1845’lerde o zamanların Osmanlı coğrafyasında Ereğli-Amasra havzalarında taş kömürü için ocakları açmak üzere kazmalar yeryüzünü delmeye başlamıştı. O zamandan bu zamana, önce yabancı kumanyaların hegemonyasında, ardından Cumhuriyet döneminin mükellefiyet kanunu altında zorla, sonrasında açlıkla imtihanın pençesinde “rızayla” ve günümüzde “kurayla” yer altında aradılar hep kömürü. Amasra’da TTK’ya bağlı müessese alanında üretim azalsa da devam etti.
Müessesenin dört bir yanı; -400 kot altı, B sahası, deniz seviyesi üstü, yani havzanın yüzde 70’lik bölümü Hattat Holdinge peşkeş çekilirken, ilk 400 metrede 17 milyon tonluk bir üretim havzası kaldı devlete sadece. Yıldan yıla özelleştirme ile havza parça parça küçülürken, işçi sayısı da düştükçe düştü.
İşçiler özelleştirmeye karşı eylemler yaptı. Ancak devletin sırtında kambur gibi gördüğü kamuya bağlı kömür ocakları peşkeş çekilmeye devam etti. Devlet kurumu; Bartın halkı için güvenilir, her şey tam teçhizatlı, erken emeklilik hakkı da cabası, maaş özel madenlere göre kat kat fazla. Haliyle Amasra yöresinde madencilikten başka ekmek kazanacak bir kapının olmaması nedeniyle de Amasra TTK’da çalışmak büyük bir “şanstı”.
Bartın halkının ekmek kapısı Amasra TTK’da görünenin ardında pek çok ihmal vardı. Özelleştirmeye bağlı işçi sayısının azaltılması, yoğun iş yükü altında iş kazaları, üretimi durdurmayı gerektirecek kadar önemli teknik ve idari sorunlar göz göre göre katliamı getirdi.
Babalarından, dedelerinden bir gelenek gibi madencilik işini devam ettiren, ekmeğini kömürden çıkaran 41 işçi bu ihmallerin ardından can verdi.
Çoğu 2019’da işe başlayan gencecik işçiler artlarında ailelerini bırakıp gitti. Arkalarından ağıt yakan, gözyaşı döken eşlerin dudakları arasında tek bir soru kaldı, “Biz şimdi ne yapacağız?”
İSYAN EDEN ANNEYE ‘ÖLÜM EN GÜZEL MAKAM’ DİYEBİLDİLER!
Kocasını, oğlunu yerin altına duayla, endişeyle yollayan kadınların yüreği, 41 hanenin ocağı yandı 14 Ekim akşamı. Amasra’da taziye evlerinde hep benzer manzara vardı. Yerin kilometre altında kazanılan ekmeğin kömür karasına döndüğü bir maden faciası karşısında çocuklarına babalarının öldüğünü binbir türlü zorlukla anlatmak zorunda kaldılar. Soma’nın Ermenek’in benzeriydi bu evler. Yoksul, gecekondudan bozma evlerin camlarına asılmıştı yine Türk bayrakları. “Şehit” adı yine bu yoksul evlerin duvarlarına çarpıyordu. Evlerdeki büyük yas havası içinde “İhmal var” sözleri karışıyordu öfke ve hüznün içine. Kayınvalidelerinin, annelerinin dizleri dibinde, kiminin kucağında çocukları, eşlerin ardından kalan “dul kadınlardı” artık.
2019’da madene giren ve kazada hayatını kaybeden Şaban Yıldırım’ın eşi Sena, ikiz çocuklarına hamileydi henüz. Zor bir hamilelik süreci geçiriyor, tedavi için eşiyle sürekli Ankara’ya gidiyordu. Şaban, yevmiyesi kesilmesin diye çok yorgun olduğu günlerde dahi gidiyordu işe. Öldüğü gün cebinden sadece 183 lira çıkmıştı. “Kader değil, bizim canımız yandı” diyordu Sena. Kocasının özellikle son birkaç aydır zayıfladığını, sürekli yorgun olduğunu “Sürekli çalıştırıyorlardı, üretim artmıştı” sözleriyle açıklıyordu. Havalandırmada sorun olduğuna dair eşinin paylaştığı bilgileri hatırlatarak “Ertelemeselerdi belki yaşayacaklardı” diyordu. Şaban Yıldırım’ın ölümüne isyan ederken annesi Gülcan, “Benim oğlum daha uşaktı” diye feryat ediyor, yanındaki Diyanet İşleri Vakfı görevlileri alıp götürüyordu kameraların önünden, “Öyle deme, şehit oldu oğlun, en güzel makam, en güzel makam!” diyerek. “Kader”di, “En güzel makam”dı ya... Ölürse ölsündü işte yetkililerce!
‘BİZİM YUKARILARDA DAYILARIMIZ YOK’
Aynı köyden Mehmet Bulut’un eşi, Munise’nin içine sığmıyordu yüreğini yakan ateş. En büyük korkusuydu şimdi bu olayın üstünün kapatılması. “Adalet istiyoruz” diyor, eşinden kalan çoraba sarılıyordu. “11 aylık bebeğim var. İnsan hayatı bu kadar ucuz mu? Ben para pul istemiyorum. Ben bayat ekmeğe su banar onu da yerim, ceza alsınlar istiyorum. Kocam bir gün işe gitmese sorun oluyordu. Bizim yukarılarda dayımız, amcamız yok, bizim kimsemiz yok. 24 yaşındayım bak, dul kaldım. Geçer mi bu ömür? Benim kocamı yaktılar, nefessiz bıraktılar.”
İSTEMEYE İSTEMEYE…
Yıllarca pencereden kocasının sağ salim eve varmasını bekleyen Meliha Yıldız, bu kazada oğlunu kaybetmişti. “Ah kızım hiç istemedim, eşimi bekledim 20 sene pencere önünde, sağ salim eve varacak mı diye. Mecbur girecek oraya. Ama korka korka girecek ama ölümü bile bile girecek. İştahla giren yok ki. Ben kocamı helalleşerek gönderdim işe yıllarca. O gelesiye kadar şu soğuk betonlara basa basa, pencerelerde bekledim. Her dönen arabaya bu tarafa mı gelecek diye bakardım. Ha dedim bu emekli oldu ferahladım. Bu sefer mecbur oğlum gitti madene. Nasıl razı olmayayım? Başka iş yok ki?”
AĞIT DOLAN YAS EVLERİNDE, SUSTURULAN KADINLAR…
Okan Akgül’ün 5 ve 3 yaşındaki çocukları, anne Tuğçe’nin dizlerinde. Tuğçe kendi annesinin dizlerinden destek alarak oturuyordu yerde. Tüm dünyaya kapatmış gibi kendisini. Tuğçe yerine çevresindeki herkes söz alıyordu. Kapı önünde ailenin en büyük erkeği, “İhmal varsa devletimiz bulur zaten” diyordu, def ediyordu bastonuyla kapısındaki heyeti.
Cumayanı köyünde, henüz 3 aylık gelin. Fikret Kansız’ın eşi, yine kısık sesle sesini duyurmaya çalışıyordu. Onun yerine yine evin büyükleri alıyordu sözü. Gelinin ne yapacağını, nerede yaşayacağını da yine bu büyükler hesaplıyordu. Söylemek istedikleri boğazında düğümlenirken sözü her kesildiğinde, omuzundaki ölüm acısı ve tek başınalık yükü eğdiriyordu başını.
Başka bir köyde, eşini kaybeden kadın, kendi isteğiyle vekalet verdiği avukatından vazgeçirilmişti. Evin büyüğü, erkeği, vazgeçirtmişti onu. “Ben bakarım, bizim şirketin avukatları var, sen kafana göre n’apıyorsun” demişti. Kocalarının hesabını soramıyor, bundan sonra ne yapacaklarına dair kendi kaderlerini kendileri belirlemesin diye şimdiden susturuluyordu kadınlar.
Çok değil bir hafta sonra yeniden ailelere gittiğimizde duyuyorduk artık, evin gelinlerinin üstüne gidildiği, yatan ve yatacak paraların kimde kalacağı tartışmalarının başladığını, sadece devleti değil bu süreçte kocalarının ailelerine rağmen de bir mücadele yürütme uğraşı içinde olduklarını görmüşlerdi kadınlar.
Bir ağabey ölen bekar madenci kardeşinin ardından kız kardeşlerine değil, kendine gelsin tazminat diye çoktan sıkıştırmaya başlamıştı bile aileyi. Engelli annesine ve küçük kardeşine kendi kazandığı ile bakan ölü madencinin cezaevindeki babası yıllar sonra ortaya çıkmıştı. Soma’dan tanıyorduk bu manzarayı. Susturulan kadınları… Önce devletin, müftülüklerin, çeşitli kurumların ölen madencilerin ailelerine çeşitli yardımlar ile sus payı verdiğini biliyorduk. Amasra’da da hesaba yatan ve yatacak paralar konuşulmuyor değildi. Yine Soma’dan hatırladığımız bir şey, madende ölenin eşine ödenen para evin dışına çıkmasın diye, madencinin karısı madencinin kardeşiyle, akrabasıyla zorla evlendiriliyordu. Tüm bu gerçeklerle iç içe yaşayan Bartın’daki kadınlarda şimdiden görülüyordu bu endişe.
NE YAPACAKLARDI?
Çaresiz bırakılan, susturulan, bundan sonra kömür karası ekmek için mücadele edecek olan, çocuklarının karınlarını doyuracak olan bu “dul” kalan kadınlardı şimdi.
Maden işçisi eşlerinin kaderi hep böyle mi olacak peki? Birileri çıkıp “kader, fıtrat” dediğinde hep boyun mu eğilecek bu düzene? Bu kaderi değiştirmek, madenlerde insana reva görülen ölümden daha az tehlikeli ve daha güvenilir. Koskoca devlete karşı adalet mücadelesi vermek, en tepeden en aşağı ihmalleri açığa çıkarmak çok zor olacak. Ancak on binlerce haneden yine o madenlere çalışacak çocukları doğuran kadınlar için yürek acısını tekrar tekrar yaşamak çok daha zor olan!
Fotoğraf: Evrensel
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.