“Yürekten sevdiğim,
Sana gene yazıyorum çünkü yalnızım ve çünkü kafamın içinde seninle konuşurken senin bunu bilmiyor, ya da bana karşılık veremiyor olmana katlanamıyorum.”
Karl Marx
Kıymetli Marx,
Sana bu satırları 157 yıl sonra, yaşadığım meridyenin doğusunda, paralelin de kuzeyinde ve güneyinde savaşlar ve yoksulluk almış başını giderken yazıyorum. Geçen hafta sınıfımda senin Jenny’e yazdığın mektubu okuduk gençlerle. Gücenebilirsin, biliyorum. Kapital ve Manifesto’dan okumamızı tercih ederdin. Doğrusunu söylemek gerekirse onlardan da okuduk ama aşk kadar “satmadı”. Yine doğrusunu söylemek gerekirse benim kırk küsur yaşında anlamlı bulduğum bazı satırları genç kızlar kırıcı buldu. Şöyle yazmışsın:
“Dünyada çok dişi var, kimileri de çok güzel. Ama ben, her bir hattı, hatta her bir kırışığı bana hayatımın en büyük ve en tatlı anılarını hatırlatan bir yüzü bir daha nerede bulabilirim?”
Ne kadar dürüst. Olmalı mıydın, tartışılır. Oğlanların pek çoğunda aynı anda muzip bir gülüş belirdi bunları duyunca. Demek ki çok tanıdık geldi. Kızlara “gerçekçi olun” demek zorunda kaldım. Bu arada hepimizin Jenny’e ayrıca hayranlık beslediğimizi söylemeliyim. Ferah feza bir yaşantıyı bırakıp, senin manevi sponsorun olarak oradan oraya yarı aç bir sürgün hayatı yaşaması, bu kendinden vazgeçme hali, senin irade dolu zekânı koruyup kollamak için yaşadığı acılar ve bunun boşuna olmaması. Bence yazdığın idealin handiyse umutlu aşk hali biraz da onun varlığının kattığı bir şey olmalı. Yalnız ve karamsar bir Kafka olman ihtimali şimdiki dünyayı epey değiştirirdi. Jenny, senin ifade ettiğin gibi “daha eşitlikçi bir toplumun koşulları için çalışan tarihi bir özneydi.” Bu yazarak, savaşarak değil, bizatihi seninle yaşayarak hak ettiği bir öznelik.
Yanlış anlama. Kadınların kendilerinden vazgeçmesini kutsamıyorum. Bence Jenny’e yazık olmuş da diyemiyorum. Yine de mutlu muydu diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bu açık mektubu okuyanlardan beni senin yazdıklarını bilmemekle itham edenler olacaktır. Hâlbuki ben senin cinsiyet körü bir toptancı mı yoksa “kadının ev içi emeğini” görmezden gelen biri mi olduğunu çok merak ettiğim için Etnoloji Defterleri’ne kadar, el yazmalarında kadınlar ve kadın emeğine dair yazdığın çok şeyi okudum. Kimse benden bir “izm” seçmemi beklemesin, ömrüm anlamaya çalışarak geçiyor.
Cinsiyet fark etmeksizin entelektüel üretimin desteklenmesi harika bir şey. Benim cinsimin bu çeşit bir üretimin yanı sıra yeşil mercimekten, doğum günlerinden, ev ödevlerinden, yağ çözücülerden filan da sorumlu olması ilkini epey akamete uğratıyor. Benim diyen sınıfsız toplum savunucusu bir ademoğlu dahi biz tezin kaynakçasıyla debelenirken “bu ağlıyor”, “ne yiycez” diye tepende dikiliveriyor. Annelerimizin bize altını çize çize bellettiği gibi zaten “Tez, yenilebilir bir şey mi” yani. O şarkıdaki gibi ikisi birden yapılamıyor: Çocuk da yaparım kariyer de? Yapılıyor ama içi çiğ kalıyor, insan hırpalanıyor.
Allahtan orta zekâda bir insanım da bir şey ziyan olmamış benim ömrümden. Yine de merak etmeden duramıyorum, benim de bir Leonard Woolf’um olsaydı, Sussex’te kişisel bir mülküm, mutfağımda Nellie adlı bir aşçım acaba artı değer üretir miydim? Virginia da senin gibi emek sömürüsünden, özellikle kadın emeğinin görünmezliğinden dem vursa da günlük ve mektuplarında epey şikâyet ediyor hizmetçilerinden. Prensip olarak karşı olup pratikte insanlaşmak tam bizlik değil mi? O da kocasına yürek delen bir mektup yazıyor senin gibi. Galiba son tahlilde “hak teslimi” her çeşit emeği kutsayan bir şey. Kalpten ve samimi olanları. Ki sen şöyle yazmışsın Jenny’e:
“Senden ayrılır ayrılmaz sana olan aşkım bütün gerçekliğiyle kendini gösteriyor: O, ruhumun bütün enerjisiyle yüreğimin bütün kişiliğini bir araya getiren bir dev. Böylece yeniden insan olduğumu hissediyorum çünkü içim tutkuyla doluyor. Araştırma ve çağdaş eğitimin bizi kucağına attığı belirsizlikler ve bütün nesnel ve öznel izlenimlerimizde kusur bulmaya iten kuşkuculuk bizi küçük, zayıf ve mızmız kılıyor. Ama aşk -Feurbachvari insana aşk değil, metabolizmaya aşk değil, proletaryaya aşk değil- sevdiğine aşk, yani sana aşk, insanı yeniden insanlaştırıyor...”
Teşekkürler Marx, bu mektup da benim içimdeki tüm haksızlık duygusunu yıkayıp beni yeniden insanlaştırıyor. Unutturulana kadar.
Görsel: Wikimedia Commons
İlgili haberler
Ben otomobil süremez miyim?: Yapabilirsin diye bağ...
Filiz Gür ‘Sen yapamazsın’ dayatmalarının ardından bir ışık huzmesi sunuyor: ‘Kırk iki yaşında, niha...
Dünyanın ilk romanını yazan kadın: Murasaki Shikib...
Dünya edebiyatında Cervantes’in ‘Don Kişot’ romanı ilk roman unvanıyla bilinse de ondan 600 yıl önce...
Zifiri karanlık ormanlar
Bazı yavrular, masaldaki gibi bisküviden yapılmış bir evde semirtilmiyor da bir çalının dibinde cans...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.