Sene 2012... Suriye iç savaşından kaçıp ülkemize sığınan mültecilere bir süre ‘vah vah’lar eşliğinde toplumca üzülme geleneğini yerine getirdikten sonra, tertemiz yurdumuza yeni hastalıklar musallat ettikleri için öfkelenmeye başlanmakta gecikmedik. Çocuk parklarında ‘ak pak’ yavrularını, ‘illetli’ küçük mültecilerden alenen ve ivedilikle uzaklaştırmaya kurulu endişeli beyinlere çokça tanık oldum. Sağlık problemleri ağır aksak da olsa çözülmeye çalışılırken, bu defa başka kurtlar kemirmeye durdu içimizi. Sağlık hizmetlerinden bedelsiz yararlandıklarını her ortamda dillendirmeye kalkıştığımız mültecilerin, bir nevi bedava yaşayan asalaklar olduklarına getirdik lafı. Ülkeye akın eden bu insanların, karın tokluğuna bile denemeyecek kadar değersiz bedellerle, insanlık dışı koşullarda çalıştırılmaya başlanmalarıyla işsiz bile kaldık. Onlar gelene kadar ne güzel ‘iş’liyorduk oysa. Gel zaman git zaman yurdun neresinde bir patlama olsa; nerede bir hırsızlıktan, yolsuzluktan, taciz-tecavüzden bahsedilse, okları, o sığ kafalarımızda önce mültecilere yöneltir olduk. Bu savaş mağdurlarına açık açık ‘Ülkemde Suriyeli istemiyorum’ diyecek kadar ilerlettik ırkçılık kokan söylemlerimizi. Hatta balkondan sokağa bakıp göbeğinin şişliğinden ‘Suriyeli’ tanısı koyduğumuz adamlara ‘İyice yerleştiler, tabii rahatı bulup göbek büyüttüler’ diyecek kadar şuursuzlaştık. ‘Yahu ne yapsınlar peki bu insanlar’ sorusunun cevabıysa gayet net: “Gidip ülkelerini savunsunlar, savaşsınlar kardeşim...”
DENİZDEKİ ATEŞ
İtalyan sinemacı Gianfranco Rosi’nin 66. Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı ödülüyle ayrılan belgesel filmi Fuacoammare/ Denizdeki Ateş’te, İtalya’nın, adı ‘ölüm adası’na çıkan Lampedusa adasında yaşayan halk ile mültecilerin birbirine dokunmayan hayatları, Samuel adlı çocuğun gözünden, işte bu, mülteci sorununa avcı gibi bakma metaforu temelinde ele alınıyor. Bir mültecinin bir yerde bulunma nedenine, savaşın götürülerine tek gözle bakarsanız hiçbir şey göremezsiniz. Ve zamanla savaş bir yerlerde, hatta burnunuzun dibinde birilerini acımasızca mahvederken, siz orada yaşananı bildiğiniz halde, kafayı kaldırıp bakmaya değer bulmazsınız. Peki, normal midir bu eylem? Rosi, tabii ki bu konuyu didik didik etmiyor filminde. Bu bakımdan yönetmenin anlatım tekniği dikkate değer.BİZ BU HİKAYENİN NERESİNDEYİZ?
İlk sahnede, adada özgürce koşuşturan Samuel’i, sapan yapmak için uygun bir ağaç dalı ararken görüyoruz. Sonra kameranın simsiyah gecede sahildeki bir radara, telsizden gelen “Yardım edin” çığlıklarına dönmesiyle film boyu sürecek olan bu apayrı iki hikayeyi birleştirecek tek bir anı kolluyoruz adeta.Ayın karanlık yüzünde, Sahra Çölü’nden Libya’ya oradan İtalya’ya gelip Avrupa topraklarına ulaşma umudu taşıyan Nijeryalıların dramı; aydınlık tarafında ise aynı topraklarda gürültüsüz patırtısız, hiç geçmiyormuş gibi ilerleyen bir zaman dilimi içinde, günlük sıradan işlerle meşgul ada halkının toplu uyku hali diye adlandırılabilecek hayatı var. Yönetmen, izleyiciyi iki hikayede de sürekli tutmama tekniğiyle, algılarımızı harekete geçiriyor; her ülkenin tarihinde çokça yaşamış olduğu savaşı, sonuçlarını ve bu hikayedeki yerimizi net bir şekilde görmeye itiyor bizi.
Örneğin; Samuel’e denizde yedi ay geçirmenin, 3 kişilik kamarada yaşamanın zorluğunu anlatan babanın cümleleri, bir önceki sahnede yer alan; aynı denizde küçük bir botun içinde ölüm kalım savaşı veren, hatta çoğu ölen mültecilerin üzerine gerçekten kendiliğinden yavan kalıyor. Bilmem hangi dünya savaşı sırasında denizdeki gemilerin birbirine ateş açmasıyla denizin ateş gibi görünmüş olduğunu torununa hikaye eden büyükannenin anlatımları, bugünün savaş mağdurlarıyla aynı havayı solumaktayken sergilediği duyarsızlıkta anlamsızlaşıyor. Hemen her gün insan yutan Lampedusa sularına büyük bir olağanlıkla dalış yapan dalgıç anlamsızlaşıyor. Ada sularında hayatını kaybeden mülteci sayısının müzik aralarında verildiği radyo programına kuru bir ‘yazık’ kelimesince ilgi gösterip sofra hazırlamak, yatak düzeltmek ya da ‘havanın iyi gitmesi, eve ekmek gelmesi’ dilekleriyle radyodan şarkı isteğinde bulunmak gibi rutin robotik eylemler ise her yeni sahnede gitgide sinir bozucu bir hal alıyor.
SAMUEL’İN TEMBEL GÖZÜ, AĞRIYAN GÖĞSÜ
Yönetmenin 1 yıldan fazla süre Lampedusa adasında, mülteci kamplarında kalarak kaydettiği bu iki ayrı dünya, ne yazık gerçeklikte birbiriyle yarışıyor. Bu iki dünyanın tam ortasında bulunan; daha iyi kuş avlamak için denek haline getirdiği frenk yemişlerini bantla saran Samuel, tekrar vurmak üzere yaralarını sardığımız mültecilere avcıvari bakış açısının simgesi gibi. Fakat Samuel aynı zamanda, göz tembelliğinden kurtulmaya başladığı son sahnelerde ıslık çalıp bir kuşla adeta sohbet etmesiyle bir umut ışığı. Adaya yolculuk sırasında nice kötü muamele ve koşullara maruz kalarak hayatını yitiren mültecilerin cesetlerini görmeye ve bu cesetler üstünde çalışmaya hâlâ alışamadığını ama mecbur olduğunu söyleyen doktora ısrarla, göğsündeki baskıdan ve nefes alamamaktan yakınan Samuel’in göğsünde hissettiği şey geleceğin vicdanı belki de.Bugün mültecilere ülkelerine dönüp savaşmalarını önerenlere en güzel yanıt ise; kayıt altına alınan bir numaradan ibaret olan hayatlarıyla, toplumdan izole edilmiş kamplarda kendi içlerinde bile dışlanarak nefes almaya çalışanlardan bir Nijeryalının, çıktıkları yolun ne kadar zor bir yol olduğunu anlattığı yarı ototerapi yarı melodi şu sözüdür: “Hayatta risk almamak büyük risk, çünkü hayatın kendisi bir risk.”
İlgili haberler
Türkiye'de mülteci kadın olmak
Ülkelerindeki savaş başta olmak üzere insanlık dışı yaşam koşulları yüzünden göç yollarına düşen mül...
Suriyeli Meryem: O sözlerin gerçeğini bir de bizde...
Keyfimden mi buradayım ben? Suriye’de yaşam çok zorlaşmış. Nasıl gideyim? Hiçbirimiz memnun değiliz...
SAVAŞTAN GÜÇLENEREK ÇIKAN PERVİN BAUZİ: Savaşa, a...
Savaştan, ezilmişlikten, şiddetten kaçarak kendini var eden, güçlenmiş bir kadın Pervin Bauzi. Hatır...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.