Onlar bir orduya kafa tuttu arkadaş!
Mamak Kitabı, 1979-1988 yılları arasında Mamak Askeri Cezaevinde tutuklu kalan kadınların direncini görünür kılıyor. Dirence en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerde, bir nefes aralığı olsun diye...

Rakamlar, rakamlara sığmayan acılar, acıların üstüne kurulan yaşamlar, o yaşamların başka haller alması, “yeni hal”in kimsenin içine sinmemesi… 12 Eylül’ü neyle özetlersek özetleyelim eksik kalıyor. Ama esas eksiklik nerede biliyor musunuz? Kadınların hikâyelerinin bilinmemesinde…
1979- 1988 yılları arasında Mamak Askeri Cezaevi’nde tutuklu olarak kalan ve “her şeye hayır diyen yüz, iki yüz kadının” saklı olan ya da saklıymış gibi duran tarihini görünürleştirme çabasıyla yola çıkan Meral Akbaş, önce ödev diye başladığı, ardından yüksek lisans tezi haline getirdiği, daha sonra da Ayizi Kitap’tan çıkan bir kitap haline gelen çalışmasını konuştuk. Saatler sürdü sohbetimiz. Ama röportajımızda da, tıpkı kitapta olduğu gibi kadınların deneyimleri konuştu. O yüzden, klasik bir soru cevap röportajı okumayacaksınız. Yine kitaptan kadınlar konuşacak. Üstünden Meral… Çünkü “Biz Bir Orduya Kafa Tuttuk Arkadaş: Mamak Kitabı”nda da olan bu. Kadınlar konuşuyor, Meral Akbaş aktarıyor… 

“Eğer Yaratılış’ı Havva yazsaydı, insan türünün ilk aşk gecesi nasıl olurdu acaba? Cevap, sorunun peşine takılıverir: Havva kimsenin kaburgasından doğmadığını belirterek başlar, hiçbir yılanı tanımadığını ve kimseye elma ikram etmediğini…
Bütün bu hikayelerin Adem’in basına anlattığı katıksız yalanlar olduğunu söylerdi” 
(Mamak kitabı, sy 15) 
Senin için hikâye nasıl başladı Meral? 
Benim için hikâye biraz kitaplarla başladı. Mukaddes Erdoğdu Çelik’in bir kitabı var: Üç Dönem Üç Kuşak Kadınlar: Demir Parmaklıklar Ortak Düşler. 80 ve 90 sonrası cezaevlerinde devrimci kadınlarla görüşmüş Mukaddes. Şöyle diyor kitapta: kadınlar cezaevlerinde direndiler ve bu direniş hiçbir yerde yazılmadı. Fakat yer yer bunu doğrudan söylemenin sorumluluğundan kaçınıldığı yerler de var kitapta. Beni çok etkileyen o kitabı okuduktan sonra zihnimde başka bir şey dolanıyordu: bu hikâye başka türlü anlatılabilir miydi? Biz kadınlara dair bu yaşanmışlıkları daha cesurca yazabilir miyiz? Sonra, hani olur ya, aklında bir şey olur ve onu görmezsin, sonra birileriyle karşılaşırsın ve bir an gelir aklında biriktirdiğin herşeye “evet şimdi zamanı” dersin. Sevgi Soysal’ın Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Pınar Selek’in kendi cezaevi deneyimini anlattığı kitap, Mukaddes’in kitabı… bunların hepsi bir araya geldi ve çok tesadüfi olarak çok sevdiğim arkadaşım Delal Aydın’ın yardımı ile Ankara’da Sema abla ile tanıştım. Ve sadece onun hikâyesine dayanarak kısa bir ödev hazırladım. Meselesi şuydu: kadınlar devrimi, mücadelelerini, hayat hikâyelerini neden anlatmıyorlar? Sonra, Sema ablanın kendi hayat hikâyesini anlatırken bana gösterdiği samimiyeti içtenliği, bana sunduğu birtakım başka olanaklar, güveni beni çok cesaretlendirdi. Bir tek insanın sözlü aktarımı da aslında bize bu hayata dair çok şey söyleyebilir. “Ben…” diye anlatmıyordu hikayesini, “biz” diye konuşuyordu hep. Dolayısıyla Sema abla konuşurken bir dolu kadını dinlediğimi hissettirdi bana. Bir de Devrimci 78’liler Federasyonu’nun sergisini de unutmamak lazım. Cezaevinde yazılan ya da cezaevine gönderilen ama teslim edilmeyen mektuplar, vicdan muhasebesiyle baş başa kalan bir rütbeli asker tarafından yıllar sonra federasyona getirilmiş. Federasyon da bizlerle paylaştı bu mektupları, kartları… Sergiye gittiğimde Sema abla gibi pek çok kadınla tanıştım, onun gibi gülen, onun gibi bütün sorulara cevap vermeye çalışan, kendini ve yaşadıklarını anlatmaktan sıkıntı duymayan kadınlarla. Bir yandan da bu zamana kadar anlatılamamış o birikim ortaya seriliyordu. Ürkekçe yardım istedim onlardan, benimle konuşmalarını, anlatmalarını istedim, bana bütün samimiyetleriyle yaklaştılar. Onların kapılarını çaldım, bana güvendiler, kimi zaman bir parkta, bazen deniz kenarında, bazen kafede buluştuk. Yollarımız böyle kesişti…

“Eğer hapishane… okullara, kışlalara benziyorsa ve 
bunların hepsi hapishaneye benziyorsa…” 
(Mamak Kitabı, sy 66) 

Hem bir kapatılma mekânı olarak cezaevlerini hem de o kapatılma mekanlarının nasıl bozuşturulacağını anlatıyor kitap. Biraz bahseder misin, nasıl bir mekan cezaevi ve kadınlar ne yapıyor onu bozuşturmak için?
Mamak kitabını oluştururken nasıl bir yol izleyebiliriz diye düşündük beraberce. En güzel yol, metnin kendi kendine konuşabilmesini sağlamaktı. Bunu ne kadar becerdim, ne kadar beceremedim bilemiyorum ama bildiğim bir şey var, Mamaklı kadınların sözlerine, yazdıklarına, sakladıklarına ne kadar yer verirsem, metin o kadar başka bir metin olabilirdi. Hem 12 Eylül’ü yazarken, hem cezaevinin kendisini bir bastırılma ve aynı zamanda bir direniş alanı olarak anlatırken, hem 12 Eylül sonrasının Türkiyesini anlatırken hep “onlar nasıl yaşadı, nasıl anlamlandırdı”, buradan anlatmaya çalıştım.
Hep düşündüğümüz bir şey var: “cezaevi yaşanılabilir bir yer değil”. Ama insanın olduğu her yer yaşamı da dönüşümü de kendi içinde saklıyor. Mamak Cezaevi gerçekten işkencenin çok incelikli düşünüldüğü bir yer. Cezaevi bir kapatılma mekanı, ama o kapatılma mekanı ayrıca daha sofistike kapatma yerlerini de saklıyor kendi içinde. Bunlardan biri kafes örneğin.

“Mamak’ın giriş bölümündeki boşluk alana demir yığdılar. Hepimiz sırayla demirleri görmek ve 
ne işe yarayacağını çözmek amacıyla akın akın revire çıktık… Sonra baktık ki, 
demirden bir kafes inşa ediyorlar. Ne amaçladıklarını sorduk. 
‘Sizinkileri koyacağız’ dediler” 
(Mamak Kitabı, sy 68) 

İnsan işkenceden, gözaltı sürecinden cezaevine geldiği zaman birden koğuşa götürülmüyor. Mamaklı kadınlar da, başka cezaevlerinde kalan arkadaşlarım da koğuş için “orada sen birden kendi evine düşmüş gibi olursun” derler. Mesela kitapta Feride, işkenceden getirildiğinde koğuşta kadınların onu “bu bizden, bizden değil” demeden nasıl ayrımsızca yıkadıklarını, nasıl temiz bir yatak hazırladıklarını anlatıyor. Kafes dediğimiz ise cezaevine ilk girişte koğuşa götürülmeden önce konulduğun yer! Bunun işaret ettiği ilk şey “kafese konanın insan olmadığı”. Seni tamamen savunmasız bırakan, elinde copla demirlere sürekli vuran askerlerin gözetiminde tutulduğun, sürekli hakaretlere maruz kaldığın, her anında gözlerin üstünde olduğunu bildiğin, içeri fıstık, çekirdek atılan bir yer. Tutukluyla cezaevi yönetimin ilk kez karşılaştığı, birbirlerini tanıdıkları ve ilk mesajın verildiği yer: tutukluya “sen benim elimdesin ve ben sana istediğim şeyi yapabilirim” diyor.
Daha sonrasında da koğuş geliyor. Genel olarak kadınların yan yana geldiği, cezaevi şiddetine karşı birlikte olunan, her şeyin paylaşıldığı, yeni bir mücadele alanına dönüştürülen bir yer. Ancak unutmamak lazım, orası da hala şiddetin mekânı. Eğer orada bir dayanışma varsa, bir dostluk varsa ve “alternatif bir iletişim alanı”, bir kamusallık varsa bu aslında dolaysız şiddetin içinde kuruluyor.

“… dört karışa beş karışlık bir hücre.. yani yalnızsınız ve yere su döküyorlar falan hani orada oturacak yeriniz de yok.
Bir battaniye atmışlar içine, ıslak her tarafı battaniyenin… bir teneke kutu falan var, bi lazımlık, bir litre kadar su veriyorlar…
bi tahta kaşık… bi tane de melamin tabak… böyle bir el ayası kadar bir delik var,
bütün ışık oradan geliyorsa geliyo. Başka bir ışık mışık yok… demir parmaklığı olan bir kapı,
işte böyle eğilerek giriyorsunuz falan içeriye…” 
(Mamak Kitabı, sy 76) 

Bu kapatılma alanlarının içinde başka kapatılma alanları da kuruluyor tabi. Hiçbir insani ihtiyacını karşılayamadığın hücreler… Örneğin, kadınlar açısından “başını önüne eğerek” girdikleri hücreye ilişkin akıllarında kalan “kendini teslim alınmış gibi” hissetmeleri. Bu, kadınlar açısından başka bir hafızayı da doğurmuş ama. Örneğin Hayat abla, sanki dün çıkmış gibi cezaevinden, “tabutlukların” krokilerini çizdi hemen.
Hayat abla çiziyor, ben heyecanla bakıyorum. Ama heyecanla baktığım şey cezaevi krokisi değil, Hayat ablanın onu çizme hali. Uzun yıllara rağmen bunu hatırlıyor olmak başka bir şey söylüyor bize. “Unutmamak”, işte en önemli noktalardan biri bu. Örneğin cezaevi yönetiminden biri Ayşe ablaya diyor ki “burada işimiz gereği bunları yapıyoruz ama dışarıda dostuz”. Yani onların yaşananları unutmayacağını en iyi bilen iktidarın ta kendisi. Biz işte zaman zaman bunu unutuyoruz. 12 Eylül’ü insanlar unuttu demek bence çok doğru bir saptama değil. İnsanlar bazı şeyleri “bilerek” unutabilirler, kendilerini ve çevrelerini korumak için. Ama yaşam her zaman bir imkanı barındırıyor içinde, hatırlama ve mücadele etme imkanını. Hiçbir şeyde değilse bile toplumsal hafızada kalıyor yaşanan her şey…


İNSAN GÜLEREK İKTİDARI BOZAR MI DERSİN! BOZUYORLAR
Mamak Kadınlar Koğuşu’nu özgün kılan ne?
Bana kalırsa şöyle bir şey çıkmıyor Mamak Kitabı’ndan: “tüm devrimci kadınlar tüm cezaevlerinde direndiler, kadınlar daha direngenler.” Niyetim bunu demek değil. Böyle bir şey söylemek aslında kolaycılık. Bizi birleşmekten, o ayakta kalabilmenin özgünlüğünü açığa çıkarmaktan alıkoyuyor. Biz Mamak Cezaevine bakmalıyız, oradaki iletişim biçimine bakmalıyız, o kadınların ayakta durabilme ya da duramama biçimlerine bakmalıyız. Biz kadınlar olarak bu durumu daha derinlikli analiz etmek zorundayız, çünkü biz de ayakta durmaya niyet ettik. Bence Mamak Cezaevi’nin özgünlüğü buradan geliyor. Bize diyor ki: hiç ummadığınız bir yerlerde, birileri -ki onlar Mamak’ın kadın koğuşunda kalan devrimci kadınlar- ayakta durdular ve bunu çok bilindik yöntemlerle yapmadılar.
İktidar sadece ezen bir şey değil, sana bakıp kendini de dönüştüren bir şey. Mamak Cezaevindeki kadınların hikâyesinin bilindik bir hikâye olmamasını sağlayan şey kadınların iktidarın şiddetini sembolik olarak durdurmaları, karşı tarafı tabiri caizse delirtmeleri. Delirmek ne demek, kilitlenmek demek, yani ne yapacağını bilememek demek, çünkü iktidarda olan karşıdan gelebilecek, kendisini çökertebilecek şeyi az çok bilmek ve kendini yeniden buna uygun düzenleyebilmek demek aynı zamanda. Ama kadınlar işte iktidarın elinden bunu aldılar. Askerlerin söylediği hiçbir şeyi yapmadılar, İstiklal Marşı’nı okumadılar, andı söylemediler, komutanım demediler, uygun adım yürümediler, yemek duası okumadılar, askerlerin arama bahanesiyle dağıttıkları yeri toplamıyorlar, yasak olan her şeyi bozuyorlar. Mesela şarkı söylüyorlar! Koğuştan bir kadın gece vakti bir cezalandırma yöntemi olarak havalandırmada bir direğe kelepçeleniyor. Kadınlar ne yapacaklarını bilemiyorlar. Burası “içerisi” ama içerisinin de bir içerisi ve dışarısı var. Bütün gece uyumadan dışarıdaki arkadaşlarına şarkı söylüyorlar. Özgünlüğün bir diğer yanı da çok doğrudan hayır demeyerek ama sonra doğrudan hayır demeye vararak karşı çıkış yolları kuruyorlar, bunu da çok bilindik yöntemlerle yapmıyorlar. Yani insan gülerek iktidarı bozar mı dersin? Evet, bozuyorlar…

“En çok çileden çıktıkları anlar onlardı… feci dayak sonrası içeri girip halay çektiğimiz zaman ya da
 gülüp eğlendiğimizde, bunlarla dalga geçebildiğimizde falan çıldırıyorlardı… bütün silahları külahları…
bütün korkutuculukları işte orda bir avuç kız kikir kikir yaptığında bitiyodu” 
(Mamak Kitabı, sy 82) 



Kadınların kendi yöntemleriyle içerideki iktidarı bozuşturmasına verilen tepki ne oluyor?
Külahlar düşüyor ve o güçsüzlük çıkıyor ortaya. Gülünen şey ciddi bir şeyse bile ciddiyetini yitiriyor. Basite indirgeyerek anlatıyorum ama karşı taraf çok anlamsızca bir şey yapıyor, ona ancak gülünebilir. Düşünsenize cezaevindeki erkekleri “her Türk asker doğar” diye koşturtan bir cezaevi yönetimi var. Kadınlara ne diyeceğini bilemiyor, ne de olsa “erkekler” asker doğuyor bu mantığa göre, kadınları da “kendim ettim, kendim buldum” diye koşturmaya çalışıyorlar. Kadınlar da gülüyorlar tabi bunun karşısında!
Kadınların gülerek bu iktidarı bozuşturmaları bir korku da yaratıyor tabi. Hücreye götürülen iki kadın, ellerinde taşları yok, tahtaları yok, kafalarından satranç oynuyorlar. Biri diğerine “filini aldım” diyor. 5-10 dakika sonra komutan telaşla içeri giriyor. “Burada film çekiyormuşsunuz” diye. Çünkü o tabutluğun başında bekleyen asker “filini aldım” cümlesini duyunca koşa koşa komutana gidip “beni filme aldılar komutanım” diyor, komutan da koşa koşa gelip hiçbir şey olmayan o tabutlukta kamera aratıyor! Şimdi buna gülüp geçebiliriz, ama önemli olan bir şey var, gerçekten orada kamera olabileceğini düşündürtüyor kadınlar, her şeyi yapabileceklerine hem kendilerini hem de karşılarındakileri inandırıyorlar. Hatta buna inanmasa bile karşılarındaki güç, nihayetinde gelip oradaki “düzeni” bozma ihtiyacı taşıyor. Bir başka hikaye de şu: Raci Tetik, cezaevi komutanı, her türlü işkenceyi, sorunu kadınlara yaşatan adam, gecenin bir yarısı tabutluğa kapattırdığı kadınların yanına geliyor sıcak yatağından kalkıp. Diyor ki “birden uyandım uykudan, pencerenin önünde donmuş bir serçe gördüm, aklıma siz geldiniz, ben de gideyim kızlarımı bir göreyim dedim”. “Kızlarım” vurgusu da çok ilginç, özenle değerlendirilmesi gereken bir nokta. Devam ediyor sonra, “Sizi buradan çıkabilirim. Ama bir tanecik şartım var. Bana bir kerecik ‘komutanım’ deyin”. Tabi kadınlar demiyor. Bu hikaye bize o kadar çok şey anlatıyor ki! Adam şunu söylüyordu bence: mücadele eden kadınlara ilişkin algı hep şudur ya, onlar kandırılmış, iyi niyetleri suistimal edilmiş, onlar kendi bilgilerine, birikimlerine, ayakta durma gücüne sahip değil! Kadınların “hayır” demesi, bu adam için anlaşılır bir şey değil. Meral abla anlatıyor. Cezaevinden çıkarken yanına çağırıyor Raci Tetik, “Meral” diyor, “biz kafa kafaya verdik çok düşündük siz niye bize bu kadar karşı çıkıyorsunuz diye. Sonra çözdük. Siz her ay regl oluyorsunuz ya, birinizinki bitiyor öbürünüzünki başlıyor. Hep sinirli oluyorsunuz. her şeye hayır diyorsunuz”. O kadar mesai harcamış adamlar çözmek için kadınların direnişini, bula bula bunu bulmuşlar! Evet, düşünüyor onlar da kadınlara özgü bir şey onları ayakta tutuyor. Ama kadınların kendi iradelerine ve mücadelelerine hiç güven duymuyorlar. Raci Tetik, kitaba da eklediğim bir gazete röportajında aslında bir nevi itirafta bulunuyor: “kadınlar çok direndi” diyor. Bir biçimde cezaevi komutanı bile kadınların hakkını veriyor, ama bazıları hiç anlatmıyor. Çok can sıkıcı!



“… zor bir süreç, çünkü orda düşman belli, senin yapacakların belli. Dışarıdaki süreç farklı.
Bir toplumun içindesin ve bir sürü yaptırımların var. İşte tek başınasın…
yaşamını sürdürmek zorundasın.”
(Mamak Kitabı, sy 145) 

Peki ya cezaevi sonrası?

Bekliyoruz ki kadınlar cezaevinden çıktıklarında özgürlükleri başlayacak. Oysa dışarısı da bir cezaevinden farklı değil! Cezaevlerindeki direnme noktalarını yaratabilecekleri bir yer de değil üstelik gündelik hayat. Hayat abla anlatıyor kitapta “sanki her yerden saldırıyorlar gibiydi”. Saldırı her zaman o kadar görünür olmayabilir. Otobüse bindiğinde geçmişte tanıdığın biri seni görmezlikten geldiğinde, işyerinde kimse seninle konuşmak istemediğinde, aile içinde mimli biri olduğunu hissettiğinde şiddeti yaşıyorsun aslında. Pamuk abla cezaevinden çıktığı ilk gün uzun uzun yürüyüş yaptığını anlatmıştı, saatlerce, kilometrelerce. Neden birisi uzun uzun yürüme isteği duyar? Bir engele çarpmadan yürümek, yalnız kalmak istemek, düşünmek istemek… Cezaevinde parmaklıklar var, duvarlar var sürekli çarptığın, şimdi hayatın içindesin, yine engellere çarpıyorsun, ve o engeller de çoğu zaman insanlar oluyor. Hayatın ve insanların değişim hikayelerine tanıklık ediyorsun ve bu tanıklık hiç de kolay değil.

Neyin değiştiğini görmüşler mesela?
Gündelik hayata uyum sağlamakta zorlanıyor kadınlar. Cezaevinde şiddetin ortasında kurulan bir direnişin öznesi. Ama her halükarda adamlar sana dayatıyor ne zaman ne yapacağını, ne zaman uyuyup ne zaman uyanacağını, ne zaman hava alıp ne zaman yürüyeceğini onlar belirliyorlar. Cezaevinden çıktıktan sonra Hayat abla anlatıyordu mesela, “otobüse biniyorum, son durağa kadar geliyorum ama oturmaya devam ediyorum. Bekliyorum ki biri bana in desin.” Gündelik hayat onların “alıştırıldıklarının” çok dışında ilerliyor. Bir sürü yerden üzerlerine yüklenen zorunluluklarla baş etmek zorundalar. Cezaevinde şiddetin merkezi belli, belli bir somutluğu da var. Seni sözsüzleştiren görünür, görünmez bir sürü şiddetle baş bala kalıyorsun dışarıda. Erkekler de kadınlar da cezaevinden çıktıktan sonra hikayelerini anlatmak istemediler örneğin. Anlatmayı deneyenler oldu ama dinlenmediler belki de. Bazen varlığınla, bir şekilde hayata tutunmuşluğunla, eskisi gibi olmayan ilişkiler içinde yeniden kurulan bir hayatı “bozacak” bir şeysin. Bazen bir cümlenle, bazen varlığınla, anlatacağın herhangi anınla o resmi bozacak bir tehdit halindesin artık. Kitabın aslında en beklenmedik bir biçimde en can yakan kısmı burası, konuşmak isteyenler var ama dinlemek istenmiyorlar. Arkasından suskunluk…
Kitapta da yazdım Şerif Gören’in filminden bir sahneyi. Bir adam cezaevinden çıkmış, bir eve misafir olmuş. Bekliyor ki insanlar ona bir şey sorsunlar. “Hoş gelmişsin. Nasılsın, iyi misin?” diye soruyorlar, sonra da dönüp televizyon izlemeye devam ediyorlar. Büyük bir sessizlik.



* Bu röportaj ilk kez Evrensel Kültür Dergisinin Ağustos 2011 tarihli 236. Sayısında yayınlanmıştı.

* Görseller 1980 sonrası Mamak Askeri Cezaevi Kadınlar Koğuşundan yazılan ve “sakıncalı” görüldüğü için el konulan, yıllar sonra sahiplerine kavuşan mektuplardan… 1980 darbesinin karanlığına karşı devrimci mücadelenin umut dolu aydınlığını ortaya koyan mektuplar önce Ankara’da daha sonra Türkiye’nin farklı şehirlerinde sergilenmişti…



İlgili haberler
Direncimiz direnenlere bir ışık olsun

Bir darbenin eşiğinden geçtik, darbe günlerini aratmayan zamanlar yaşadık. 12 Eylül darbesinde Mamak...

UnutaMAMAK

Mamak Cezaevinde yolları buluşmuş kadınlar anlatıyor. ‘Kaktüsler Susuz da Yaşar’dan sonra UnutaMAMAK...

Bir hayalim vardı benim de…

12 Eylül darbesinin ünlü işkencehanelerinden biri olan Mamak Cezaevinde dayanışmayla direnen kadınla...