Derdinizin ‘ahlak’ olmadığını biliyoruz beyler!
Sesimize, sözümüze engel olmak isteyenlere karşı mücadeleyi yükseltmekten ve evet, her alanda bu mücadeleyi büyütmekten başka çıkar yol yok.

Mabel Matiz, şarkısı yüzünden ifade vermeye gittiği gün Sevgi Soysal’ın hayatını anlatan Sevgi Soysal Yaşamakta Israr Ediyor tiyatro oyunu 60. kez sahnedeydi. Eserleri yüzünden linç edilen, hakkında çeşitli soruşturmalar açılan ve bunun için hapis yatan Soysal sesleniyordu sahneden. ’70’lerden günümüze, 2025’e. “Türkiye voleybol ülkesi”, “Türkiye Heimlich manevrası ülkesi” derken “Türkiye yasaklar ülkesi” olma yolunda hızla ilerliyor olabilir mi, diye geçirdim içimden. Haksızlık etmek istemem elbet ama özellikle son zamanlarda yaşadıklarımıza bakarsak böyle düşünmenin suçlusu ben değilim/biz değiliz herhalde. Peki, kim?

Türkiye’de modernleşmeye geçişte özellikle kültür alanında pek çok baskı, yasak ve sansürden söz edebiliriz. Devletin bu uygulamaları müzikten edebiyata, sinemadan dile kadar uzanır. Cumhuriyet’in ilk yıllarına bakalım: 1920’ler ulus-devlet inşasının ilk adımlarının atıldığı dönemdi. Türkçe dışındaki dillere (Kürtçe, Ermenice, Rumca vs.) getirilen yasaklar, Takrir-i Sükûn döneminde basına uygulanan baskılar bu inşanın nüveleriydi. ’40’lı yıllara gelindiğinde ise yasaklar “rejimi koruma” adı altında uygulanıyordu. Her karşı çıkış “komünist” damgası yerken birçok sanat eseri “devlete karşı gelme” suçuyla yaftalanıyordu. “Başka bir dünya mümkün mü?” sorusunu sorgulayan kitaplar, yazarlar, sanat eserleri burjuvalaşma yolunda olan devlet için tehdit oluşturuyordu. Darbeye kadar hatta darbe dönemi de bu yılların birer devamıydı. Baskılar gün geçtikçe artıyor, devlet dersine her geçen gün daha iyi çalışıyordu. Hal böyle olunca “devleti koruma” tek başına bir mazeret olamazdı, yanına daha iyi gerekçeler de eklenmeliydi. Böylelikle “ahlakı muhafaza etme”, “toplumsal birliği sağlama”, “bölünmenin önüne geçme” gibi gerekçelerle zor aygıtları meşrulaştırılmaya çalışılıyordu. Bu yasakların ardında yalnızca siyasal kaygılar yoktu elbet, sınıf mücadelesinin etkisini kaybettirmek ve kapitalistleşmenin hakkını layığıyla vermek de vardı. Tüm bunlar bir tesadüfler silsilesi değil kapitalist sürekliliği sağlamak için uygulanan sınıfsal baskının kültürel uzantılarıydı.

Makbul olmayanın kriminalize edilmesi

Günümüze yaklaştığımızda AKP iktidarıyla bu yasaklar neoliberal ekonomi politikalarıyla hemhal olmuş ve muhafazakâr ideolojiyle soslandırılmış şekliyle yeni bir boyut kazandı. Her ne kadar şimdilerde bunların “ahlaki hassasiyetler”den kaynaklandığı propagandası yapılsa da bizler meselenin yalnızca bundan ibaret olmadığını, iktidarın sınıfsal çıkarlarını korumak, ekonomideki basiretsizliğinin üstünü örtmek ve kültürel hegemonyasını tamamlamak için tüm tuşlara aynı anda bastığını biliyoruz. Ki bu aşamada Gramsci’nin hegemonyasını hatırlayabiliriz. Buna göre iktidar veya egemen sınıf, yalnızca baskı yoluyla değil, kültürel ve ideolojik “rıza” aracılığıyla toplumun normallerini yeniden üretir. Kültür alanı bu hamlenin öznesi değildir belki ama bir parçasıdır. Tıpkı AKP’nin kültür alanına müdahaleleri, “yerli/milli”, “kutsal aile”, “ahlak/maneviyat” “Aile Yılı” söylemleriyle oluşturmaya çalıştığı, bunların dışında kalan herkesin yaşamının kriminalize edildiği yeni normaller gibi.

AKP iktidara geldikten sonra RTÜK aracılığıyla manevi değerler gerekçe gösterilerek müdahalelerine başladı. Kürtçe konser veren sanatçılar yasaklandı, kliplerdeki kıyafetler ve danslar para cezasıyla kontrol altına alınmaya çalışıldı. “Kürt”leri konu alan filmler festivallere uygun görülmezken 2009 yıllarında Kürt sanatçılara soruşturmalar açıldı. Bunu sonraki yıllarda Kürtçe konser iptalleri izlerken devlete hakaret gerekçe gösterilerek birçok tiyatro oyunu kurumların repertuarından çıkarıldı. AB süreciyle bazı yumuşama adımları görülse de 2012 itibarıyla kültür-sanat alanına müdahalelerin hareketlendiğini söyleyebiliriz. Fazıl Say’a dini değerlere hakaret suçlamasıyla açılan davalar bunlardan sadece biri. Gezi’den sonra ise baskı daha da arttı. OHAL dönemi ise tam bir cadı avı dönemi. Özellikle tiyatro sanatçılarına ve kurumlara yapılan sansür, işten çıkarmalar ve baskılar çokça tartışıldı. LGBTİ’lerin üzerindeki baskı Onur yürüyüşünün 2015 yılında yasaklanmasıyla daha da görünür hale geldi. 2018’de Grup Yorum konserleri tamamen yasaklandı. Grup üyelerinin tutuklanmasını, kültür merkezlerine yapılan baskınları unutmuş değiliz, ki geçtiğimiz günlerde müzik platformlarından albümlerinin kaldırılması söz konusuydu.

Son 5 yılda müdahaleler say say bitmez

2020’den sonra günümüze kadar da iktidarın varlığını korumak, ahlaki ve ideolojik kontrolü sağlamak ve farklı kimlikleri görünmez kılmak hatta nefret objesi haline getirmek için attığı adımların akılda kalanlarını şöyle sıralayalım:

2020’de pandemi gerekçesiyle müzik yasağı kalıcı hale getirildi misal, yasak 2024’e kadar sürdü. 2021’de Gülşen, konserdeki sözleri, hal ve hareketleri gerekçe gösterilerek tutuklandı. Melek Mosso, Aynur Doğan gibi sanatçıların konserleri iptal edildi. 2022’de bu durum sistematikleşerek kadın sanatçıların konser iptalleriyle devam etti, festivaller tek tek engellendi. Yine aynı yıllarda Amed Şehir Tiyatrosu’nun Kürtçe oyunu Tartuffe Adana Valiliği tarafından oynatılmadı. Bursa’da ise “Medea’ya Göre Ahlak” oyunu iptal edildi. 2023’te de çoğu sanatçı soluğu mahkemelerde almıştı. Gülşen, Ezgi Mola, Hazal Kaya, Farah Zeynep Abdullah onlardan bazıları. Melike Şahin aldığı ödülü kadınlara ve LGBTİ’lere adadıktan sonra iktidarın hedefi haline geldi. Yine LGBTİ’lerin yaşadıklarını işleyen filmlerin izleyiciyle buluşması engellenmeye çalışıldı. 2024 yılı sansürün ve bu sansürle beraber gelen otosansürün daha çok tartışıldığı bir dönem olarak okunabilir. Özellikle Susma Platformu’nun Türkiye’de Sansür ve Otosansür raporundaki vakalara baktığımızda neler olduğunu hatırlayabiliriz. Oradan birkaç örnekle devam edelim:

Bakur filminin yönetmenine hapis cezası verildi, Kanun Hükmü belgeselinin gösterilmesi uygun görülmedi, yönetmen Kazım Öz’e örgüt üyeliği suçlamasıyla yine bu yılda soruşturma açıldı, MUBİ Fest’in açılış filmi Queer, porvokatif içerik gerekçesiyle yasaklandı. Yine aynı yıl yayıncılıkta da yasaklar vardı. Birçok kitap hakkında toplatılma kararı çıkarken, yazdıkları gerekçesiyle yazarlara davalar açıldı. Yine önceki yıllarda muzır neşriyat adı altında çocuk kitaplarından gökkuşağının kaldırılmasına da şahitlik etmiştik. Özellikle Kürt sanatçılara engeller bu yılda da devam etti. Koma Özgün grubunun üyeleri tutuklandı. Diljen Roni’nin konseri iptal edildi. İlkay Akkaya da konseri iptal edilen isimlerden biri… Yine aynı yıl 10. Trans Onur Haftası Sergi Kolektifi’nin sergisi yasaklandı. Tiyatroya baktığımızda, Qral û Travis, Manukyan, Herkes Kocama Benziyor gibi oyunların sahnelenmesinin engellendiğini görüyoruz.

2025 de bunlardan farklı geçmedi, geçmiyor. Özellikle “Aile Yılı” adı altında kadınlara ve LGBTİ’lere yönelik baskı gün geçtikçe artıyor. Kültürel alana müdahaleler de kadınlar ve LGBTİ’ler üzerine kurulan baskı ve ayrımcı politikalar üzerinden şekilleniyor. Manifest grubunun “teşhircilik”le suçlanması, Mabel Matiz’in “Perperişan” şarkısından dolayı adli kontrol şartıyla serbest bırakılması bunun en yakın örneği. Zeytinli Rock Festivali’nin bu sene Aile Yılı bahanesiyle iptal edilmesi, rock grubu Sarinvomit’in tüm üyelerinin dine hakaret gerekçesiyle tutuklanması… Diğer yandan kimileri tarafından “linç kalabalığını” susturmak olarak yorumlanan, yaptıkları şakadan dolayı 4,5 yıl hapis cezası istenen YouTuber’ların da başına gelenler cabası…

Tüm bunların anlamı ne?

Ben bu yazıyı yazmaya çalışırken bile birkaç yasak/iptal/engelleme/tutuklama haberi daha geldi ve belli ki gelmeye devam edecek. Peki tüm bunlar bize ne söylüyor?

Öncelikle şunu görmek gerek: Bunlar “linç kalabalığı” refleksleri ya da iktidarın “aklıselimden uzaklaşması” yahut “safi kötülük”ten değil; sermaye düzeninin ihtiyaçlarıyla iç içe geçmiş, ideolojik ve sınıfsal bir tahakküm stratejisinin kendisidir. Kültür alanındaki baskılar, yalnızca sanatçılara ya da belirli kesimlere yönelmiş durumda değil; işçi sınıfının, halkın politikleşme ihtimalini bastırmak, örgütlenmenin önüne geçmek, alternatif yaşam biçimlerini kriminalize etmek, erk’in sözünün üstüne söz söyletmemek ve kitlelerin tahayyül gücünü daraltmak için kullanılan araçlardan bazılarıdır. Mesele “Biz sanat yapıyoruz, siyaset değil”e gelecek belki ama her kim olursak olalım mesele tam da siyasetin meselesi ve hamlesidir. Bizlik bir şey yok, diyen herkesliktir mesele… Bugün belediyelere, yarın sahnelere, oradan evimizin içine…

Ve evet, karşımızda “çılgınca” hareket eden, “nereye sallayacağını şaşırmış” bir güruh değil, son derece bilinçli bir şekilde hareket eden bir güç var. Dolayısıyla bu saldırıları sadece “ahlakçı” reflekslere ya da yönetim krizlerine indirgemek yanlış olur. AKP, neoliberal sömürü düzeninin derinleştiği, ekonomik krizin yakıcılaştığı koşullarda kültür alanını baskılayarak hem gündemi denetim altına almakta hem de kitleleri kutuplaştırıp kendi tabanını bir arada tutmaya çalışmaktadır.

Bize düşen, yasakların kendisini teşhir etmenin ötesinde, müzik yasağı varsa “biz de kulaklıkla şarkı dinleriz”, “dans etmek yasaksa biz de başka yollar ararız”larla bu yasakları kabullenip yeni yollar arama hantallığına düşmek yerine tüm bu olan bitenin nedenlerini sınıf mücadelesi perspektifiyle tartışmak ve sanatın toplumsal işlevini yeniden hatırlamak olacaktır. Bu uygulamaların hiçbiri tarafsız bir zeminden yapılmıyor, salt “politik-dışı” bir alan ihlali de değil, aksine sınıf mücadelesinin bir parçası. Bu yüzden dayanışmayı büyütmek, sanatın sadece estetik değil politik ve kolektif bir mücadelenin de zemini olduğunu kabul etmemiz gerekir. Kültürü bir defa ve bir defa daha sınıf mücadelesinin mevzisi haline getirmekten ve sesimize, sözümüze engel olmak isteyenlere karşı mücadeleyi yükseltmekten ve evet, her alanda bu mücadeleyi büyütmekten başka çıkar yol yok. İşte o zaman yasaklar ülkesi miyiz, diye düşünmenin haricinde bu karanlığı nasıl yırtarız, sorusuna eli yüzü düzgün cevaplar verebiliriz.

Fotoğraf: Evrensel

İlgili haberler
Manifest konseri videoları 'milli güvenlik' gerekçesiyle erişime engellendi

Manifest grubunun Küçükçiftlik Park konserine ait görüntüler 'milli güvenlik' gerekçesiyle erişime engellendi.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Manifest hakkında soruşturma başlattı

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Manifest grubu hakkında 'hayasızca hareketler' ve 'teşhircilik' suçlarını gerekçe göstererek soruşturma açtı.

Kültür sanat dünyasında kadınlar nelerle karşı karşıya?

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) , Kültür Sanat Dünyasında Toplumsal Cinsiyet Raporunu yayınladı.


Editörden