ ve ısrarla, artık seçmen önüne konup konmayacağı bile tartışmalı hale gelen sandığa sıkıştırmaya çalışıyor. Eylem dağarcığına sembolik-politik önemi yadsınamaz ama belirleyiciliği asla üretimden gelen gücün yerine geçemeyecek olan tüketim boykotunu katan burjuva muhalefetin lideri CHP, başını gençlerin çektiği kitlelerin sürüklemesiyle protesto örgütler durumda.
İçinde bulunduğumuz koşullar, sadece tek bir kişinin ve hükümetin, hele ki sandıkla değiştirilmesinin daha da güçleştiğine işaret ediyor. Bu ahval ve şeraitte, Emek Partisi’nin halk hareketine yaptığı “Faşizmin kurumsallaşmasına izin vermeyelim!” çağrısı hayati bir önem kazanmış durumda. Gelin hakları ve hayatları sürekli tehdit altında olan kadınlar olarak bu çağrıyı deşifre edip anlamaya çalışalım.
SERMAYE DEVLETİNİN İKİ TEMEL BİÇİMİ: PARLAMENTER DEMOKRASİ VE FAŞİST DİKTATÖRLÜK
Her şeyden önce çağrıda “faşizmin kurumsallaşması” ile kastedilen ve önlenmesi gerektiğine işaret edilen şey “faşist diktatörlük” sermayenin siyasal egemenliği olan burjuva devletin iki temel biçiminden biri. Diğeri ise, merkezinde seçimlerin olduğu parlamenter demokrasi.
Burjuva demokrasilerinde, bu merkez (seçim) etrafında temel hak ve özgürlüklerin ne kadar genişleyeceği ya da daralacağı genel olarak sermaye sınıfının ve özel olarak bu sınıfın egemeni tekelci kapitalistlerin nesnel çıkar ve ihtiyaçları ile bu egemen sınıfın tam karşısında olan emekçi sınıfların mücadelesi arasındaki güç dengesine bağlıdır. Örneğin, bir ülkede işçilerin örgütlenmesi ne kadar gelişirse o ülkedeki örgütlenme özgürlüğü o kadar genişler, genişleyen örgütlenme özgürlüğü de işçilerin örgütlenmesinin daha da gelişmesini sağlar. Ya da kadın örgütleri ne kadar güçlüyse kadın hakları da o kadar gelişme olanağı bulur, haklar genişledikçe eşitlik mücadelesi ve kadın örgütlenmeleri de büyür.
Çıkarları ve ihtiyaçları emekçilerle taban tabana zıt olan tekelci kapitalistler, emekçilerin politik gelişimini sağlayan bu demokratik alanı çeşitli yöntemlerle kontrol altında tutmaya, daraltmaya ve baskılamaya çalışır. Bunun için de çoğu durumda siyasi iktidarı kullanırlar. Hem uluslararası alanda emperyalistler arası çelişkiler hem de ulusal ölçekte sınıflar arası mücadele öyle bir duruma gelir de ekonomik ve siyasi krizler yüzünden emekçi halk üzerindeki tekelci kapitalist egemenlik tehlikeye girerse, burjuva devletin diğer biçimi, faşist diktatörlük biçimi devreye sokulur. Faşist diktatörlük, tekelci sermaye tarafından burjuva demokrasisinin tümden yadsınmasıdır. İlk elden temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ve yok edilmesi, giderek seçimler yerine atama ve kayyum usulü yönetmenin geçirilmesi, işçilerin, gençlerin, kadınların örgütlerinin dağıtılıp yasaklanarak kitlelerin siyaset dışına itilmesi, emekçilerin sadece piyasanın egemenliği yüzünden değil bizzat devletin zor aygıtlarıyla, siyasi zorla çalıştırılmasıyla karakterize terörcü bir devlet biçimidir.
Bugün AKP-Erdoğan iktidarının, ittifak yaptığı milliyetçi-dinci güçler ve en önemlisi tekelci sermaye içinde temsil ettiği ve bir parçası olduğu kapitalistlerin amacı bu. Yakın tarihteki grev yasakları, valilik-kaymakamlıklar eliyle toplantı ve gösterilen Anayasa’ya aykırı şekilde yasaklanması, işçi eylemlerine yönelik polis saldırıları, mücadeleci sendika yöneticilerinin, iktidar dışı medyaya mensup gazetecilerin hukuksuz tutuklanması, Kürt illerindeki belediyelerden başlayarak İstanbul’a kadar uzanan kayyum atamaları, kadın eylemlerinin yasaklanması ve benzer pek çok şey bu amacın emareleri.
FAŞİZMİN İNŞASINDA ZORLAYICI VE KOLAYLAŞTIRICI (F)AKTÖRLER
Şüphesiz ki hükümet edenlerin amacının bu olması, -bir hükümet değil devlet biçimi olan- faşist diktatörlüğün kurulduğu anlamına gelmez. Bu amacı, yani faşizmin inşasını kolaylaştıran ve zorlaştıran uluslararası ve ulusal etmenlere bakmak gerekir.
Genel olarak dünyada, rüzgârın faşizmin yelkenlerini şişirdiği söylenebilir. Başta ABD ve Çin olmak üzere emperyalistler arası çelişkilerin keskinleştiği ve buna bağlı olarak ülkelerin silahlanma bütçelerini artırarak savaş yığınağı yaptığı bir süreçte yaşıyoruz. Yine bununla bağlantılı olarak Amerika ve Avrupa’da başlıca tekelci kapitalistler kendi saldırgan ve yağmacı çıkarlarını milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve din ideolojisi üzerinden emekçilere dayatıyor, faşist partileri ve hareketleri doğrudan ve/ya dolaylı destekliyor, bazı ülkelerde iktidara taşıyor. Ancak bunun karşısında Avrupa ülkelerinde görülmedik kitlesellikte antifaşist protestolar da örgütleniyor -ki nesnel durum Türkiye’deki mevcut halk hareketini bu antifaşist mücadelelerle doğal müttefik haline getiriyor.
Emperyalizme tartışmasız bağımlı ama kendi tekelleri de belirli düzeyde gelişmiş bir ülke, yani katbekat fazlasıyla sermaye ithal ederken (yabancı sermaye diye öve öve bitiremedikleri) belirli bir düzeyde sermaye de ihraç eden Türkiye’deyse, AKP-Erdoğan ve temsil ettiği kapitalistler, bölgesel pazar ve toprak paylaşımı için kurulan kurtlar sofrasına oturmaya çabalıyor. AKP’nin Ortadoğu’da ve Kafkasya’da kendini politik bir aktör olarak kabullendirme çabası da, dört ülkeye bölünmüş Kürt sorununda çoğunlukla şiddet ve duruma göre kısmen diplomasi içeren iç ve dış politikası da bu nesnel zemine oturuyor. Siyasal söylemde yerine göre Türk milliyetçiliğinin, yerine göre İslamcı ümmetçiliğin, yerine göre milli “iç cephe”nin dozajını da bu zemin üzerindeki güncel gelişmeler belirliyor. Dışarıda sıkıştıkça içeride saldırganlaşıyor.
Faşizme yöneltici bu uluslararası ve bölgesel durumla birlikte, ulusal ölçekte bir bütün olarak tekelci sermaye arasında faşist diktatörlük biçiminin kaçınılmaz olduğu hususunda fikir birliği yok. Henüz! Bir yandan tekellere teşvikler yağdırılırken diğer yandan büyük sermayenin büyük temsilcisi TÜSİAD şimdilik küçük çaplı ama sembolik olarak önemli yargı operasyonlarıyla taciz ediliyor. Elbette, emekçiler, şimdilik AKP sermayesiyle çıkar çatışması yaşayan ama işçi sınıfı karşısında baş müttefik olan, zamanında 12 Eylül faşist diktatörlüğünün baş davetçisine güvenecek değil.
Tüm örgütsüzlüğüne rağmen faşizmin kurumsallaşmasının önündeki en büyük engel hâlâ emekçi halk. Zira iktidara geldiğinden bu yana meşruiyetini sandıkla sağlamaya çalışan AKP-Erdoğan bu meşruiyet kaynağını önemli oranda yitirmiş görünüyor. AKP-Erdoğan uhdesindeki kitlesel toplanmaların büyük oranda coşkudan yoksunluğu, çoğu yerde bindirilmiş kıtalardan ibaret olması ve kısmen salon etkinliklerine dönüşmüş olması ama buna karşılık güncel halk hareketinin kitleselliği, dinamizmi ve tüm baskılara rağmen coşkusu bu gözlemi güçlendiriyor. Bu perspektiften bakıldığında, Türkiye’deki tehdit, aşağıdan örgütlenen bir faşist hareketin iktidara gelmesindense, neredeyse çeyrek asırdır iktidarda olan bir partinin marifetiyle faşizmin yukarıdan, devletin tepesinden örgütlenmesiyle şekillendi, şekilleniyor.
FAŞİZME KARŞI MÜCADELE VE KADINLAR
Mevcut halk hareketinin sağladığı moral üstünlüğü hesaba katmakla birlikte, harekete, özellikle de onun en örgütlü unsurlarına karşı uygulanan muazzam şiddet, gözaltı ve tutuklamalar, tekelci kapitalizmin egemenliğinin büyük bir toplumsal isyan sonucu tümden tehlikeye düşmesi halinde hemen faşist diktatörlüğe dönüşmeye hazır bir rejimde yaşadığımızı tekraren doğruluyor.
Halkın geneli ama özellikle de genç kadınlar, böylesi bir rejimin hiçbir yalanla ve hamasi sözle örtülmemiş çıplak yüzüyle yüzleşiyor. Kadınlar protesto hakkını kullanan kitlelerin içerisinden zorla çekip çıkarılıyor, saçından kavranıp yerlerde sürükleniyor, zaten “yakalanmış” olanlar birden fazla polis tarafından darp ediliyor, cinsiyetçi hakaretlerle ezilmeye çalışılıyor. Tutuklanan kadınlar, gözaltı boyunca aç ve susuz bırakıldıklarını, idrarlı kıyafetlerle saatlerce bekletildiklerini, üzerlerine cilt yanığı oluşturan sıvı döküldüğünü belirtmekle kalmıyor, uluslararası hukukta cinsel taciz sayılan çıplak aramaya tabi tutulduklarını ve hatta gözlerden uzak yerlere götürülüp doğrudan fiziksel tacize uğradıklarını ifade ediyorlar. Tekelci sermayenin en gerici ve terörcü akımı olan faşizm, kadınlara ne vaat ettiğine dair bir fragman sergiliyor.
İşte tam da bu yüzden, kadınlar faşizme karşı mücadelenin en başat aktörü olmak zorunda. Bu mücadele soyut, müphem ve adressiz bir mücadele değil. Örgütsüzlükle başarılabilecek bir mücadele hiç değil! Emekçi kadınlar, aşama aşama, sendikalı olsun olmasın iş yeri toplantılarının örgütlenmesinde, güncel durum karşısında işçi sınıfındaki kafa karışıklığının giderilip faşizmin sınıfsal karakterinin belirginleştirilmesinde, sendikal bürokrasinin prangalarından kurtulup ortak kararlılıkla uyarı eylemlerinin yapılmasında ve biriktirilen gücün genel grev genel direniş hattına yönlendirilmesinde en ileriden rol almak zorunda. Mahallelerde yoksulluk ve şiddetten mustarip ama siyaseten bölünmüş durumda olan kadınlar, bugün hâlâ ellerindeki en önemli dayanak olan kadın dayanışma derneklerinde örgütlenmek ve kadın örgütleri arasındaki dayanışmayı bugünden başlayarak güçlendirmek zorunda. Yıllardır inşa edilmekte olan faşizme karşı eylemliliği pas tutmayan kadın hareketinin verdiği özgüvenle sıra arkadaşlarına öncülük eden genç kadınlar, sadece özgüven ve dirayetleriyle değil aynı zamanda üniversitelerdeki akademik boykotların örgütlenmesinde oynadıkları rolle de yol gösteriyor. Rota belli, rota kaçınılmaz: Faşizme geçit yok
Görsel: Yapay zeka tarafından oluşturuldu
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.