Bu bir bilgisayar oyunu değil! Bu, savaş!
Savaşı barış zamanının bütününe yayan faşist iktidarlar da muhtemel tehlikelere karşı kadını, onlara kaç tane doğuracağını dikte eden politikalarıyla nesneleştiriyor. En az beş, en az dört. Yok on….

 “…ağıdın kraliçesi, öleni karnında taşımış olan annesidir.”

Elias Canetti

Alt katta Hatice Turhan Sultan’dan bahsettiğim gün üst katta Moyen-çor Kagan ile Ning-Kuo adlı bir Çin prensesinin düğün törenini anlatıyorum. Hatice Turhan Sultan, IV.Mehmet’in annesi Ukraynalı bir cariye. Kadın padişah olarak anılıyor Türk-Ukrayna melezi oğlu büyüyene kadar. Sarı Selim gibi. Onun annesi de Ukrayna’dan getirilen Hürrem. Bunları her yıl anlattığım için “ecdad” güzellemesini ırk temelli yapan, dördüncü parmaklarında armalı yüzük taşıyan ve kadının rahmini kendi ırkının fabrikası gibi gören “Aldık, bizim oldu” kafaların nasıl kafalar olduğunu anlamakta zorluk yaşıyorum. Biraz o kafalarını koparıp kenara koyarak uzaktan baksalar kendi kendilerine inandıkları ve kadını, rahmini, dolayısıyla milliyetini ele geçirme fantezilerinin aslında kendi kendilerini azaltarak yok etme projesi olduğunu anca anlayacaklar. Olmayan kafalarıyla. Kaçıncı Çinli prensesten sonra, kaçıncı Slav kökenli cariyeden sonra hâkimiyetin kesinleşecek?

Rusya, Ukrayna’ya girdiği gün işte bu kafaların torunları, savaşın vahametine kör bir şehvetle bilenerek kucaklarını mülteci kadınlara açtıklarını filan söylemeyi bırak, yazmaya başladılar. Kadıncağızlar da sığınacak “insan” bulamadıkları için koşarak onlara geleceklerdi zaten.

BOSNA, RUANDA, ÇİN, ALMANYA, UKRAYNA…

Şimdi bu suçu ya da girişimini sadece yerel ve dar bir bakışla bu ecdadın torunlarına sıvayıp bırakmak istemem. Tarihi bir gerçeklik olarak hanedanlar arası akrabalık tesis edip tahtını garanti etmek için birbirlerine kızlarını, kız kardeşlerini “veren” krallar, savaş yağmasında kadının bedenini de yağmalayan erkekler ortada dururken yani. Asya’dan Avrupa’ya kadını ganimete indirgeyip nesneleştiren, ele geçiren, kendi tohumlarıyla o toprağı işgal eden erkekler tarihi. Şimdi sorup duruyoruz ya kaçıncı yüzyıldayız diye. Çok geriye gitmeye gerek yok; Sırp milliyetçilerinin tecavüz kurbanı olan binlerce Bosnalı kadın bu tecavüzlere ailelerinin şahitliğinde maruz kalalı henüz otuz yıl oldu. Ruanda’da sayıları 100 binden fazla! Liberya’da olanlar, Çin’de Nanking toplu tecavüzleri. Almanların hiç de kristal olmayan Kristal Gecesi. Vatana “ana” diyen dolayısıyla başkasının ana vatanını rahimleriyle birlikte teslim alan bu ‘er’lerin riyakâr sloganı da “kendi ana vatanları, kutsal anaları, kendilerinin olduğu için korunması gereken kadınlar” İÇİN savaşıyor olmaları. Kutsal anavatanlarını korumak için başka anaların vatanlarını ve o vatanın analarını kayıtsız şartsız teslim alıyorlar. İroni tarihin kendisi. Varoluşumuz ironik artık.

Savaşı barış zamanının bütününe yayan faşist iktidarlar da muhtemel tehlikelere karşı kadını, onlara kaç tane doğuracağını dikte eden politikalarıyla nesneleştiriyor. En az beş, en az dört. Yok on. Asker ve işçi fabrikası kadın. Varlığı, VAR etmeye armağan olsun. Yaşatmak için yaşasın. Er’in, iktidarın varlığı da DİKTE ETMEYE, HESAP SORMAYA, YOK ETMEYE armağan olsun.

Tarihi fetihlerde de tıpkı bugünün spor takımlarına belli maçlar için prim verilmesi gibi fetih gerçekleşirse orduya bölgede misal 3 gün yağma sözü verilirdi. Bu üç gün yağmalanan sadece şehir değildi…

Şimdi artık tahammülümüzün zorlandığı ne peki? Değişen bir şey olmadığını görmek mi? Bu “sıradan kötülük” hali mi? İçinde aşka sevgiye zerre yer bırakmayan bu “haklılık” gübresiyle büyütülen nefret mi?

Benim açımdan söyleyeyim. Çünkü bu akademik bir analiz değil, bir deneme.

Zayıf olanın maruz kalması. Haksızlık. Ciğerimden boğazıma bir asit yükselir gibi içim yanıyor. Kulaklarımda bir ses:

“Sen bunu hak ediyorsun!”

Seven her canlı sevilmeyi hak eder oysa. Muktedirin kendi işgalini kendine hatta kurbanına rasyonalize eden kötücül nefretini bir kapsül hap halinde yutturmaya çalışması, şefkatimle aramı açıyor. İnsanlık denilen şeyi bir yığın olarak görüp toptancı bir kötülemeyle uzaklaşıyorum herkesten. Oysa işte canım erkek kardeşlerim, işte oğlum. Bana can katanlar, benim can verdiğim.

“Bak, senin oynadığın Call of Duty oyunu gibi sokaklar oğlum ama burası Kiev. Burası gerçek bir bina, bak şu odada da gerçek insanlar var. Şimdi camdan bakıp bize yaklaşan eli silahlı bir asker hayal et. Anlıyor musun?”

“Tamam anne, anladım.”

“Kimseye zarar veremezsin, anlıyor musun?”

Başını kaldırıp üzgün bir şekilde beni ona musallat eden bu korkumu anlamaya çalışır gibi bakıyor. Ben de ona kendi hayat hikâyesinde kahraman olmak için bir savaş oyununda illa bir bölüm sonu canavarını öldürmek zorunda olmadığının kanıtı bendeymiş gibi bakıyorum. Bu olursa işte varlığım başka bir varlığa armağan olmuş olacak. Bedenim bu noktada nesneleşebilir, özüm sevgiye değip bulaştığı sürece bunun önemi yok.

Yunan mitolojisinde tecavüze uğrayan Filomela şöyle haykırır:

“Gücüm yettiğince bütün insanlara, hepsini

Bir bir açıklayacağım olanların

Ormanda kapalı kalsam bile

çığlıklarla dolduracağım ortalığı,

tanık göstereceğim kayaları,

tanrılar

varsa göklerde duyacaklar sesimi.”

 [email protected]

Fotoğraf: DHA

İlgili haberler
Sınırların Ötesi: Kadınlar hakları için, eşitlik i...

Dünyanın pek çok ülkesinde kadınlar savaşa karşı, ağır çalışma koşullarına, eşitsizliğe karşı ses çı...

Hepimiz için, tüm dünya için en acil talebimiz ‘ba...

Öfkemizi, savaşı çıkaranlara yöneltelim. Emperyalist hesaplar, güç dengeleri uğruna şehirleri bombal...

Kadınlar savaşa karşı ‘Barış’ sesini yükseltiyor

Dünyanın pek çok yerinde ‘savaşa hayır’ diyerek sokağa çıkılırken kadınlar da sosyal medyada yaptıkl...