
Bu bir hayatta kalma hikâyesi.
Ama “başarının” değil, her sabah gözünü açmanın bile mucize olduğu bir yaşamın. Bu, defalarca yeniden başlamak zorunda bırakılmış bir kadının hikâyesi.
Yani benim hikâyem.
Türkiye’de kadınsan, sana bir hayat değil; bir sabır oyunu veriliyor.
Bir sistemin, bir toplumun, bir ailenin suskunlukla büyüttüğü şiddeti iliklerine kadar hissettiğin bir “hayatta kalma” çukuru.
Ve seni en çok yaralayan şey bazen tokat değil, sesini duymayanlar oluyor.
Ben sustum. Yıllarca…
O evde yaşarken de sustum, o mahkeme kapılarında beklerken de.
Aile dedikleri yapının içinde, anne şefkati yerine soğukluk, baba güveni yerine baskı, kardeşlik yerine sessizlik buldum.
Taciz, şiddet, istismar iliklerime kadar yaşatıldı bu evde.
Dışarı adım attım.
Ama “kurtuluş” sanılan o dış dünyada en az ev kadar karanlıktı.
Çünkü şiddet bu ülkede sadece dört duvar arasında yaşanmıyor, devlet dairelerinde, sokakta, gözlerin üzerindeki her bakışta sürüyor.
Mahkemeye gittim, şikâyet ettim, koruma talep ettim.
Yıllarca dosyam bir raftan diğerine taşındı.
O insanlar yeniden evimi bulduğunda, bana yeniden bir “uzaklaştırma kâğıdı” verdiler.
Birkaç satır yazı, o kadar.
Sistemin kadına sunduğu “adalet”, işte bu kadar.
Yüzüne “koruyoruz” diyen, ama aslında “sessiz kal, görmezden gel” demek isteyen bir devletin içinde debelendim.
Sustum.
Ama susmadım aslında…
Sadece duyulmadım.
Çünkü bu ülkede bir kadının duyulması için ölmesi gerekiyor.
Ancak öldüğümüzde manşet oluyoruz.
Ancak öldüğümüzde devlet yetkilileri tweet atıyor, “gereken yapılacaktır” diyorlar.
Biz yaşarken hiçbir şey yapılmazken, biz öldükten sonra “keşke”ler havada uçuşuyor.
Peki neden?
Neden yaşarken sadece bir “şikâyet dilekçesi”, ölünce bir “toplumsal travma” oluyoruz?
Ben kaçtım.
Bir sabah valizimi aldım, kedilerimi, dostlarımı, evimi, hayatımı geride bırakarak kaçtım.
Evimi buldular çünkü.
Ve ben yaşamak istedim.
Sadece bu.
Çok büyük bir şey değil aslında: Yaşamak.
Ama bu ülkede kadınsan, yaşamak bile sana hak değil, ödül gibi sunuluyor.
Ve ödülü alabilmek için her şeyini geride bırakman, defalarca kaçman, her gün biraz daha yalnızlaşman gerekiyor.
Otogarda o sabah valizlerimin başında düşündüm:
“Bir insanın yaşamak için bu kadar bedel ödemesi ne kadar adil?”
Kedilerimden, dostlarımdan, hayattan…
Hepsinden bir kez daha vazgeçtim.
Bir kez daha “başladım.”
Ama artık parçalarımı toplamıyorum.
Çünkü parçalanmamak için kaçıyorum.
Bu ülkede kadın olmak:
Devletten adalet, toplumdan anlayış, ailenden şefkat bekleyememek demek.
Bu ülkede kadın olmak: Sesin çıktıkça yalnızlaşmak, sustukça yok sayılmak demek.
Ve bu ülkede kadın olmak:
Ancak öldüğünde değer görmek,
bir dergi kapağına çıkabilmek için bile kan vermek demek.
Ve ödülü alabilmek için her şeyini geride bırakman, defalarca kaçman, her gün biraz daha yalnızlaşman gerekiyor.
Ama ben yalnız değilim.
Biz yalnız değiliz.
Çünkü bu hikâye sadece benim değil.
Bu ülkede her kadının kalbinde bir yas, her hafızasında bir cinayet var.
Biz çocukken haberlerde ilk Münevver Karabulut’un ismini duyduk, 2009’da.
Sonra Özgecan Aslan… 2015’te bindiği minibüste katledildi.
Ülke ayağa kalktı.
Yas tuttuk, sokaklara döküldük.
O günden sonra manşetler hiç boş kalmadı.
2011 yılında, İstanbul Sözleşmesi imzalandığında, cinayet oranlarında ilk kez bir düşüş yaşanmıştı.
Ama buna bile tahammül edemediler.
Bir gece yarısı, kimseye sormadan, bu sözleşmeden çekildiler.
Ve o günden sonra her şey daha da karardı.
2019 yılı, son 10 yılın en çok kadının öldürüldüğü yıl oldu.
Ve biz artık biliyoruz:
Bu ölümler kader değil.
Bu ölümler, açıkça bir politikanın sonucu.
Görmezden gelmenin, cezasızlığın, yasaların uygulanmamasının sonucu.
Bugün Şule Çet diyoruz, Fatma Şengül diyoruz, Emine Bulut…
Ayşenur Halil, İkbal Uzuner…
Daha yüzlerce, binlerce isim var.
Say say bitmiyor.
Başka ülkelerde insanlar anılarını anlatır, çocukluklarını, gezdikleri yerleri.
Biz burada kadınlar olarak ezberimizden katledilenlerin ismini sayıyoruz.
Çünkü unutmuyoruz.
Unutmamalıyız.
Ama keşke sadece biz değil, yasalar da unutmasa.
Biz bu ölümlerden bir ders çıkarmak, iyileşmek, güvenli bir dünyada yaşamak isterdik.
Eskiden bir kadın öldüğünde milyonlar sokağa çıkardı.
Birlik olurduk.
Şimdi ölümler birer “üçüncü sayfa” haberi gibi, köşelerde kayboluyor.
Hayatımıza kaldığımız yerden devam etmemizi istiyorlar.
Ama biz devam edemiyoruz.
Çünkü biz o isimlerden biri olabiliriz.
Çünkü ben de olabilirim.
Ve bu düşünceyle yaşamak, zaten her gün biraz ölmektir.
Devletin koruması gerekeni korumaması tesadüf değil, bir tercihtir.
Kadınlar için güvenli sığınaklar açmak yerine aile yapısını kutsallaştırmayı, şiddetin üzerini “namus”la, “birlik”le örtmeyi seçtiler.
Çünkü bu iktidar, kadını ancak “itaat eden”, “ailesine hizmet eden”, “suskun” olduğu sürece var sayıyor.
Bu ülkede adaletsizlik bir kaza değil, bir politikanın sonucudur.
Ve biz artık bu düzenin sadece tanığı değil, muhatabıyız.
Beni öldükten sonra duymanızı istemiyorum.
Ben yaşarken söylediklerimi duyun.
Ben yaşarken yaşamak istediğimi bilin.
Ve bilin ki benim hikâyem sadece bana ait değil.
Benim adım Dilek.
Ve ben sadece yaşamak istiyorum.
Saygıyla, onurla, korkmadan.
Bu kadar basit, bu kadar insanca.
Bu metin, Türkiye’de şiddete uğrayan, adalet arayışında yalnız bırakılan, yaşarken görünmeyen ama öldüğünde haber olan tüm kadınlara ithaf edilmiştir. Yazarı hayatta. Ve duyulmak istiyor.
Fotoğraf: Ekmek ve Gül
İlgili haberler
Kadınlar ekmeğin ve özgürlüğün peşinde: Faşizme ge...
‘Bugün faşizme geçit yok diyecek olanlar işçi sınıfının elde ettiği kazanımlarla birlikte yan yana g...
Kadın cinayetlerini önlemede dev bir adım mı, popü...
İtalya'da Meloni'nin başını çektiği sağ koalisyon hükümet, kadın cinayetlerinin bağımsız bir suç ola...
Faşizmin inşasında bir araç ve bir sonuç: Kadına y...
Ayşe Tokyaz’ın öldürülmesi, kadınların yaşam hakkının tek adam rejiminde nasıl yok sayıldığını göste...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.